Günümüzde müzik dinlenen değil işitilen, hatta çoğu zaman maruz kalınan birtakım seslerden ibaret. Görüntüye eklenebildiği ölçüde kullanışlı, işimizi gördüğü, günlük eğlence ihtiyacımızı karşıladığı oranda değerli. Herkes için değilse de toplumun geneli için durum tam olarak böyle. Uğur Küçükkaplan, yaşamdan beslenmeyen, dolayısıyla yaşamın doğallığını, canlılığını, heyecanını ve çeşitliliğini yansıtamayan müzikler çağını yazdı.
Uğur Küçükkaplan bu yazısında, bağlamından kopartılarak içi boşaltılan müziğin, görüntünün hakimiyeti altında günümüzdeki teşhire dayalı ‘pornografik yaşam tarzı’nı nasıl yansıttığını ele alıyor.
Uğur Küçükkaplan, Halit Refiğ’in yönetmenliğini yaptığı Leylâ ile Mecnun filmi üzerinden Türk aydının yaptığı işle barışık olamama hâlinin doğurduğu ketumiyetin sonuçlarını tartışıyor.
Uğur Küçükkaplan, İbrahim Tatlıses ile Richard Clayderman’ı aynı kadraja sokan müzikal buluşmanın izini sürerek, 90’ların renkli dünyasına farklı bir açıdan projeksiyon tutuyor.
Uğur Küçükkaplan, gerek tekniği ve müzikalitesi gerek repertuvarı ve kayıtlarıyla, yaşayan efsane olarak adlandırılan Arjantinli klasik konser piyanisti Martha Argerich’in portresini yazdı.
“Argerich bugün itibarıyla seksen ikinci yaşına girmiş bulunuyor. İki büyük savaşa ve sayısız acıya tanıklık ettiğimiz; dünyanın küreselleşme adı altında renklerini yitirerek kocaman saydam bir köye dönüştüğü 20. asırda, müziğiyle kalbimizi yumuşatıp ruhumuzu dinlendiren, duruşuyla bize hâlâ başka biçimde de var olunabileceğini gösteren zarif ve cesur kadın, iyi ki doğdun, iyi ki varsın. Sevgiden, barıştan ve iyilikten mahrum bırakılmış dünyamızın ender güzelliklerinden biri olarak, sihirli parmaklarından çıkan müziğinle bize yaşamın, sanatın güzelliğini sunacağın; doğallığın ve samimiyetin ne büyük erdemler olduğunu hatırlatacağın nice senelerin olsun. Ve şimdi onu sevenler olarak hep bir ağızdan söyleyebiliriz: God save the Queen!”
Uğur Küçükkaplan bu yazısında, Osmanlı’ya gelişinden itibaren klasik Batı müziğinin yaşadığımız topraklardaki serencamını, eleştirel bir yerden yaklaşıp bazı kritik noktalara temas ederek özetliyor.
Malumunuz, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Cumhuriyet’in yüzüncü yılı münasebetiyle piyanist ve besteci Fazıl Say’a sipariş ettiği marşın kaydı kısa süre önce platformlarda yayınlandı ve kamuoyunda tartışmalara konu oldu. Uğur Küçükkaplan’ın, marş ve bestecisi hakkında yazdığı yazı, konuya biraz daha farklı bir açıdan bakıyor.
Uğur Küçükkaplan bu yazısında, sanatı sosyo-kültürel yapının ayrılmaz parçası olarak ele alıp, toplumun üstüne çöken kaotik iklimin, müziğe bu cepheden bakanları nasıl etkilediği üstünde duruyor.
Uğur Küçükkaplan, yeni yazısında, deprem sonrasındaki ruh halimizi, çok konuşulan normalleşme kavramını, yaşadıklarımızın kökünde yer alan zihniyeti ve müziğin konumunu tartışıyor.
