Eugen Cicero: Klasik Melodilerin Cazlı Dönüşümü
Klasik Batı müziği eserleri arasında, en çok bilinen besteleri çoğunlukla swing tarzda yeniden yorumlayan caz piyanisti Eugen Cicero 1940 Romanya doğumlu. Çocukluğu 2. Dünya Savaşı yıllarına denk gelen Alman piyanist çocukluk ve gençlik yıllarında çok iyi hocalardan klasik piyano eğitimi alıyor. Bazı kaynaklar onun hakkında klasik swing tarzını Almanya’da tanıtan ve başarısıyla adını bu tarza etiketleyen piyanist olarak yazıyor. Caza olan tutkusu daha doğrusu swing caz ile olan birlikteliği ve yaptığı müzikal yenilikler onu henüz yaşıyorken hak ettiği üne kavuşturuyor. Golden Hands lakaplı piyanistin parmaklarının hızına çoğu müzisyenin yetişemediği, hatta ilk gençlik yıllarında artık Almanya’da sahneler almaya başlayıp caz eserleri seslendirirken, onun hızına yetişebilen tek davulcunun Freddie Brocksieper olduğu söylenir.
Eugen’in çocukluğunu geçirdiği Almanya’nın Doğu Bloku’nda caz müzik savaş sonrası yasaklanmıştı. Yaşadığı dönemin sosyalist ortamında radyoda sadece klasik müziğin dinleyebildiğini, caz müziğine ulaşmanın çok zor, caz müziği yapmanın da imkansız olduğunu söylüyor. Ancak Berlin’e taşındıktan sonra klasik müzik hayranlığı ile caz tutkusunun birleşmesiyle hayalini kurduğu seslere adım adım ulaşıyor Cicero. 1997 senesinde çok genç yaşta vefat etmesine rağmen kurduğu yeni arkadaşlıklar, konserler ve turneler ile geçen yaşamında klasik müziği caz formunda yeniden besteleyen isimler arasında adından en çok söz ettiren sanatçı oluyor.
Üniversite yıllarında aldığı kompozisyon ve enstrümantasyon dersleri, kariyerinde önemli bir çizgi oluşturmuş olsa da genç piyanist için akademik kariyer ve geleneksel konser piyanistliği, sanatı ve hayatı kısıtlayan dinamiklere sahip olarak yorumlanmışa benziyor. Yeni olan her şeye açıklık ve gelişme özgürlüğü Eugen Cicero için yaşamın en önemli ilkelerinin başında geliyor. 60’lı yıllarda tanıştıktan sonra caz onun ana yurdu olsa da onu klasik caz piyanistlerinden ayıran önemli bir özelliği var: klasik müzikle arasındaki ilişkiyi müzikal anlamda (hatta belki de öncelikle duygusal anlamda) neredeyse koparmadan klasik eserleri caz formunda yeniden üretmek. Bu durumda belki de Cicero’yu sadece bir cazcı olarak tanımlanmak biraz eksik kalıyor.
Eugen Cicero’nun yaptığı, daha önce yazılan bir besteyi caz standartlarına uyarlayarak klasik piyanoda yeniden üretmek, yeni bir beste yazmak. Caz müziği, tanıdık/aşina olunan melodiler ve doğaçlamalar ile dinleyicinin nabzını tutarken Eugen Cicero, bizi daha en başından sarsıyor, eserin veya bestecinin ismiyle üzerimizde oluşturduğu aşinalığı bir kaç kere yerle bir ediyor. Bir yandan da Cicero’nun Chopin’ini, Cicero’nun Schumann’ını ya da Cicero’nun bach’ını anlamış oluyoruz. Bir röportajında Cicero’s Chopin albümüyle ilgili konuşurken klasik müzik-doğaçlama-caz üçlüsü hakkında yaptığı açıklamayı önemli buluyorum: “Chopin her zaman benim için özeldi. Yani ben onu fantastik bir şekilde düşündüm, çalmaya çalıştım. Öyle çalınmalı. Hiç kimseyi yeterince iyi çalmıyorum ama hissedebiliyorum. Bu türden hoşlanıyorum, hüzün ve melankoli. Bu benim müziği hissetme biçimim.”
