Taşra Üçlemesi Caz Projesi: Kubilay Devrim Dikkaya ve Yigit Özatalay ile Söyleşi

Altın Palmiye sahibi, dünyanın en saygın yönetmenlerinden biri olarak kabul gören Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri Taşra Üçlemesi olarak da adlandırılır. Taşra Üçlemesi Caz Projesi, bu üç filmden seçilen onbir sahne üzerine caz parçalarından meydana gelmektedir. Konserler, seçilen sahnelerin sinema perdesinden izleyicilere gösterilirken müzisyenlerin aynı anda bu besteleri sahnede icra etmeleri şeklinde gerçekleşecektir. Projenin bestecisi piyanist Yiğit Özatalay’a, saksafonda Barış Ertürk, davulda Mustafa Kemal Emirel eşlik ediyor. Projenin yapımcısı Kubilay Devrim Dikkaya ve besteci piyanist Yigit Özatalay ile konuştuk. Keyifli okumalar.

Yiğit Özatalay, Barış Ertürk, Mustafa Kemal Emirel

Projenin doğuş aşamasından bahsedebilir misiniz? Fikir ilk ne zaman ortaya çıktı?

Kubilay Devrim Dikkaya: Proje Tarkovsky Quartet‘i izlememle ortaya çıktı. Andrei Tarkovsky, Federico Fellini, Vittorio De Sica, Michelangelo Antonioni, Rainer Werner Fassbinder gibi birçok auteur yönetmenlerin sıkı takipçisiyimdir. Bunların içinde Tarkovsky en beğendiğim yönetmenlerden biridir. Yıllar önce Norveçli bir topluluk, Tarkovsky’den ilham alan Tarkovsky Quartet adında bir caz topluluğu kurdular ve konserler vermeye başladılar. Onların konserlerinde Tarkovsky filmlerinden sahneler gösterilirken önde grup çalıyordu. Nuri Bilge Ceylan da bir Tarkovsky hayranıdır. Ben bu proje ile iki fikri birleştirmiş oldum. Tarkovsky Quartet’in parçaları yönetmenin kendisinden, karakterinden ilham alınarak yapılsa da filmlerdeki herhangi bir sahnenin üzerine caz bestesi yaptıklarını görmüyoruz. Bizim projemiz bu anlamda farklı oldu. Biz Nuri Bilge Ceylan’ın Taşra Üçlemesi kabul edilen ilk üç filminden (Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak) on bir sahne seçtik ve bu sahneler üzerine caz besteleri yapıldı. Bildiğiniz gibi Nuri Bilge Ceylan filmlerinde klasik müzik kullanmayı tercih eden bir yönetmendir. Ceylan, sinemasında ve filmlerinde müziğe, özgün beste yapmak anlamında pek önem vermez. Klasik müzik kullanırken bunu en iyi şekilde, filmin dramatik yapısına en uygun müzikleri seçer. Eğer sahnelerinde caz müzik kullansaydı nasıl bir sonuç çıkardı diye bir soru attık. Aslında proje bundan doğdu.

Kasaba (1998) – Köyün Delisinin Hüznü, Sınıftaki Düşler, Ormandaki Kardeşler, Saffet’in Yalnızlığı 1

Nuri Bilge Ceylan sineması üzerinden bu projeyi gerçekleştirmenin sizin için önemini anlatır mısınız?

Kubilay Devrim Dikkaya: Ben tam bir Nuri Bilge Ceylan hayranıyımdır. Ceylan’ın tüm filmlerini izlemenin yanında basılmış senaryolarına, çektiği fotoğraf albümlerine ve onun için yazılmış kitaplara sahibim. Kütüphanemde özel bir yeri vardır. Ayrıca Nuri Bilge Ceylan üzerine 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema bölümü ve çeşitli kültür merkezlerinde sunumlar yapıyorum. Nuri Bilge Ceylan sinemasında gördüğüm tutarlılık dolayısıyla her filmini merakla bekliyorum. Müzikle olan ilgimden dolayı Ceylan’ın filmlerini caz müzikle birleştiren proje fikri kendiliğinden ortaya çıktı. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde caz müzik nasıl olurdu fikrinin bir yerlere gelmesi, bu fikri insanların kabul etmesi, festivallerin bu projeye yer vermesi, beste çalışmalarının başlaması ve müzisyenlerin bu fikir etrafında toplanması beni çok mutlu ediyor.

