Haruki Murakami: Koşmasaydım Yazamazdım
Koşmasaymış yazamazmış; Haruki Murakami böyle diyor. Gerçekte öyle mi bilinmez. Neticede kurgu yazarına güven olmaz, hele de yapıtında kurgusal olanla gerçek olanı ayırt edemediğimiz bir yazarın lafına hiç güven olmaz. Ama işte Koşmasaydım Yazamazdım diyor. Koşmuş, yazmış. Öyle diyor.
Kırk iki yılın ardından, içten içe pek istemiyor olsam da -artık- mecbur kaldığım vedalaşmamızla başlayan sigara meydan muharebesinin en yoğun çatışmalarından birini yaşadığım şu zamanda aklıma, Murakami’nin bu anlatısı geldi. Sigarasız on günü geride bıraktım, çok şey iyi gidiyor ancak günün hangi saatinde oturursam oturayım, bilgisayarın başından tek bir satır yazmadan kalkıyorum. Başlıyorum, güzel bir cümleymiş gibi geliyor da, daha paragraf bitmeden yazının hedefini kaybediyorum. Yaklaşık on beş bin gündür her ne yapıyor idiysem önünde arkasında nikotin vardı; eşlik ettiği eylemlere yazmak da dahildi. Şimdi bu tiryakiliğin bedelini ödeme zamanı sanki; yani zamanıymış, öyleymiş, anlamış oldum.
Sporla alakası pasif seyirci olmaktan öte gitmeyen bir insanın -hele de yaş bir miktar kemale eriyorken- bir anda yaşamına koşmayı sokması beklenmesin; o kadar da değil hani. Ama madem Haruki Murakami koşmuş ve romanlar yazmış öyleyse Turgay-san da uzun yürüyüşlere çıkarsa müzik yazılarına devam edebilir, dedim kendime. Öyle ya, roman falan değil, neticede bir kaç sayfayı geçmeyen kısa yazılar benimkisi.
Malumunuz Murakami bir müzik tutkunu. Onbinleri aşan sayıda plağı olan bir koleksiyoncu. Bu türlerle sınırlı olmasa da, Murakami’nin müzik zevki, çağımızın en büyük orkestra şeflerinden Seiji Ozawa ile sohbetlerini içeren Sadece Müzik kitabından anlaşılacağı üzere klasik müziği ve kitaplarında bol bol atıf yaptığı üzere cazı kapsıyor. Müzik, romanlarında, ana karakterler kadar önemli yer işgal ediyor. Okuyucularının, kitaplarında yaratılan uzam ve zamanın tuhaflığını yadırgamamasında müziğin önemli bir yeri olduğu muhakkak.
Hal böyle olunca, şehrin kirli bulvarlarınca sınırları çizilen mahallemde çıkacağım uzun yürüyüşe Murakami müziğinin eşlik etmesi de kaçınılmaz oldu.
Seçimim bebop döneminin tanınmış piyanistlerinden Claude Williamson. Kariyerinin büyük bölümünü Batı Yakası’nda geçirdiği için, caz tarihini New York üzerinden yazan anlayışın adını sık anmadığı müzisyenlerden olsa da modern caz dilinin oluşmasına önemli katkı sağlamış piyanistlerden biri. Yirmisinde Kaliforniya’ya taşındıktan sonra, Teddy Edwards, Art Pepper, Bud Shank, Bob Cooper gibi, Batı Yakası’nın öncü müzisyenleriyle çalışmış, Los Angeles’ın efsanevi kulübü Lighthouse Café’nin All-Stars grubunun demirbaşı olmuş. Bir dönem stüdyo müzisyenliği yapmışsa da, 2016’daki ölümüne dek cazdan hiç kopmamış, düzenli olarak, bağımsız plak şirketlerinden albüm yayınlamış.
Onu seçmemin nedeni tabii ki Murakami. Kariyerinin son deminde Tetsuo Hara’nın şirketi Venus Records için kaydettiği South of the Border, West of the Sun, adını, Murakami’nin dilimize Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında şeklinde çevrilen romanından alıyor ve tabii ki, romanın ana karakteri Hacime’nin öyküsüne eşlik eden caz standartlarından oluşuyor. Anlayacağınız albüm, romanın ses izleri, soundtrack’i.