Klasik Batı müziği -genel bir tanımla söylemek gerekirse- kurallarla ince ince işlenerek bestelenen bir tür iken Cicero dinleyenlerine, o eserler üzerinden bir tür ‘oyun’ oynadığını düşündürtüyor. Yaratıcı bir güç olarak doğaçlamaya başvururken, başlangıç noktasını klasik müzikten alarak ‘yeni’ bir eser yaratıyor. Müzikte sessizliğin varlığı sorgulanamaz elbette fakat burada bestecinin, sessizlikle kurduğu ilişkiyi, bir eserin sıfır noktasında yer alan ve aslında müziğin mekanı olan sessizliği düşününce, Cicero’nun mekanını/zeminini bazen Chopin bazen Bach, Schumann ya da bazen de Tschaikowsky gibi bestecilerin oluşturduğu anlaşılıyor.
“Uzmanlık alanlarım Liszt ve Chopin’in yanı sıra Bela Bartok, George Enesco, Debussy ve Ravel’di. Ama okuldayken bile pratik yapmak yerine özgürce doğaçlama yapmayı tercih ederdim.”
Klasik müzik ile ana akım caz arasında uyumlu bir köprü olan klasik swing, bir süre sonra Eugen Cicero’nun müziğini tanımlayan terim oluyor.
Barok, Klasik ve Romantik dönemlerden kendisi için eserler seçen, onları, aksaklık içinde uyum, salınım, swing gibi caz karakterlerini kullanarak bağımsız ve zamansız başyapıtlara dönüşene kadar çalışan ve hızına herkesin yetişemediği ellerini tutkusuyla birleştirip hayal ettiği melodilere ulaşan Cicero bunun sonucunda hem klasik müzik hayranlarını hem de saf caz tutkunlarını aynı anda memnun etmeyi başarıyor.
Eugen Cicero bu türde eserler veren ilk sanatçı değil. Jacques Loussier ya da 60’larda oluşup günümüzde hala var olan vocal grubu The Swingles, klasik besteleri caz formunda icra eden isimlerin öncüleri. Loussier, Cicero’dan önce sahnelerde klasik-caz harmanlayıp aslında bu melodilere aşinalık kazandırmış olsa da onun tekniği Cicero’nun yanında salt ‘teknik’ ve klasik vurgusuyla birlikte daha akademik olarak düşünülebilir. Aynı yorumu vocal grubu The Swingles hakkında da yapmak mümkün sanırım. Cicero klasik dinleyicisinin de caz dinleyicisinin de gönlünü hoş etmeyi başardığı gibi ortaya çıkardığı eserin bir “Eugen Cicero” var etmesi için özgürlük alanını olabildiğince geniş tutmuş. Şunu demek istiyorum; besteciyle bizim ortaklaştığımız ‘o’ eserler hakkında bize iletmek istediği kendinden bir şeylerin olması söz konusu. Orada Eugen Cicero’nun, Chopin’in Do Diyez Minör Vals’i ile kurduğu ilişki, duyum ve nitekim iki sanatçının zihinsel ve duygusal ortaklıklarından çıkan ‘yeni’ bir besteyi dinlerken, Eugen’in “Chopin şu an hayatta olsa o da aşağı yukarı böyle yapardı, sadece çok çok iyi bir farkla” cümlesinden bu eserlerle kurduğu yoğun teması anlamak daha da mümkün oluyor.
Eugen Cicero’nun müziği, sürprizlerle dolu son haliyle birlikte nasılsa; dinlerken yaratım sürecini ve müziği düşünme deneyimini aktarıyor. Bildiğimiz bir melodiden (klasik), kendi müzikal oyununu (doğaçlama/caz) dinletirken, aynı melodinin olabilecek başka varyasyonlarını düşünmemize sebep oluyor. Bana kalırsa bu Cicero’nun hedeflediği bir şey değil ama müzik bu ya, yaşattığı duygular bir yana, sanatçının kendi eserlerini aşan bir etkileşimle dinleyiciyi buluşturan bir sihir barındırıyor.
Eugen Cicero’nun müziği, amaca odaklanmaktan ziyade, dinleyiciyi içine çeken ve ona kendi düşünsel serüvenini yaşatan bir anlam zenginliği sunuyor. Belki de sanatın gerçek gücü, sınırları zorlamakla ve beklenmeyeni keşfetme cesaretiyle ortaya çıkıyor. Cicero’nun eserleri, sadece notalardan ibaret değil, aynı zamanda dinleyiciyi kendi düşünceleriyle etkileşime sokarak müzik dinleme deneyimini derinleştiriyor. Bu, sanatın özündeki evrensel bağlantıyı kutlamak adına bir çağrı gibi bir yandan da, değil mi?