Yeni yılda, modal cazın bize öğrettiği gibi, o kalıbın içinde kendi doğaçlamalarımızı yapmaya ve etrafımızda bizi dinleyen insanları mümkünse heyecanla sandalyelerinden kaldıracak, gülümsetecek şeyler yapmayı umacağız.
Duru Aygüven, Danimarkalı yönetmenler Jorgen Leth ve Andreas Koefoed’in, besteci ve müzisyen Jakob Bro’nun peşine takılıp on iki sene boyunca yaptıkları çekimleri içeren Music For Black Pigeons filmini yazdı.
Duru Aygüven, klasik piyano eğitimi aldığı yıllarında Bill Evans’ın Waltz For Debby parçası vasıtasıyla cazla nasıl tanıştığını ve bu ikonik performansın kendisinde bıraktığı izleri anlattı.
42. İstanbul Film Festivali’nin takip eden yazarımız Duru Aygüven, Ömer Kavur belgeselini, Korhan Yurtsever’in, Sinematek’te yakın zamanda restore edilmiş hâliyle ilk kez Türkiye’de seyirciye sunulan Kara Kafa filmini, bu sene Berlin’de Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan Afire’ı ve festivale dair genel izlenimlerini yazdı.
42. İstanbul Film Festivali devam ediyor. Festivali izleyen yazarlarımızdan Duru Aygüven, 79. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan Laura Poitras’ın All the Beauty and the Bloodshed ve Gümüş Aslan’ı kazanan Alice Diop’un Saint Omer filmlerini yazdı.
42. İstanbul Film Festivali başladı. Festivali izleyen yazarlarımızdan Duru Aygüven, yönetmenliğini Önder Esmer’in yaptığı Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar belgeselini ve Sundance’de En iyi Yönetmen Ödülü’nü alan Litvanyalı Marija Kavtaradze’nin Slow filmini yazdı.
Duru Aygüven, caz tarihinin nev’i şahsına münhasır iki karakterinin, modern cazın taşlarını döşeyen iki müzisyenin dostluk öyküsünü yazdı: “Her caz standardında olduğu gibi her cazcının hayat hikâyesinin de farklı anlatıcıları, kayıtları, notaları var. Bahsedeceğim Thelonious Monk ve Bud Powell arkadaşlığını zaman ve mekanlara sadık kalarak anlatmak ne kadar zorsa, anılarında arkadaşlıklarının güzel kalıntılarını bulmak o kadar kolay.”
“2023’ten karanlık kaldırımlarda güneş açtıracak, yalnızca caz ve dans sevgisinin bizi cazla ıslanmış kaldırımlarda bir araya getireceği, karanlıkları dolduracak gece yarısı senfonileri diliyorum. Bir gece yarısı caz yağdığında dans edeceğiz.”
6 Kasım Pazar günü Swing Planet’in düzenlediği, Taksim’deki Dorock XL Venue’da gerçekleşecek dans gecesinde; Swing Planet’in DJ’leri, ardından Jazz Matiz’in canlı müzikleri eşliğinde bir zaman yolculuğuna çıkacağız. Her hafta düzenlenen swing dans gecelerinin dans edenlerden etmeyenlere, dans etmeyi çok sevenlerden çekinenlere ve yalnızca müziği duymak isteyenlere kadar herkese açık olduğunu belirterek ilgilenen herkesi bizimle dans etmeye davet ediyorum. Birkaç saatliğine her şeyin güzel olacağı, haftanın gülümsemelerle biteceği o anlarda görüşmek dileğiyle…
Filmekimi’nin ikinci gününde, İskoç Charlotte Wells ilk uzun metrajı, Cannes’da French Touch Prize of the Jury ödülünü alan Güneş Sonrası bizi Muğla’ya tatile gelen genç bir baba ve on bir yaşındaki kızının gezisine; Hlynur Pálmason’un yönetmenliğini yaptığı, bu yıl Cannes’ın ana seçkisi Un Certain Regard’da gösterilen Godland veya Tanrı’nın Unuttuğu Yer ise bizi yönetmenin kendi hayatı ve kurgu dünyasının kesişimine götürüyor.
