Akbank Caz Festivali

Anekdotlar ile Dexter Gordon

Paris’in dar sokaklarında yankılanan bir tenor saksofon sesi, geceyi inceden delerken bir grup dinleyici, Montmartre’daki küçük bir caz kulübe akın akın geliyordu. İçeride, uzun boyuyla dimdik ayakta duran, neredeyse tavanla göz göze gelen biri vardı: Dexter Gordon!

Uzun pardösüsü, ağzının kenarına iliştirdiği sigarası ve her zamanki sakin gülümsemesiyle sahnedeydi. Saksofonunu kavrarken acele etmiyordu. Zamanı çoktu. Sanki hep zamanı olmuş gibi. Burada ince ve buruk bir gülümseme beliriyor yüzümde…

Our Man in Paris albümünün iç kapak fotoğrafı (1964)

Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan, Avrupa’da yeniden hayat bulan bir adam Dexter Gordon. 1940’ların sonunda bebop’un ateşi yükselirken, genç yaşında Lionel Hampton ve Billy Eckstine gibi büyüklerle sahne alıyordu. Ama ne zaman sahneye çıkıp çalmaya başlasa, dinleyicinin gözleri kadar kulakları da büyülenirdi. Çünkü Dexter yalnızca müzik yapmıyordu. O bir hikâye anlatıcısıydı. 1.96 metre boyundaydı. Bu yüzden sık sık Long Tall Dexter lakabıyla anılırdı. Sahnedeki heybetli duruşu ve zarif hareketleri, en az müziği kadar dikkat çekerdi. Dexter Gordon’u sahnede izleyenler, onun saksofonu dans ettirdiğini söylerdi. 

“Ladies and Gentlemen!.. Şimdi çalacağım parça, sabahın dördünde, Paris’te yürürken duyduğum rüzgârın sesine benzer.”

Dexter, sololarının arasına sık sık konuşmalar yerleştirirdi. Bu konuşmalar bazen doğrudan seyirci ile diyalog halinde olurdu. Bazen de bir film repliği ya da şiirsel bir söz söyler, izleyenleri büyülerdi. Bir keresinde, New York’ta küçük bir caz kulübünde çalarken, parçanın ortasında birden durdu. Saksofonunu indirdi. “Ladies and Gentlemen!.. Şimdi çalacağım parça, sabahın dördünde, Paris’te yürürken duyduğum rüzgârın sesine benzer.” dedi. Sonra çalmaya devam etti. Kimse ne söylediğini tam anlamasa da, herkes ne hissedeceğini çok iyi biliyordu. Bir defasında da, “This one’s for the lady in red… I see you!” diyerek, kırmızı elbiseli kadına göz kırpmıştı. İzleyenler şaşırdı. Bazıları gülmeye başladı. Dexter bir solo çaldı. O kadar duyguluydu ki, salonda ince bir sessizlik oldu ve kimse uzun süre konuşamadı. 

Genç yaşta yıldızı parlayan Dexter Gordon’ın sahnede konuşarak es verme hallerini, bazı eleştirmenler Miles Davis ile ilk karşılaştığı güne bağlıyorlardı. Miles ona doğrudan şöyle demişti: “Hey adamım, fazla hızlı çalıyorsun. Dinle biraz!” Dexter bu eleştiriyi ciddiye aldı ve zamanla doğaçlamalarında bu yüzden, daha fazla “nefes alma” alanı bırakmaya başlamıştı.

Dexter Gordon Paris’te.

1960’ların başında uyuşturucu sorunlarından dolayı, Amerika’dan uzaklaştı. Irkçılık, baskılar ve kendi içindeki fırtınalar onu yormuştu. Çareyi Avrupa’da, özellikle Paris’te buldu. Orada bir yabancı değil, bir kahraman gibi karşılandı. Fransız müzisyenlerle yaptığı doğaçlamalar, gece geç saatlere kadar süren jam session’lar ve Seine Nehri kıyısında geçirilen sessiz sabahlar… Dexter için Avrupa, hem bir kaçış noktası, hem de bir kurtuluştu. 

“Caz Fransızca konuşmaz. Hislerle konuşur.”

1964 yılının serin bir sonbahar gecesi. Paris’in küçük ama, havası büyük caz kulüplerinden Le Chat Noir’da sahne alıyordu. İçerisi sigara dumanıyla dolu, insanlar masa başlarında sessizce içkilerini yudumluyordu. Sahne loş, gözler tamamen Dexter Gordon’ın üzerindeydi. Uzun boyu, zarif duruşu ve elindeki saksofonuyla, sahneye ait değil de, sahnenin ta kendisi gibi duruyordu. Piyanist akorları verdi. Dexter gözlerini kapattı, başını hafifçe yana eğdi ve derin bir nefes aldı. Sonra ilk notayı üfledi. Ses öyle bir çıktı ki, sanki anlatılmamış bir aşkın, yarım kalmış bir gecenin, geçmişte bırakılmış bir hayalin notası… Dexter’in her solosu, sanki geçmişin tozlu raflarından inmiş birer mektup gibi, dinleyenlerin kalbine düştü.

Konserin ardından bir Fransız gazeteci yanına yaklaştı: “Monsieur Gordon, müziğinizi burada, Paris’te anlatmak zor olmuyor mu?”

Dexter ona göz ucuyla baktı, bir sigara yaktı ve hafifçe gülümsedi: “Caz Fransızca konuşmaz. Hislerle konuşur.” 

