Barok Müziği /1
Barok Müziği [Bölüm 1] [Bölüm 2] [Bölüm 3] [Bölüm 4] [Bölüm 5]
Klasik Batı müziğinde Barok dönemin resmi miladı Monteverdi – Artusi tartışmasıdır. 1605. Resmi çünkü elde metin var. Müzik teorisyeni, yazar ve besteci olan Artusi, Monteverdi’nin madrigallerini kast ederek “Eski kuralları bozmaya cüret eden kendine aşık kimselerin inşa ettiği temelsiz yapılar, zaman tarafından yıkılırlar” der. Monteverdi de yaptığı şeyleri tesadüfen yapmadığını, müziğini gerçekler üzerine inşa ettiğini yazar. Patırtının nedenlerini akademik zeminden koparıp amatörlerin kucağına taşıyalım ki mesele anlaşılsın. Sevmek için anlamak gerek.
Sanatı kültürden ayıran şey halef-selef çatışmasıdır. Müzik sanatı da bundan nasibini almıştır. Cengin sonunda er ya da geç -ama muhakkak- selef süngüsünü düşürür. Halef, seleften devraldığı miras üzerine yeni nizamı inşa eder. Örnek: Ars nova. Ancak barok devirde son derece ilginç, belki de emsalsiz bir şey oldu; yeni nizam, eskisinin üstüne değil yanına inşa edildi. Yani bir yanda stile antico ismiyle rönesans müziği, öte tarafta stile moderno adıyla barok müziği yan yana var oldular. Binaenaleyh dönemin bestecileri çift dilli yetiştiler. Stile antico, bestecilik eğitiminin vazgeçilmeziydi ancak besteciler hangi üslupta yazmak istediklerine kendileri karar verdiler. Manfred Bukofzer’in tahlili şahanedir: “The baroque era is the era of style-consciousness”.
Barok müziği, onu doğuran bahanelerde arayalım. Mesela eski nizam hangi ihtiyaca cevap vermiyordu da yenisi lazım oldu? Bilgiyle değil sezgiyle cevaplanabilecek bir soru.
Rönesans müziği, ifade gücü kısıtlı ancak kendini sınırladığı çerçeveyi tüm çeperlerine kadar dolduran bir müzikti. Temsil ve tasvir ettiği duyguya vakar ve sadelik diyelim icmalen. Batı sanatının en önemli icadı olan doruk, rönesans müziğinde dışarıda bırakılmıştır. Dinamizmden yoksun, iniş-çıkışları olmayan, vibratodan bile kaçınan sofuca bir sadelik. Bu kalıp, 16. yüzyılın sonlarına doğru iyiden iyiye dar gelmeye başlamıştı.
Popüler tartışma konularından biri şudur; sözler müziğin hizmetkarı mıdır? Stile moderno buna karşı çıkar. Monteverdi’nin kardeşi şöyle yazmıştır mesela: “Kardeşim sözleri müziğin hizmetkarı olarak değil eşlikçisi olarak görüyor.” İlk bakışta eften püften, soyut bir münakaşa gibi duruyor ancak şöyle düşünün; sözler müziğin hizmetkarı olsaydı opera olabilir miydi? Operanın hatırı sayılır kısmını resitatif (konuşur gibi şarkı söyleme) bölümler oluşturur değil mi? Yani müzik sözlere eşlik eder durumdadır. Ön planda olan sözlerdir. Stile antico üslubunu benimseyenler bunu müziğin sözler için kurban edilmesi olarak yorumladılar. Ayak direseler de rönesansın çeperinde açılan bu gedikten opera doğmuş oldu. Doğumun bahanesi ise stile antico’nun dışarıda bıraktığı duygulardır: zelilane aşk, kadere isyan, dizginlenemeyen şehvet, açgözlülük, hudutsuz kıskançlık, onulmaz pişmanlık… Müzikteki uyumsuzluğu kimin nasıl kullandığına bakarak şak diye anlarsın dediğimi.