Sahne seçim süreci nasıl işledi? Seçimlerinizi belirleyen unsurlar neydi?

Kubilay Devrim Dikkaya: Müzisyen arkadaşlarımla beraber ilk üç filme oldukça hâkimdik, sahneleri çok titizlikle seçtik. İnsanlar birtakım replikler söylerken, diyaloglar yaşanırken onun üzerine müzik yapmak, arkada karakterlerin dudaklarını okunmaya çalışması gibi şeyler olsun istemedik. Bundan dolayı bazı sahneleri kendimiz tekrardan kurguladık. Kasaba filminde “Ormandaki Kardeşler” diye bir sahnemiz var. Burada iki öğrenci ormana girerler, ormanda bir mezarlık vardır. Orada erik yerler, kaplumbağa ile oynarlar, biraz vakit geçirirler. Fakat bu sahnelerin arasına filmdeki Saffet karakterinin yer aldığı ya da bunun gibi başka sahneler girer. Biz bu parçalanmış kurguyla araya giren sahneleri attık, sadece çocukların olduğu sahneleri kullanmak istedik. Ve onların birbirleriyle konuştuğu sahneleri de attık. Bir nevi video klip gibi çalıştık. Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafçılık döneminde gelen sessizlik öğelerinin fazla olduğu, mekânların uzun planlarla çekildiği, fotoğrafik sahnelerden meydana gelen uzun sekansların olduğu şiirsel bir sinema anlayışı vardır. Özellikle bunları tercih etmek istedik. İnsanlar bizim konserlerimize geldiklerinde Ceylan’ın sahnelerinin yapboz parçalarından oluşan, onların yeniden bir araya gelmiş, bir bütün oluşturmuş halini görecekler. Sahnelerdeki her bir hareketi müzikle uyumlamaya çalıştık, müzisyenlerimiz buna çok dikkat etti.

Mayıs Sıkıntısı (2000) – Kozadaki Geçmiş, Taşradaki Çocukluk, Saffet’in Yalnızlığı 2, Ormandaki Baba

Projenin gerçekleşme sürecinde önce bestelediğiniz müzik mi vardı, yoksa sahneler mi? Sahneler ve müzik arasında etkileşim nasıl gerçekleşti?

Yiğit Özatalay: Sevgili Devrim Dikkaya bu projeyi bizimle paylaştığında, tabii ki öncelikle sahneler vardı elimizde. Yani sahne odaklı, sahnelerin merkezde yer aldığı bir proje inşa etmemiz gerekiyordu. Ancak şundan da bahsetmek gerekir ki, birçok sahne için tamamen özgün besteler ürettiğim kadar, kimi sahneleri daha önce bestelemiş olduğum müziklerle de örtüştürdüğüm oldu. Yani iki taraflı bir süreç bu. Tiyatro müziği üretiminde ve opera yazımında da böyledir. Besteci daha önce yazmış olduğu küçük malzemeleri daha büyük işlerde, farklı formlarda ve o bütünlüğe oturabilecek bir şekilde kullanabilir. Burada önemli olan o atmosfere, o akışa ve o estetiğe uyum göstermesidir. Mesela Rossini’nin, Wagner’in operalarında bunu hep görüyoruz; önceden var olan malzemelerin “geri dönüşüm”lerini… Veya Bach’ın Si Minör Missa’sında kendi yazmış olduğu eski bir kantatı tekrar kullanması… Ben de var olan malzemeyi tekrar kullanmak konusunda ilgiliyim -yüksek lisans tezimi de bu konu üzerine yazmıştım- ama dediğim gibi önemli olan yeni ve özgün bir sonuca ulaşabilmek. Toparlamak gerekirse, bu projedeki konumumuz, Nuri Bilge Ceylan’ın üç filminden sahnelerin merkezde durması ve müziğin bu sahnelerle senkronize bir eşlik halinde sunulması şeklinde özetlenebilir.

https://youtu.be/hCtDtnMDkC4

Filmin içinde görülen durumlara hangi boyutta bir anlam katmak istediniz?

