Blues Şehre Gelince
İnsanın ilk var olduğu andan bugüne dek varlığını devam ettirebilmesinin en önemli nedenlerinden biri olan göç, tarih boyunca bazen yaşamsal ihtiyaçların karşılanması zorunluluğunun sonucu, bazen ise bulunduğu koşulların daha iyisine ulaşmanın bir aracı olarak karşımıza çıkıyor.
Göçün farklı ülkelerde, farklı amaçları ve sonuçları olsa da göç eden topluluğun kültüründeki hisler ve bunun aktarılma yolları neredeyse her zaman aynı kalıyor. Yeni coğrafyaya beslenen umut, göç sonrası yaşanan hayal kırıklığı ve eskiye özlem.
İnsan ticareti ile yeni kıtaya getirilen siyahların ve siyah müziğinin göçü, tarımsal ekonomiye sahip Güney ABD eyaletleri ile kapitalist gelişkinliği hızla artan Kuzey ABD eyaletleri arasında patlak veren iç savaş sonrası kaldırılan kölelikle birlikte başlıyor.
İlk olarak plantasyon adı verilen tarım işletmeleri arasında günlük yolculuklara başlayan siyahlar, bu ilk yolculuk denemelerinin sonrasında eyaletler arası yol alarak kazandıkları hareket özgürlüklerinin sınırlarını günden güne artırıyorlar. Ve tabi bu seyahatlere omzunda çıplak gitarı ve cebinde slide’ı ile blues müzisyenleri de dahil oluyorlar. Yakın çiftliklere yapılan bu kısa yolculuklar, delta müzisyenlerinin şarkılarında sık sık bahsettikleri cumartesi akşamı eğlencelerinin daha kalabalık hatta küçük bir festival havasında geçmesini sağlıyor.
Kuzey’in büyük şehirlerindeki hayata dair efsaneler, Mississippi’den Chicago’ya bağlı demir yolu hattının yolcu vagonlarında çalışma şansını yakalamış olanların deltaya dönüşte anlattıkları hikayeler ve yolu Kuzey’e düşmüş ilk göçmenlerin gönderdikleri mektuplarla başlıyor.
Güney ABD’de ortakçılık adıyla devam eden angarya ve gün geçtikçe baskısını artıran Jim Crow yasaları altında ezilenlere göre; orada ırkçılık yok, herkes sığınacağı bir eve, aç kalmayacağı bir işe ve konforlu bir yaşama sahip. Hatta öyle ki ilahilerinde, söz konusu bu şehirlerden bahsederlerken İncil’den alıntılar yaparak “vaat edilmiş topraklar” olarak betimliyorlar.
Gün boyu güneşin altında, pamuk tarlalarında çalışan, buna rağmen hiçbir şey kazanamayan işçiler için artık göç, onları güneyden kurtaracak küçük bir kıvılcıma bakıyor. Bekledikleri fırsat ise 1. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte sanayi kentlerindeki Avrupa göçmeni iş gücünün silah altına alınması ile doğuyor.
Kitleler halinde plantasyonlardan ayrılarak başta Chicago olmak üzere, Detroit, Pittsburgh, New York gibi şehirlere akan siyahlar 1930’ların sonuna dek sürecek olan ilk büyük göçlerini başlatmış oluyorlar.
Göçmenlerin bir kısmı, Kuzey ile Güneyin iç savaşı sonrasında ortadan kalkmış fakat iki bölge arasındaki farkın hala belirgin olduğu sınırlardan Kuzeye ulaştıkları anda ilahiler eşliğinde trenlerden inerek yere kapanıp tanrıya şükrederken, her biri yıllardır efsanesi kulaktan kulağa yayılan fırsatlar ve eşitlikler ülkesine adımlarını atmış olmanın gururunu yaşıyorlar.
30’lu yıllar boyunca ABD ekonomisini sarsan kriz ile birlikte yavaşlayan, hatta zaman zaman yoğun işsizlik sonucu tersine dönen göç hareketi 2. Dünya Savaşı ile birlikte tekrar yükselişe geçiyor. Ordunun ihtiyaç duyduğu lojistiği sağlayan fabrikalarda beliren açığa çıkan iş gücü açığı ile birlikte, ileriki yıllarda ülke çapında tanınacak olan müzisyenlerin bir çoğunun hayatlarının bir döneminde çalıştığı konserve ve paketleme fabrikalarının kapısını siyahlara aralıyor.
İlk göç hareketleri sonrası Kuzeyin büyük sanayi şehirlerinde yerleşik hale gelmiş, kendi gettolarını oluşturmuş ve dayanışma ağlarını örmüş olan siyahların 40’lı yıllarda ivme kazanan nüfus artışı, şehirlerde de yakalarını bırakmayan ırkçılığa karşı mücadele edecekleri zemini güçlendiriyor. Özellikle Chicago merkezli yayın yapan Chicago Defender gibi yayınların Güney eyaletlerinde yaptığı propaganda, göçün artarak devam etmesini sağlıyor.
Muddy Waters, Lightnin’ Hopkins, John Lee Hooker, Howlin’ Wolf gibi müzisyenlerin de katıldığı bu ikinci göç dalgası, blues’un plantasyonlardan şehire, Chicago’nun sokaklarından dev sahnelere uzanan yolculuğunun zirve noktasını oluşturuyor.
İlkinden farklı olarak bu yeni hareketlilik, yalnızca Kuzeyi değil yeni bir sanayinin geliştiği San Francisco’yu merkez alan batı bölgesini de hedef alıyor. T Bone Walker batı yakası blues’unun ikonik figürü haline geliyor.
Tabii müzisyenler şehir hayatına uyum sağlamaya çalışırken, ara ara göç ettikleri yerlere olan özlemlerini de dile getiriyorlar.
40’lı ve 50’li yıllarda listelerde yer alan ve müziklerini elektrikli amfiler ve gitarlar ile icra eden blues müzisyenleri bu dönemde geçimlerini sağlamak için bir yandan ağır işlerde çalışırken diğer taraftan kendi güneyden aldıkları kökler üzerine kendi soundlarını oluşturmak için çabalıyorlar.
Blues müziğinin zirvede olduğu bu dönem şarkı sözlerinde ekonomik zorluklardan, bir türlü yoluna girmeyen ilişkilerden, yabancılaştıkları işlerinden ve hayatlarından bahseden, aynı zamanda da ırkçılıkla boğuşan bu müzisyenler ve onların dinleyici kitleleri ileride savaşları durduracak, Jim Crow’u tarihin çöplüğüne gönderecek ve insanın eşitlik arayışını yükseltecek mücadelenin ilk ve en önemli kültürel öğelerini temsil ediyorlar.
Yıllar içerisinde deltadan çıkıp kentlerde şekil alan ve günümüze dek ulaşan Chicago Blues türüne ait çalma listesini keyifle dinlemenizi umuyorum.
*
Ahmet Kaya’nın hazırladığı Best of 2023 Blues listesini BURADA.
Chicago Blues Spotify çalma listesi.