Rönesans müziğinde zayıf vuruşlarda yahut akor geçişlerinde belli belirsiz hissedilen disonans, çözülmesi gereken bir sorun olarak görülmüştür. Parçaları birbirine bağlayan ilmektir sanki. Disonansı gizleyemeyen müzik, dikiş yerleri belli olan elbise gibi beceriksizcedir. Oysa barok dönemde disonans, saplantılı aşk yahut gem vurulamayan kıskançlık gibi insani bulunmuş ve teşmil edilmiştir. Demek barok üslupla beraber Avrupa müziğinin duygu dünyası zenginleşti, havsalası genişledi.
Rönesans bestecisi müzikte, müziğin kendi yasalarına tabi olan, kendinden beslenen ve kendiyle yetinen, özerk bir sanat görmüştür. Barok besteci ise müzikte, müziği aşan şeyler görmüş ve müziği bu aşkın şeyleri ifade etmede araç bellemiştir. Araç eğip bükmekten, yenilemekten, budamaktan sakınmayacağımız şeydir. Barok besteci de sakınmamış ve müziği yularlarından biraz olsun kurtarmak için basso continuo’yu -melodiye eşlik eden bas partisyonunu- icat etmiştir. Müzik tarihinin en önemli buluşlarından biridir ve bazı müzikologların iddia ettiği gibi sebep değil, sonuçtur. Continuo ile beraber iki kutuplu (bas ve soprano) bir müzikal dil doğmuştur. Basa yüklenen eşlik vazifesi sayesinde melodi çeviklik kazanmış ve sahası genişlemiştir. Rönesans müziğindeki intervalik armoni ve modalitenin çerçevesine sığmayan bu yeni üslup için başka bir çerçeve lazım gelmiştir: Tonalite.
Müzisyen olmayan okuyucular için kabaca izah edeyim. İsimleri herkesçe malum olan 7 notayı tespih gibi diziniz zihninizde. Do sesi de imame olsun. Dilediğini sırayla gezinin tespihin boncuklarında ancak son dokunduğunuz her zaman imame olsun. Bu, tonal müziktir. Do majör gamında bir şeyler söylemiş oldunuz. Modal müzikte imame gibi tek eksen yoktur. Her modun kendince seyir özellikleri vardır. Üçüncü seste duraklar, beşinci seste asma kalış yapar ve ikinci seste karara varırsın mesela. Daha kısıtlıdır yani. Fakat kısıtlılık ile kısırlık birbirine karıştırılıyor. Özgürlük çeşitliliğin veya zenginliğin teminatı değildir.
Barok dönemde ifade gücünün sınırları bir başka cephede daha genişlemiştir. İlk kez bu devirde enstrümana özgü eserler bestelenmiştir. Nedense üzerinde çok durulmuyor oysa sazın kapasitesini, kısıtlılıklarını, onu diğer sazlardan ayıran renkleri gösteren eserler yazma fikri son derece önemli ve taze bir fikirdir. Sazın da insan sesi gibi muteber, şahsiyetli ve birbirine benzemez oluşunun miladıdır bu fikir. Ve tabii konçerto formunun da müsebbibidir. Idiomatic writing deniyor. Idiomatic writing insan sesinin de konumunu, biçimini değiştirmiştir. Kutsal yahut kutsalın tellalı olan vokal bundan böyle keman gibi, klavsen gibi bir saza dönüşmüştür. İtibar kaybı mı dersiniz yoksa zincirlerinden kurtulmak mı, size kalmış.
Bağlamı (context) teşkil etmiş olduk. İlk yazının amacı da buydu. Bundan sonraki yazılarda barok devrini lime lime edeceğiz. Albüm kritikleri, devrin enstrümanları, besteciler, eserler, dedikodular ne var ne yoksa didikleyeceğiz. Nihayet bu cüzler heyulasından tastamam bir barok üslup inşa edeceğiz kendimiz için.