Yiğit Özatalay: Sanatta anlam tartışılan ve üzerine çok şey söylenebilecek bir konu. Dildeki anlamdan çok farklı ve zaten bu yüzden sanat var, bu yüzden sözle anlatamadıklarımızı sanatla ifade ediyoruz. Ve tam da sözden daha güçlü olduğu için üzerine düşünmek, kafa yormak gerekiyor. Benim Nuri Bilge Ceylan’ın sahnelerine anlam katmakla ilgili konumum, oradaki anlamı güçlendirmek olmaya çalıştı. Yeni bir anlam oluşturmak, yeni bir yorum yaratmak istemedim. Genelde herhangi bir şiiri bestelediğimde de bunu yapmaya çalışıyorum. O şiirin söylemek istediğini, bağlamını değiştirmeden biraz daha açmak, açımlamak ve onu öne çıkarmaya çalışmak oluyor amacım. Bu projede de müziğin eşlik konumunda, güçlendirici, altını çizici bir konumda olması gerektiğini düşündüm. Dolayısıyla var olan anlamı bozmak ya da yorumlamak yerine onu olabildiğince perçinlemek istedim.

Filmlerinde müziğini ve sesini; doğadan, doğal olanın yarattığı atmosferden ve karakterlerinin suskunluklarından yaratan bir yönetmenin filmlerindeki sahneler üzerine müzik yapmanın imkânlarından ve zorluklarından bahsedebilir misiniz?

Yiğit Özatalay: Bu benim de düşündüğüm ve üzerine kafa yorduğum bir konuydu. Dediğiniz gibi, Nuri Bilge Ceylan sessizliğe çok önem veriyor. Gereksiz hiçbir şey söylemeden ya da duyurmadan, sadeliğe, yalınlığa olabildiğince bağlı kalarak ilerlemeye çalışıyor, özellikle bu üç filmde. Ve tabii müziğin de bu estetikten bağımsız olmaması gerekiyor. Ben bestelediğim müziklerde zaten sessizliğe önem veren, onun gücüne inanan biriyim. Bu projede de sessizliği olabildiğince kullanmaya, onun sesleri öne çıkaran gücünü göz ardı etmemeye çalıştım. Burada şundan da bahsetmek lazım, sizin de sorunuzda bahsettiğiniz gibi, tam olarak sessizlikten bahsetmiyoruz ama doğal olanın sesinden bahsediyoruz çoğu zaman. Bir kuzunun melemesi, bir kapının açılma sesi ya da eşeğin çıkardığı bir ses… Bütün bunlar, aynı John Cage’in sessizlikten anladığı gibi, küçük seslere tekabül ediyor aslında. Bu sesleri de biz projemizde kullanmaya çalıştık, çoğu doğal sesi, olduğu gibi, müziğin içerisinde bıraktık. Hatta müziğin ilerleyişinde yürüyüş sesi gibi, telefonu kapatma sesi gibi doğal sesler birer referansa dönüştü ve bize yol gösterdi. Hem sessizlikten hem de doğal seslerden yararlanarak müziği kurmak gerekiyordu. Aksi oldukça yapıştırma ve eklektik bir çalışmaya dönüşecekti.

Uzak (2002) – Saffet’in Yalnızlığı 3, Karanlıkta Bekleyen Aşk, Fotoğrafçının Yalnızlığı

Hayatın rutinine sıkışmış, herhangi bir sürprizle karşılaşmaktan belki de umudunu kaybetmiş ve hayatın avuçlarına kendilerini bırakmış karakterlerin hayatına müziğinizle nasıl bir kapı aralıyorsunuz?