Uğur Küçükkaplan, ölümünün 27’nci yılında, Türkiye’de popüler müziğin seyrine yön vermiş birkaç müzisyenden biri olan, besteci, aranjör ve icracı Onno Tunç’un yaşam öyküsünü yazdı.
Uğur Küçükkaplan, Türkan Şoray’ın ilk yönetmenlik tecrübesi olan Dönüş filmini ve 1950’lerin ortalarından 1990’lı yılların ikinci yarısına dek, yani kırk yılı aşkın bir süre film müzikleri yazmış olan; opera, bale, orkestra ve oda müziği gibi klasik yapılarda eser vermiş, üretken besteci Yalçın Tura’yı anlatttı.
Peki ama yirmi yıl öncesine kıyasla konservatuvarların sayısının arttığı; memleketin dört bir tarafında hayal tacirliği yapmak üzere bacasız fabrikalar olarak kurulan taşra üniversitelerinin müzik bölümlerinin amip misali bölünerek çoğaldığı ve son yirmi yılda nüfusun yaklaşık yirmi milyonluk artış gösterdiği günümüzde, bu hazin tablo nasıl açıklanabilir?
“Müzikte nesnel eleştiri diye bir şey var mıdır?” Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor ki doğrudan nesnenin kendi gerçekliğinden hareketle ortaya konan, adına nesnel tespit diyebileceğimiz her şey, doğası gereği ölçülebilir argümanlara dayanmak zorunda. Şu durumda eleştiri dediğimiz, özünde estetik kaygı ve yargılardan arınmış, daha ziyade teknik boyutu kapsayan değerlendirme edimi amacı gereği nesnel olmak mecburiyetinde…
Bugün hemen herkesin sevgiyle andığı Barış Manço, kuşkusuz ki popüler Türk müziğinin en önemli figürlerinden biriydi. Çalışma alanımdan da kaynaklı olarak müziğine vakıf olduğum Manço’nun zannediyorum ki dinlemediğim tek bir şarkısı dahi yoktur. Ne var ki yaptığı işler bir yana, her aklıma gelişinde gözümün önünde beliren bir kare var ki zihnimdeki Barış Manço imgesinin bununla özdeşleştiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bahsettiğim görüntü şarkıcının bir röportajına ait. YouTube’da da birkaç dakikalık kaydı bulunan röportajda, Barış Manço aslında yıllardır duymaya alışık olduğumuz bazı bilindik fikirlerden bahseder. Fakat bir an vardır ki söylediği şey gülüşüyle bütünleşir ve bakmayı değil de görmeyi bilene çok şey anlatır.
Hâlâ umumiyetle müzikal derinliğin duygu yoğunluğuyla, icracının çalgısındaki ustalığının duygulu çalmayla ölçüldüğü; herhangi bir çalgıyla çalınan şarkıların, türkülerin enstrümantal müzik diye sunulduğu; birçok müzisyenin, ifade açısından vazgeçilmez bir unsur olan müzikal dinamiklerden habersiz olduğu; niteliğin somut ölçütler yerine türlü pespayeliğe kapı aralayan soyut, ölçülebilir olmayan öznel yargılara dayandırıldığı bir toplumda, aslında sadece çalgısal müziğin değil, bizzat müziğin kendisinin ağır aksak durumda olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Peki bugün dünya müziğinden bize kalan ne? Dünyanın ücra yerlerindeki kendi kabuğunda kalmış müzisyenleri keşfedip parlatarak vitrine çıkaran; birçoğunu oryantalist zihnin bitmeyen fantezisi “sentez” güdüsüyle melezleyen; aynı şeyleri dinlemekten sıdkı sıyrılmış dinleyicilerin kulaklarının pasını silen ve kuraklaşan sektörü taze kan temin ederek canlandıran bu oluşumu çoğunluğun yapıcı ve faydalı gördüğü muhakkak. Sadece bu yönlerden bakıldığında kimsenin bir itirazı da olamaz. Fakat mesele bundan ibaret değil.