Üçlüde Williamson’a Andrew Simpkins (bas) ve Al ‘Tootie’ Heath (davul) eşlik ediyorlar. İstikrar abidesi denebilecek bir kariyere sahip Simpkins caz tarihinin en sevilen gruplarından The Three Sounds’un kurucu üyesi. On iki yılın ardından grup dağılınca önce George Shearing ile çalışmış; sonra da ölümüne kadar eşlikçiliğini yapacağı Sarah Vaughan’a katılmış. Al Heath caz tarihinde önemli yere sahip Heath kardeşlerin en küçüğü. Art Farmer, Sonny Rollins, Dexter Gordon ya da Johnny Griffin başta olmak üzere hard bop döneminin neredeyse tüm liderleriyle çalışmış olan Heath zanaatın en büyük ustalarından biri kabul ediliyor.
Böylelikle albümü telefonuma yükledim ve evden çıktım. Mahallenin güney ucundaki Milli Kütüphane’den kuzeye yönelip 4. Cadde boyunca hafif yokuş aşağı sallanırken üçlünün, hızlı tempoda kusursuz şekilde swing ettiği South of the Border’ın ilk notaları dökülmeye başladı. Zamanında Nat King Cole tarafından seslendirilmiş şarkı, ABD ve Meksika sınırının ötesinde yaşanan, bitmeye mahkum bir aşkın hikayesi. Bu da aslında romanın ana izleği. Hayal ettiği caz barı işleten başarılı bir iş insanı, sadık bir eş ve mutlu bir baba olarak, her şeyinin tastamam olduğuna inanan Hajime, ilk gençliğinden bu yana görmediği Shimamato ile yıllar sonra karşılaşır. O ana kadar farkına dahi varmadığı eksikliği Shimamato ile kapatacağını hisseder ve birlikte sınırın güneyine geçerler. Oysa her ikisinin de yaşamlarını biçimleyen ve bir kısmını kendilerinin koyduğu sınırlar yerli yerinde durmaktadır.
Duke Ellington ve Billy Strayhorn ikilisinin, Shakespeare Festivali için yazdıkları ve daha sonra Such Sweet Thunder albümü için kaydettikleri Star Crossed Lovers, Williamson üçlüsünün mükemmel yorumladığı parçalardan biri. Talihsiz bir yıldızın altında doğan bu aşıklar, Romeo ve Juliet, şimdiki zamanın Hajime’si ve Shimamato’su.
Bir diğer imkansız aşk öyküsü, her çalınışında Rick’e Ilsa’yı hatırlatan, Casablanca’nın kült şarkısı As Time Goes By, tam da olması gerektiği gibi Williamson tarafından solo piyanoda yorumlanıyor.
Kapanış parçası, albümdeki tek Williamson bestesi, West of the Sun çalmaya başladığında, yürüyüşün kırk dakikası bitmiş, 3. Cadde’yi sonuna kadar yürümüş ve 17. Sokak’tan Anıtpark’a doğru inmiştim. Aslını sorarsanız bu yazıyı da Anıtkabir’in eteklerindeki koruya karşı oturduğum bir bankta tamamlıyorum.
Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, çoğu Murakami romanı gibi damakta buruk bir tad bırakıyor. Shimamato’nun tekinsiz hali, Hajime’nin eksiklik hissi anlatı ilerledikçe okuyucuya bulaşıyor, öykü, tamamlanamamışlığın, yenilmişliğin, etkisi kolay kolay geçmeyecek kahredici kederi ile nihayete eriyor.
Albüme gelir isek, Williamson üçlüsü, anlatıya hakim acı tadı icralarına yansıtıyor, şarkılardaki öykülerin zamansızlığını başarıyla hissettiriyor, henüz çekilmemiş bir filmin müziğini yapıyor. Murakami ile olan ilintisini bilmeden, kitabı okumadan dinleseniz de, eminim, bu kederi yoğun şekilde hissedeceksiniz.
Bunca laftan sonra, kitabı okumanızı ve albümü dinlemenizi hararetle tavsiye etmem sizi şaşırtmayacaktır.
Yazıyı da şöyle kapatayım. Yürümeseydim bu yazıyı yazamazdım, yazsam da böyle yazmazdım.
Notlar:
Fanatiklerince Murakami romanlarında anılan şarkıların derlendiği playlist’ler var. Meraklısı için tüm şarkıları içerdiği söylenen birisini şuraya bırakalım.
Turgay Yalçın’ın Dark Blue Notes’daki yazıları.
Claude Williamson Trio – South Of The Border – West Of The Sun (Venus Records) SPOTIFY