Yiğit Özatalay: Aslında ben de bir taşralı olarak görüyorum kendimi. Isparta doğumluyum. Dokuz yaşıma kadar orada yaşadım. Taşranın yaşam şeklini, şehirden farkını, rutinini tanıdığımı düşünüyorum. Bu filmlerle bir taşralı olarak da bağ kurma şansım oldu bir yandan. Üç filmde de rutin fikri belli bir yerde duruyor. Ancak umudunu kaybetmiş ya da kendilerini tamamen teslim etmiş bir ruh halinin de pek olmadığını düşünüyorum. Özellikle Mehmet Emin Toprak’ın canlandırdığı Saffet karakteri bu rutinden çıkmaya, başka şeyler yapmaya, hayatını yönlendirmeye çalışan biri. Ve bir de çocuklar var tabii. Özellikle ilk iki filmde hâkim olan çocuk sahneleri dediğiniz ruh halinin dışına çıkıyor. Çünkü çocuklar her zaman, nerede olursa olsun, yaratıcıdır, heyecanlıdır, rutine karşıdır, “devrimci”dir. Müziğin içerisinde de bu tip heyecanların, beklenmedik durumların var olması gerektiğini düşünüyorum, çünkü sahnelerin kendisinde de var. Kasaba filminde sınıftaki öğrencilerin tüyü üflemeleri veya gondolda heyecan duyan insanların çığlıkları basit gibi algılanabilecek, fakat taşradaki hayatın ritmi içerisinde büyük ve güzel olan anlar. Belki de kendi şehirli yaşamımıza da dışarıdan bakıp “gerçekten de büyük hikâyelere bu kadar ihtiyacımız var mı” diye düşünmeye iten sahneler. Dolayısıyla müzikte de her zaman için rutinin dışına çıkmaya, durağanlığı hareketle dengelemek gerektiğine inanıyorum.

Sınırları belirli alanda sıkışmış karakterlerin hayatlarında çok büyük sayılabilecek anlar olur. Şehirde yaşayanlar için küçük sayılabilecek anlar… Siz üretim sürecinizde bu anları yorumlarken nerede konumlandığınızı düşünüyorsunuz?

Yiğit Özatalay: : Bu anlardan hemen aklıma gelen örnekler, Kasaba’da köyün delisinin yere düştüğü ve çocukların gülüştüğü sahne mesela… ya da Mayıs Sıkıntısı’nda küçük çocuğun yumurtasının kırıldığı sahne. Buralardaki müzik “büyük” olaylarla senkronize, eş zamanlı olmalıydı elbette. Bestelerken bu anlarla doğrudan ilişki kurmayı, onların altını daha da çizmeyi düşündüm. Müziğin hareketine, formuna, akışına yön veren hareketler olmalıydı bu anlar. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde genelde durağan, dingin bir yapı olduğunu düşünsek de kendi içerisinde çok hareketli bir form, ince ince örülmüş bir kurgu var. Çalışma sürecim bu filmlerdeki ustalığı da daha iyi algılamamı sağladı. Çünkü ortada hali hazırda bir kompozisyon olduğunun farkına varıyorsunuz, ve siz de o kompozisyonu, örgüyü bozmadan üzerine onu güçlendirmeye yönelik bir yapı kurmaya çalışıyorsunuz. Sürecin böyle işlemesi kaçınılmaz.

Caz müzik doğası gereği doğaçlamayı ve beklenmedik olma halini bünyesinde barındıran bir tür. Nuri Bilge Ceylan filmlerindeyse, hayatın belirlediği sınırlar içerisinde zamanın içinde yaşanılan her şeye duyulan bir alışılmışlık hissi vardır. Bu iki tezat hali birleştirip performans haline getirme fikri, sanki başka düzlemde yeni bir zaman kavramı yaratmak gibi geliyor bana. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz? Sıradanlığı ve doğaçlamanın çatışması size nasıl bir katkı sağladı?