Salon İKSV İstanbul’da sonbaharı güzel kılan, bizi adı üzerindeki salonunda güzel konserlerle ağırlayan yerlerden bir tanesi. Yeni döneminin ilgi çeken konserlerinden HOMESHAKE’in yaratıcısı Peter Sagan’ın gitarının sesine yakın dönemin alternatif indie melodilerinden aşinayız. 12 Ekim Çarşamba günü Peter Sagan’ın evde olmak kadar huzurlu, bulutların üzerinde olmak kadar hafif hissettirecek konseri için Salon İKSV’de buluşacağız.
Film festivalleri boyunca izlediğim filmlerin müzikleri uzun otobüs yolculuklarıma eşlik eder. Bu gece eve dönerken Tunus’a ve Nikaragua’ya geri döndüm. Film seçerken geri dönmek isteyeceğim melodileri bulmayı umuyorum.
Tom Waits yağmurlu bir günde bir taksinin arka koltuğunda doğdu. Amcası Robert’ın dediklerine göre taksi kırmızı ve beyazdı, taksimetre çalışıyordu. Dileklerine rağmen Tom Waits büyüdü. Müzisyen oldu, bununla yetinmedi cerrah oldu. En azından olduğunu söylüyor Coffee and Cigarettes’te Iggy Pop’a. Iggy Pop, California’da bir yerde, bir bar masasında Tom Waits’e kahve ısmarlıyor. Tom Waits yorgun. Otoyolda arabasını kenara çekmiş bir ailenin bebeğini doğurtmuş. Cerrahi kariyerinden, müzik ve tıbbın birleştiği o yerde nasıl yaşadığından bahsediyor. Sözlerinin bir kısmı kendi içinden, bir kısmı Jim Jarmusch’un yazdığı senaryodan dökülüyor.
Yağmurlu bir akşamda İstanbul’un kalabalığının içinde annemle bir taksi çevirdik. Takside Tom Waits’in Night on Earth albümü çalıyordu. Taksiciyle yağmurlu havada, şehir kalabalığının içine Tom Waits’in puslu sesinin ne kadar yakıştığını konuştuk. Hedefimize vardığımızda şoföre teşekkür edip hızla taksiden indik. Hafifçe çiseleyen yağmur damlalarının arasından yolu açıp başlamak üzere olan filmimize koştuk. Yerlerimizi aldık. Kafamı sakince ıslatan yağmurun altında izleyecek daha iyi bir film olamazdı. Singin’ in the Rain işte böyle başladı.
Washington Square’deki The Living Theatre’ın önünden geçen yönetmen Shirley Clarke, Jack Gelber’ın 1959’da yazdığı tiyatro oyunu The Connection’ı izlemek için sokaktaki kedilerin yanından geçerek tiyatro salonuna girdi. Yanından geçen kedinin sesi, aklına en sevdiği çizgi film Felix the Cat için Paul Whiteman ve orkestrasının kedi miyavlamalarıyla başlayan bestesini getirdi. Etrafı cazcılarla çevriliydi. Bilet almak için girdiği salonda bir cazcı ona yaklaştı, terlemişti, elleri titriyordu. Uyuşturucu istiyordu. Shirley Clarke, saksafoncu Jackie McLean’le karşılaştı. Oyun başlamıştı.
Tren kalkmak üzere, düdüğü birazdan çalacak. New York uyanıyor. Tan ağarıyor. Uykulu insanlar tren garına varıyorlar. Kalıba dökülen pirinç, altın sarısı üflemeli çalgılara dönüşüyor. Eline bir kalem alan Duke Ellington Daybreak Express’in giriş notalarını yazmaya başlıyor.