Çağdaş Dönem Müziğinde Estetik ve Felsefi Paradigma
Felsefe (hikmet sevgisi) eski yunanda felsefi söylem ve felsefi yaşamın ayrımı üzerine kuruluydu. Socrates “ben size ahlakı anlatamam davranışlarıma bakın” diyerek bu ayrımın formunu somutlaştırıyordu. İslam felsefe geleneğinde felsefi söylem sentetik bir dil üzerine kurularak felsefi yaşam formu (tasavvuf) olabildiğince geniş tanımlar, paradokslar ve metaforlar ile ifade edilmeye çalışılıyordu. Modern Batı literatüründe (ise) felsefe analitik bir dil ile felsefi yaşam formu (rasyonalite) olabildiğince mantık ve matematiksel değerler üzerinde kurgulanan bir nitelik taşıyordu. Endüstri devrimi ve rasyonalitenin sistem kurmaya yönelik bir mühendisliğe indirgenmesiyle birlikte anlam, dil ve felsefi yaşam birlikteliği sadece bilim, inovasyon ve teknoloji eksenine kaymaya başladı.
Çağdaş dönem müziği, böyle bir entelektüel ve estetik dönüşüm içerisinde kendine kimlik kazanmaya çalışıyordu. Wagner sonrası süreçte armonik yapının giderek belirsiz bir niteliğe kavuşması, çağdaş bestecilerin yenilikçi ve deneysel çalışmalar yapabilmesi için önemli bir fırsat sunacaktı. Bu fırsatı değerlendiren en önemli besteci Debussy olmuştu. Etkisi o kadar kuvvetli olmuştu ki Korsakov, öğrencisi olan Stravinsky’e uzun sure Debussy dinlememesini tavsiye etmiş. Belli bir olgunluğa ulaşmadan dinlenirse çok hızlı bir şekilde etkisi altında kalabileceğini söylemiş olmasına rağmen Stravinsky o etkiden uzak duramamıştı. Debussy, Wagner tarzı armonik yaklaşımları, kilise müziği ve modal yapılar ile özel bir sentez formunda kendi dilini ortaya koymuştu.
Schoenberg çok daha kavramsal bir yolda ilerleyerek geleneğin dönüşmesinde matematiksel permütasyonlar vasıtasıyla melodik ve armonik doku yaratmaya çalışıyordu. Bunu yaparken bilim adamı yaklaşımıyla geleceğin dilini kurmaya çalışıyordu. Hatta kendisini müziğin Einstein’ı olarak görüyordu. Benzer bir şekilde dil felsefesinde yapılan çalışmalarda mantık üzerinden dilde anlamı dışlayan bir form geliştirilmeye çalışılıyordu. Wittgenstein’ın özellikle ilk dönem yaklaşımında bu yapı hakimdi. Iannis Xenakis, Le Corbussier’in Phillips Pavilions’a ait mimari modelleri çağdaş müzik çalışmalarına adapte edip müzik form ve anlam ilişkisine başka bir perspektif katmaya çalışıyordu. Bu çalışmaların zirve noktası Spectral, müzik tarzındaki yenilikçi ve deneysel yaklaşımların Gerard Grisey ve Tristan Murail eserlerinde somutlanması olmuştur.
Bu yaklaşımların en temel ortak noktası sanat üretimi ve ifade arasındaki anlam ilişkisinin matematiksel, fiziksel ve geometrik alanlar ile çizilmiş bir kümede var edilmesidir. Anlam ilişkisinin bu kadar teknik bir alana indirgenmesi popüler sanat için çok büyük bir alan açacaktı çünkü kitleler için anlamın bu kadar teknik bir unsura indirgenmesi müziğin bir laboratuar çalışması olarak görülmesine neden oldu. Kitlelerin duygu ve anlam arasındaki ilişkiye verdiği değer popüler sanat ve endüstri tarafından çok kolay manipüle edilebilen bir forma bürünmüştü. Bu manipülasyon belli bir yerden sonra nitelikten çok daha fazla tanınma kaygısını öne alan bir sosyal değer yaratmaya başladı. Bu sosyal değerin gücü arttıkça bütün müzik dallarında takipçi sayısına göre değer alan bir müzisyen kimliği oluştu ve müzik türleri arasında bu bağlamda pek bir ayrım kalmamaya başladı. Müzisyenler ve müzik kurumları belli oranlarda popüler sanat endüstrisinin kodlarının dışında hareket etme imkanı bulmakta zorlanıyordu. Bunun en güzel örneklerinden biri; Berklee müzik okulu, bir öğrencisinin güzellik yarışmasında kazandığı dereceyi sosyal mecrasında okulun bir başarısı olarak sunuyordu. Beğenilme kaygısının ve popüleritenin bu kadar öne alındığı bir çağda geldiğimiz en çarpıcı sonuçlardan biri şudur ki, çagdaş olsun caz olsun popüler müzik olsun herkes ortak bir soruda buluşmuştu; takipçi sayısını arttırmak için nasıl bir içerik üretmek gerek?