Yiğit Özatalay: Güzel bir soru. Söylediğiniz gibi, doğaçlama dediğimizde aklımıza (nedense) sürekli yeni bir şeyler sunarak ve hiç beklenmedik jestlerle, hareketlerle, motiflerle alımlayıcıyı etkilemek geliyor. Ancak, aslında bu bir diyalektik. Yani, her doğaçlamada sınırlar ve bolca klişeler de vardır. Her doğaçlamanın belli bir formu, A noktasından B noktasına gitme süreci vardır. Dolayısıyla doğaçlama, tamamen özgür yapıldığında dahi, bir yön, amaç ve çerçeve çizmeyi gerektirir. Çünkü özgürlük sorumluluktur. Diğer taraftan baktığımızda, alışılmışlık hissi içerisinde de birçok beklenmediklik var aslında. Mesela Kasaba filmindeki kardeşler sürekli yeni bir şeyler keşfederek dolaşıyorlar ormanın içerisinde. Bir anda bir ses duyuyorlar, ama o sesin ne olduğunu anlayamıyorlar, mezar taşı var orada, akıllarına korkutucu hikâyeler geliyor. Ama meğer eşek sesiymiş, sonradan anlıyorlar. Ondan sonra bir tabanca sesi duyuluyor ama onun da cevabı belli değil. Bunlar bir anda, beklenmedik olan durumlar. Hatta kaplumbağayı ters çevirmek gibi hareketleri bile beklemiyorlar kendilerinden. Küçük kardeşin kendine bir türlü sınır koyamaması, içi içini yemesi, merak duygusu… Mesela sınıfta çocukların tüy üfleme sahnesi. Tamamen cazla örtüşebilecek bir sahne. Tüyün hareketleri o kadar beklenmedik ki orada, hiçbir şekilde bunu sıradanlıkla bağdaştıramazsınız. Zaten çocukları da etkileyen o. Tüy bir anda soba borusunun üzerinde kalıyor. Bu hem çok güzel, hem de yönetmen açısından ustalık gerektiren, yakalanması zor bir an. Başka bir taraftan, Mayıs Sıkıntısı’nın sonunda ormandaki baba gözlerini kapadığında acaba hayatı mı sonlandı, yoksa gerçekten uyudu mu diye düşünüyor insan. Bu da bir beklenmediklik ve insanı gerçekten merakta bırakıyor. Dolayısıyla sıradanlıklar aslında sürekli beklenmediklerle kurulu. Kurulu da olması gerekiyor. Zaten bizim de filmi izlememizi sağlayan bu. Hep bir açıklık, eksiklik bırakmalı sanatçı; bu müzik için de geçerli, sinema, tiyatro ve tüm sanatlar için de.

Sinema ve müzik arasında yadsınamayacak kadar kuvvetli bir bağdır. İki disiplin yaşanılanı, başımızda geçeni, kurduğumuz ilişkileri anlamlandırma ve aktarma çabamızda çoğu zaman kurtarıcımız ve yardımcımız olur. Bu iki disiplini bir araya getirerek dinleyicilerinizi ve izleyicilerinizi beraberinizde götürmek istediğiniz hisler diyarını biraz tarif etmeniz mümkün mü?

Yiğit Özatalay: Evet, sinema ve müzik, gerçekten çok etkili -belki de en etkili- sanatlar, tek başlarına olduklarında dahi. Birleştiklerinde ise insanı çok kolaylıkla başka hisler diyarına götürebiliyorlar. Benim götürmek istediğim bir yer varsa, bu elbette ki Nuri Bilge Ceylan’ın bu üç filmindeki fikir ve hisler dünyası olur. Bir şiire, filme, tiyatroya müzik yapmak, kısacası bir iş üzerine başka bir iş yapmak durumunda, var olan işi çok iyi anlamak gerekiyor bence. Yazdığım müzik, bu filmlerin arkasında kalmayı göze alan bir müzik olmalı, diye düşünüyorum. Çünkü bu filmlerin anlatım zenginliğine bir inanç duyuyorum, kendimi onların aradığı sesi, müziği bulmaya çalışırken hissetmeye çabalıyorum. Amacım filmleri öne çıkarmak, onları bağlamından koparmadan “seslendirmek”. Bu tamamen benim değil birlikte çalıştığımız müzisyen arkadaşlarımın ve en başta Devrim Dikkaya’nın da ortak çabası.