Dexter Gordon Kopenhag’da

Paris’ten sonra Kopenhag’a geçen Dexter Gordon uzun yıllar kaldığı bu şehirde güzel dostluklar kurdu. Yakın arkadaşı Ben Webster ile güzel zamanlar geçirdi. Hatta Metallica davulcusu Lars Ulrich’in vaftiz babası oldu. Amerika’daki yıllarını da özlemiyor değildi. Loş ışıklar arasında saksofonunun içinden adeta bir şehir inşa etti. Kopenhag gecelerinde dolaşan notalar, geçmişin ruhunu fısıldıyordu. İçinde yalnızlık, umut ve özlem vardı. Bir gece sahnede Ben Webster ile çalarken, aklından Lester Young geçti. Mahlası ile “Pres”. Sessizce Ben Webster’ın kulağına eğildi ve şöyle dedi: “O olmasaydı, biz olmayacaktık“.

Ve o anda solosu değişti. Daha pürüzsüz, daha kaygan bir tınıya büründü. Lester’ın tonuna bir selam gönderir gibiydi. Seyirciler anlamadı belki ama, Dexter ile Ben, Lester ile telepatik bir iletişim kurmuştu. O gece, Kopenhag’da çaldıkları her parça, yıllar önce Kansas City’de başlayan bir melodinin devamıydı.

Arka solda Dexter Gordon, önce Ben Webster

Ve bir anekdot var ki, bu sanıyorum benim Dexter Gordon ile ilgili okuduğum en sağlam hikaye. Anlatmak isterim. 

1920’lerin Los Angeles’ı… Şehrin güneyinde, siyahilerin yaşadığı mahallelerde bir doktorun ismi kulaktan kulağa yayılıyordu: Dr. Frank Gordon!. Hem maharetli bir hekimdi, hem de hastalarının dertlerine sadece reçetelerle değil, insani bir sıcaklıkla yaklaşan nadir insanlardan biriydi. Bir gün muayenehanesinin kapısı açıldı. İçeri genç, zarif giyimli, ama bitkin bir adam girdi. Adını “Duke Ellington” olarak söyledi. Dr. Gordon önce başını salladı, sonra gülümsedi. “Adınızı duydum. Müziğiniz methediliyor.” dedi. Ellington, onaylarcasına hafifçe başını eğdi, gözlerinde hem yorgunluk, hem umut vardı. Dr. Gordon onu muayene ederken sohbet koyulaştı. Müziğe olan tutkusundan, sahnelerin zorluğundan, Harlem’den, umutlardan söz ettiler. Ayrılırken doktor elini genç piyanistin omzuna koydu, “Yolun uzun, ama senin gibi adamlar yürümeyi bırakmaz. Devam et, müziğini dinleyeceğiz.”dedi. Yıllar geçti. Dr. Gordon’un oğlu, evin arka odasında babasının plaklarını dinleyen, gün boyu saksofonuyla nefes alıp veren utangaç bir çocuktu. Büyüdü. Dexter Gordon adıyla, artık sahnedeydi. Tonu kalın, güçlü ve bir o kadar duyguluydu. Avrupa’da, Amerika’da, caz kulüplerinde adı yankılanıyordu. Bir konserinde, izleyiciler arasında, Duke Ellington da vardı. Dexter’ın performansını hayranlıkla dinledikten sonra, yanındakilere dönüp yavaşça fısıldadı: “Bu çocuğu hatırlıyorum. Babası benim doktorumdu.” dedi. Ve bir gülümseme yayılıverdi yüzüne Duke Ellington’ın… Zamanın, müziğin ve kaderin ne kadar zarif bir örgüyle insanları birbirine bağladığını bilen bir gülümseme. 

‘Round Midnight (1986) filminden bir sahne

Dexter Gordon, yıllar sonra 1986 yılında, Round Midnight filmiyle sinema perdesine adım attığında aslında kendisini oynuyordu. Filmdeki Dale Turner karakteri, Dexter’ın Paris yıllarına, yalnızlığına ve müziğine ayna tutuyordu. Bu rolle Oscar’a aday gösterildi. Belki de ilk kez, cazın dışındaki insanlar onun kim olduğunu fark etti. Set arasında, ziyaretine gelen bir hayranına, şöyle dedi. “Ben müziği bir tiyatrocu edasıyla çalıyorum. Her solo, benim için bir sahnedir.” Sanıyorum bu anekdot, onun doğaçlamalarındaki hikâye hissinin sebebini de net olarak açıklıyor.

Dexter hiçbir zaman sadece notalardan ibaret değildi. Uzun boyu, ağırbaşlı sesi, yarı espri yarı bilgelik dolu bakışları ve elbette saksofonundan çıkan o karanlık ama sıcak ton… O her zaman sahnedeydi; şehirler değişse de, kulüpler küçülse de, seyirciler yenilense de. O bir efsane değildi, çünkü hâlâ bir insandı. Kusurları, bağımlılıkları, pişmanlıkları vardı. Saksofonunu eline her aldığında, hayatın bütün o karmaşası bir anda düzene girerdi. Zaman yavaşlar, gece uzar ve Dexter Gordon’un sesi, bir gölge gibi üzerimize düşerdi: sakin, ağır ve unutulmaz. 

Mine Gürevin’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
Dexter Gordon’dan El Alan Lars Ulrich
Ben Webster: O bir saksofon devi
Dexter Gordon: Bir Amerikan Orijinali
Dexter Gordon: Hoşçakal Kopenhag
Dexter Gordon resmi web sayfası

Mine Gürevin

Yeme içme kültürüne düşkün bir matematikçi. Fermantasyon etkisinde müzik yazıları üretmeyi seviyor.

Mine Gürevin 'in 82 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Mine Gürevin ait tüm yazıları gör