Müziğe sinemadan bakmak ya da sinemadan müziğe bakmak sizin için nasıl bir deneyim oldu?

Yiğit Özatalay: Müzik ve sinema ilişkisi her zaman ilgimi çekmiştir. Bu ilgim, daha büyük ölçekte görmek gerekirse, müziğin anlatıcılığına duyduğum inançla alâkalı. Yani saf bir müzik yazdığımda bile onun hikâye anlatıcısına dönüşmesini istiyorum. Çünkü ne kadar hayatla bütünleştirebilirsem müziği, ne kadar gerçek hayata dair bir şeyler söyleyebiliyorsa o müzik (sözsüz olmasına rağmen), o kadar başarılı buluyorum kendimi. Tiyatroyla yakınım, on yılı aşkın bir süredir Dostlar Tiyatrosu’nda müzik direktörü ve piyanist olarak çalışıyorum. Yürüyen Merdiven adlı grubumuzla da şiirler üzerine besteler yapıyoruz ve çalıyoruz. Dolayısıyla söz-ses, metin-müzik ilişkisi her zaman odağımda. Müziği işlevsel bir şekilde kullanmaya çalışıyorum. “Taşra Üçlemesi Caz Projesi” sinemayla bu işlevselliği kurmaya dair en kapsamlı işlerden biri oldu benim için. Bunun belli nedenleri var tabii ki. Öncelikle iki senelik bir besteleme sürecine yayıldı. Dolayısıyla ince çalıştık, olabildiğince özen göstererek, düşünerek, silerek, yeniden yaparak ilerledik ve bu ilerleyişte Devrim Dikkaya’nın ve Mustafa Kemal Emirel’in de çok katkısı oldu benim için. Diğer bir neden, günümüzde yaşayan en değerli ve çağdaş yönetmenlerden birinin yapıtlarıyla ilişki kurmaktı. Dolayısıyla kendimizi ait hissedebileceğimiz, çok heyecanlanabileceğimiz bir projeydi. Burada önemli olan mesele bütünlüktür bence. Yani bu üç film arasında müzikal açıdan da bir bütünlük kurabildiysek, başarımıza dair küçük bir veri olabilir bu. Aklıma Kieślowski’nin Üç Renk’ine yaptığı müziklerle Zbigniew Preisner geliyor mesela.. veya Pedro Almodóvar ve Julio Medem ile birçok filmde çalışan Alberto Iglesias geliyor. Bu besteciler o yönetmenleri gerçekten iyi tanıyarak ve özümseyerek, onların filmlerine bir karakter verirler. Bu, filmler içerisinde zamanla bir kimliğe dönüşür. İşte biz o kimliğe dair küçük bir katkı sunabilirsek kendimizi biraz olsun bir şeyleri başarmış olarak hissedebiliriz.

■ Sizi izlemek ve dinlemek isteyenler nerelerden takip edebilirler?

Kubilay Devrim Dikkaya: https://www.tasrauclemesicazprojesi.com/ adlı internet sitemizden ve tasrauclemesicazprojesi instagram hesabımızdan bizi takip edebilirler. Yakında duyuracağımız YouTube kanalımızdan da bizi dinleyebilirler.

Enes Kudu

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve TV bölümü mezunu. Onbironsekiz adlı bir podcast platformunda programcılık ve editörlük yaptı. Bir konser salonunda "Program Koordinatörü" olarak görev yapıyor. "Zamanlama Gerektiren Filmler" adlı instagram, blog ve youtube sayfasında içerikler üretmeye devam ediyor.

Enes Kudu 'in 24 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Enes Kudu ait tüm yazıları gör

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir