Dexter Gordon: Bir Amerikan Orijinali
Bana özel bir durum mu, bilmiyorum, insan bazen sevdiği birisini anlatmakta zorlanıyor, hele de o vazgeçilmezleri arasına katıldıysa. Düşünün ki yaşamınızın otuzdan fazla yılında size eşlik etmiş bir insan var ve onu anlatmaya nasıl başlayacağınızı bilemiyorsunuz. Bir çeşit presbiyopi, ilerleyen yaşla beraber beliren yakın görme bozukluğu, bu kusurun akılda rastlanan hali. Yine de bir yerden başlamalı, belki bana göre başından ya da ona göre sonundan, aslında ortasından…
Üniversiteyi bitirdiğim yılın hemen ertesinde tanıştık. Caz dinlemeye başladığımı söylediğim bir arkadaşımın mutlak tavsiyesi üzerine gitmiştim, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. O gün izlediğim Bertrand Tavernier filminden sonra hayatım değişti, Round Midnight ile birlikte Dexter Gordon hayatıma girdi ve sonrasında ne caz ne de Gordon peşimi bıraktı. Ben de onların peşini bırakmadım.
Round Midnight, caz müzisyenlerini gerçeküstü/dışı ya da mitik karakterler olarak gören anlayışı sarstığı gibi önyargıları da kırıyor, karakterleri erişilebilir kılıyor, sahne dışı yaşamlarını gerçekçi şekilde sergiliyor ve üstüne öyküsünü üstün derecede sanatsal bir dille aktarıyordu. Filmin caz kültürü açısından asıl önemi ise Dexter Gordon’ın muhteşem oyunculuğuydu, filmde yarattığı gerçekçilik hissi öylesine etkileyiciydi ki, Marlon Brando mektubunda, son on beş yılda ilk kez oyunculuk hakkında bir şeyler öğrendiğini yazıyor, John Goodman ise filmi izledikten sonra sinemayı bırakmayı düşündüğünü söylüyordu. Gordon için Brando’dan, Goodman’dan bu övgüleri almak Oscar’ı kazanmaktan daha önemli ve değerliydi.
Bu, Dexter Gordon’ın ilk sinema deneyimi değildi. Jenerikte adı geçmemişse ve repliği olmamışsa da henüz yirmilerindeyken iki filmde küçük roller almış, trompetçi Bix Beiderbecke’in yaşamından esinlenmiş Young Man with a Horn (1950) ve Chino cezaevinde çekilen Unchained (1955) filmlerinde müzik grubunun üyesi olarak görünmüştü. Sinemaya aktarılmış halinde yer almamışsa da, Jack Gelber’in kült oyunu The Connection‘ın (1960) müziğini icra eden grupta saksofon çalmış, hatta iki bestesi ile müziklerine katkı sağlamıştı. Ancak sinema sanatı ile en alışılmadık ilişkisi, Danimarkalı yönetmen Ole Ege’nin sinemalarda gösterime giren sert porno türündeki Pornografi: En Musical (1971) filminin müziklerini yapması, bununla kalmayıp filmde de gözüküyor olmasıydı. Neyse ki, rolü, en iyi bildiği işti; sahnede çalıyordu… Son olarak Awakenings‘de (1990) cameo bir rol almışsa da, en önemli rolünü Round Midnight’da oynadı.
Başarılı oyunculuğunun altında yeteneğinin yanı sıra -muhtemeldir- canlandırdığı karakterin Bud Powell ya da Lester Young kadar kendi yaşamından da izler taşıyor olması yatıyordu. Filmde hayat verdiği karakter Dale Turner kadar yorgundu. Zaten çok değil bir kaç ay sonra da öldüğünün haberini okudum. Hor kullanılmış bedeni ancak 67 yıl dayanabilmişti, saksofonun değdiği zamanlar hariç dudağından düşürmediği, hatta bazen saksofonuna taktığı, elinden bırakmadığı ve Herman Leonard‘ınki gibi ikonik olanlar başta olmak üzere, fotoğraflarının birçoğunu dumanlandıran sigara, nefesini kesmekle kalmayıp tabutuna son çiviyi çakmıştı.
Filmi özetleyecek değilim, meraklanmayın, ancak Dexter Gordon’ı anlatmanın, sanırım bana göre, en kolay yolu, yaşam öyküsünün filmdeki karakterle benzeşen taraflarından başlamak.
Dexter Gordon da, filmde anılan zamanlarda, 1962’de Avrupa’ya göçmüştü ancak Dale Turner’ın aksine, dibi gördüğü yılları geride bırakmış, küllerinden yeniden doğmuş ve Blue Note Records ile imzaladığı sözleşme kapsamında her biri takdirle karşılanan albümler serisine başlamıştı. Dip dediysem hakikaten de korkunç zamanlar geçirmiş olmalı çünkü anılarında Avrupa yıllarını ve son yıllarını detaylı anlatmasına rağmen 1950’lerden hiç bahsetmeyecekti. Eşi Maxine Gordon, kocasının o yıllar hakkında konuşmadığını, bunun nedeninin de kısmen o yılları yeniden yaşamak istemediği bir hata olarak görmesi olduğunu söylüyordu.
Aslına bakarsanız Dexter için hayat hiç de fena başlamamış, 1923’de Los Angeles’da, varsıl sayılabilecek bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Babası, hastaları arasında Lionel Hampton ve Duke Ellington gibi caz efsanelerinin de olduğu ünlü bir hekim. Henüz lise öğrencisiyken, Chico Hamilton ve Buddy Collette gibi dönemin gelecek vaad eden müzisyenleriyle çalmaya başlamış. Lionel Hampton, Fletcher Henderson ve Louis Armstrong’la geçirdiği birkaç yılın ardından 1944’de, Charlie Parker ve Dizzy Gillespie başta olmak üzere cazın geleceğini şekillendirmekte olan delifişek müzisyenlerden kurulu efsanevi Billy Eckstine orkestrasına katılmış; ısırgan, buyurgan ve kalabalığı coşturan stili, Gordon’ın, caz tarihinin bebop çalan bu ilk büyük orkestrasının gösterişli solistleri arasına katılmasını sağlamış.
Savoy stüdyosunda lider olarak gerçekleştirdiği ilk kayıtlarına verdiği isimler, o dönemdeki çalışının karakterini sergiler nitelikte: Dexter derin kazıyor, doludizgin sürüyor, güçlü üflüyordu. Los Angeles’a geri döndükten sonra Gene Ammons, Wardell Gray, Teddy Edwards gibi bıçkın tenorcularla giriştiği meydan muharebelerinde rakiplerine zor anlar yaşatıyor, –Jack Kerouac‘ın mitik romanı Yolda’da tariflediği şekilde- seyircinin çığlıklarıyla icranın büyüleyici ve kuduruk havasını arttırdığı bu savaşları bitiren düellolardan da genelde galip çıkıyordu.
1950’ler Dexter Gordon için tam bir kabus olacaktı. Batı Yakası seyircisi, daha sonraları West Coast Jazz olarak anılacak olan ve duygusal ifade tarzından -bile isteye- uzak, ritmik açıdan kuru hatta düpedüz soğuk müziği sahiplenmişti ve hal böyle olunca bebop çalan müzisyenlere daha az sahne fırsatı çıkıyordu. Ancak Gordon, asıl kabusu uyuşturucu kullanımı nedeniyle yaşadı, 2 yıl hapis cezası aldı, Chino’ya girdi. Tahmin edersiniz, yukarda andığım Unchained filmindeki rolünü oynarken hakikaten de cezasını çekiyordu. 1955’de serbest kaldığında, çalışı eski iddialı stilinden uzak hatta bir parça güvensiz olmakla beraber cümleleme açısından orijinal ve cazip sololarla süslü iki albüm kaydetti: Daddy Plays the Horn (Bethlehem) ve Dexter Blows Hot and Cool (DootoI).
Uyuşturucu bağımlılığından kurtulamamıştı ve 1956’da tekrar hapis cezası aldı. Neyse ki, 1959’da şartlı tahliye edildiğinde artık temizdi ve aynı kabusu yaşamamak için dört elle müziğe sarıldı. Cannonball Adderley‘nin girişimiyle Jazzland için kaydettiği albüm yaşamının bu anını mükemmel şekilde tarifliyordu: Dexter Gordon’un Yeniden Dirilişi (The Resurgence of Dexter Gordon). Stilistik açıdan bebop dönemindeki özgüvenine kavuşması için gerekli dokunuş ise Blue Note Records’dan geldi, 1960 sonunda Dexter Gordon’la sözleşme imzaladı. Kendi deyimiyle, Anka Kuşu gökyüzünde tekrar yükselmeye başlamıştı.
Blue Note ile geçirdiği 4 yılda, çoğunluğu zamanla ikon statütüsü kazanacak 8 albüm kaydetti. Doin’ Allright‘ta (1961) yanına Freddie Hubbard’ı aldı, Dexter Calling (1961), Kenny Drew ile Avrupa’da da devam edecek olan müzikal dostluğun başlangıcıydı, ardışık günlerde kaydettiği Go! (1962) ve A Swingin’ Affair (1962) albümlerinde, hard bop ekolünün en lirik ve melodik piyanisti Sonny Clark ile mükemmel uyum sağladı. Go!, birçokları tarafından en iyisi olarak anılıyorsa ve “kültürel, tarihi veya estetik açıdan önemli” olması nedeniyle Ulusal Kayıt Sicili’nde korunmak üzere Kongre Kütüphanesi’ne seçildiyse de diğerlerinin değerini küçümsemek haksızlık olur, bu dönemde kaydettiği tüm albümlerde Gordon, bir zamanlar etkilemiş olduğu Sonny Rollins ve John Coltrane’nin saksofona ve caza getirdiği yenilikleri hazmetmiş bir tavırla çaldı, bitimsiz gibi gözüken fikir zenginliği ile melodinin barındırdığı olanakları sömürdü ve dengine rastlanması kolay olmayan otoriter bir çalış sergiledi.
…ve Dexter Gordon, filmdeki Dale Turner ile aynı zamanlarda ancak tersi bir ruh haliyle, kabuslarını arkada bırakarak ve ülkesinde takdir gören bir müzisyen hüviyetiyle Avrupa’ya gitti. Go! albümünün kayıtları esnasında karşılaştığı İngiliz saksofoncu Ronnie Scott, kulübünde çalmak için Londra’ya davet etmişti, Dexter saçlarını kestirdi, yeni bir saksofon satın aldı, pasaportunu yeniledi ve yola çıktı. Belki başlangıçta amacı birkaç konser verip geri dönmekti ama teneffüs ettiği atmosfer, umarsızlığı ve sakinliği seven, takdir görmeye hevesli karakterine uydu ve eski kıtada 14 yıl yaşadı: “Buradaki seyirci muazzam! Yaşam daha kolay, ırkçılık yok denecek kadar az ve caz müzisyenlerine daha fazla saygı gösteriliyor”. Daha da ilginci Avrupa’da geçirdiği dönemde ülkesine yaptığı ziyaretlerde siyasi ve sosyal çekişmeleri rahatsız edici bulmuştu.
Gordon, Blue Note için ‘Paris’teki adamımız’dı. Şirket için 4 albüm daha kaydetti.
Bana göre kariyerinin en olgun albümlerinden Our Man in Paris‘de (1963), gençlik zamanlarının müzikal kahramanlarından ve bebop stilinin yaratıcılarından Bud Powell ve Kenny Clarke ile çalıştı. Üstelik albüm, Powell’ın geçmişindeki muazzam çalışını sergilediği son örneklerden biri olarak da tarihteki yerini aldı. One Flight Up (1964) için ülkesini ziyaret etti ve albüm, Donald Byrd, Kenny Drew ve Art Taylor olmak üzere, o dönemde Avrupa’da yaşayan Amerikalı yıldız müzisyenlerin yanı sıra, Avrupa cazının yetiştirdiği en önemli basçılardan Niels-Henning Ørsted Pedersen ile birlikte kaydedildi. Aynı şekilde ABD’de kaydedilen Gettin’ Around‘da (1965) tümüyle Amerikalı müzisyenler yer aldı ki Bobby Hutcherson ve Billy Higgins, yıllar sonra Round Midnight’da kendilerini oynayacaklardı. Blue Note için kaydettiği son albüm Clubhouse (1965), ilginçtir, şirket için yaptıklarının en mükemmellerinden biri olsa da uzun süre arşivde kaldı, ancak Gordon’ın, ülkesine geri dönüşünün ardından 1979’da yayınlandı.
Cazın gidişatını değiştirdiği konusunda birçoklarının hemfikir olduğu bu geri dönüşün detaylarını yazının ilerleyen kısımlarına bırakıp, önce Dexter’ın Avrupa döneminden notları aktarmaya devam edeyim.
İlk yıllarında Paris’de yaşadıysa da kısa süre sonra Kopenhag’a taşındı ve sadece şehrin değil Avrupa’nın da en önemli caz mabetlerinden olan Jazzhus Montmartre‘ın gediklisi haline geldi. Aynı yıllarda Avrupa’ya yerleşmiş Kenny Drew ve Art Taylor’la ve turnedeki Amerikalı müzisyenlerle çalma fırsatlarını hiç kaçırmadı. Düzenli olarak çaldığı grubuna lokal müzisyenleri dahil etti, Tete Montoliu (piyano), Philip Catherine (gitar), Pierre Michelot, Niels-Henning Ørsted Pedersen, Bo Stief (bas), Alex Riel, Rune Carlsson (davul) gibi ileride caz sanatının ustaları arasına girecek yeteneklere kılavuzluk yaptı.
Dexter Gordon’ın yeni şirketi Prestige Records‘un, ABD pazarını hedefleyen yaklaşımı nedeniyle kayıtların büyük kısmının New York’da ve Amerikalı müzisyenlerle yapıldığı albümler serisi yayınlanmaya başladı. The Tower of Power (1969) ve More Power‘da (1969) dönemdaşı James Moody ile, geçmişte ustası olduğu tenor savaşlarının aksine dostane bir üslupta çaldı, diskografisinin en iyilerinden The Panther‘de (1970) Tommy Flanagan ve The Jumpin’ Blues‘da (1970) Wynton Kelly ile mükemmel uyum gösterdi, Tangerine (1972) ve Ca’Purange‘da (1972) yanına Thad Jones’u aldı, bu döneminin mücevherlerinden Generation (1972) Gordon’ı, eski dostu Freddie Hubbard ile bir araya getirdi.
1974’de, Danimarkalı SteepleChase Records ile anlaştı ve kariyerinin en ilham verici albümlerinin büyük kısmını bu şirket çatısı altında yayınladı. Impulse! için John Coltrane ne ise, SteepleChase için Dexter Gordon da o oldu ve şirketin bugünkü devasa kataloğunun oluşmasına giden yolu açtı. Yeni kayıtların gördüğü ilgi, şirketin kurucusu Nils Winther‘ı, geçmişte, büyük kısmı Jazzhus Montmartre’da yapılmış canlı kayıtları değerlendirmeye teşvik etti ve bu sayede Dexter Gordon’ın kariyeri çok az müzisyene nasip olacak denli belgelenmiş oldu. The Apartment (1974), Stable Mable (1975), Something Different (1975) ve Bouncin’ with Dex (1975) quartet albümlerken, Lullaby for a Monster (1976) kariyerindeki ilk trio kaydı oldu, More Than You Know (1975) ise orkestra eşliğinde kaydedildi. Çok sayıda canlı kaydı arasında en iyilerinden biri addedilen üç albümlük Swiss Nights (1975), piyanoda Kenny Drew, basta Niels-Henning Ørsted Pedersen ve davulda Alex Riel’dan kurulu ve caz tarihinin en sıkı çalan üçlülerinden birinin eşliğiyle Zürich Caz Festivali’nde verdiği konserlerini içeriyordu.
…ve Dexter Gordon, filmdeki Dale Turner ile aynı zamanlarda ancak yine tersi bir ruh haliyle, Avrupa’yı fethetmiş muzaffer bir sanatçı algısıyla ‘eve’ geri döndü, artık ‘büyük elma’dan kocaman ısırıklar alması mümkündü ve ilkinden yaklaşık 16 yıl sonra bu Gordon’ın ikinci yeniden dirilişiydi. Paris onu soylular gibi karşılamıştı, Kopenhag içlerinden biri gibi davranmıştı, şehrin gündelik hayatına o denli karışmıştı ki, yakın dostu Torben Ulrich’in oğlu Lars’ın vaftiz babası oldu. Lars dediysem, Metallica’nın davulcusu Lars Ulrich.
New York ise onu bir kahraman olarak selamladı.
SteepleChase için son kez stüdyoya girdi, Biting The Apple (1976), piyanoda Barry Harris, basta Sam Jones ve davulda Al Foster gibi ritim zanaatının dev isimleriyle kaydedildi. Ardından ‘eve geri dönüşü’ trompette Woody Shaw, piyanoda Ronnie Mathews, basta Stafford James ve davulda Louis Hayes’den oluşan fantastik bir kadro ile Village Vanguard sahnesinde kutlandı. Ürkütücü denecek düzeyde bir saygı ve saygı ile ağırlandı, son setin bitiminde ışıklar açıldığında seyirciler büyülenmiş şekilde, yerlerinden kıpırdamadan, konuşmadan sahneye bakmaya devam ediyorlardı. Konserlerin kaydı Homecoming: Live at the Village Vanguard (1977) adıyla yayınlandı.
Dexter, bedeninin ve ruhunun yorgunluğunu, nefesinin yetmezliğini bir handikap olarak görmektense bu durumu araçsallaştırmıştı, ifadelerini derinleştiren, anlatımını zenginleştiren mimikleri daha sık kullanıyor, melodi ve solo bölümlerinde sözlerin ve bestenin özünü karmaşıklıktan ve telaştan uzak ancak rafine bir üslupla seslendiriyordu. Bu duruşu ve tavrı karşılık buldu, seyircisi ona ‘sofistike dev’ lakabını uygun gördü. Fusion bıkkını caz alemi ve endüstri, krizden çıkışı geçmişe geri dönmekte bulmuştu ve yaşamı boyunca bebop ve türevlerinden, akustik cazdan hiç ödün vermeyen Dexter Gordon, bebop stiline modern yorum getirmek isteyen nesile rol model olmak ve ana akım cazın yönünü işaret etmek için mükemmel bir seçimdi, bir Amerikan klasiğiydi.
Sözleşme için peşinden koşanların arasından Bruce Lundvall sıyrıldı ve Dexter Gordon, Columbia Records ile anlaştı. Ahmet Ertegün, bu anlaşmayı dönemin en sansasyonel başarısı olarak gördüğünü söylemişti. Lundvall birkaç yıl sonra Blue Note Records’un başına geçtiğinde Gordon’ı tekrar arayacak ve onu, kariyerinin en önemli albümlerini yayınlayan şirkete geri döndürecekti.
Downbeat 1978’de ve 1980’de onu yılın müzisyeni seçti, ABD Hükümeti tarafından Kongre Takdirnamesi’ne layık görüldü. Gordon da üzerine düşeni yaptı, zorlanarak da olsa meşaleyi taşımaya devam etmekte tereddüt etmedi.
Büyük orkestra eşliğinde Sophisticated Giant (1977) ve quartet olarak Manhattan Symphonie (1978) albümlerinin ardından Eddie Jefferson (vokal), Woody Shaw (trompet) ve Johnny Griffin’in (tenor) konuk olduğu Great Encounters (1979) yayınlandı. Griffin ile birlikte verdiği Carnegie Hall konseri kapalı gişeydi. İnsanlar onu görmek için kulüplerde uzun kuyruklar oluşturuyordu. Diğer yakada, San Francisco’da Keystone Korner’ı tıka basa doldurdu.
1983’de ikinci vatanında, Danimarka’da veda turnesine çıktı, yaşadığı zamanlarda gördüğü sevgiye karşılığını vermek üzere son kez Jazzhus Montmartre sahnesine çıktı, seyirciye Danca hitap etti ve seçtiği standart More Than You Know ile onlara en iyisi olduklarının, sandıklarından, bildiklerinden de daha iyi olduklarının şarkısını ‘söyledi’.
…ve nefesi, duygularını, hayallerini, umutlarını ifade etmeye yetmediği için nadiren sahneye çıkan Dexter Gordon, kendisinin, öncüllerinin ve kuşakdaşlarının trajik yaşamlarının bir özeti sayılabilecek Dale Turner rolünü oynamak üzere, bu defasında bir sinema oyuncusu olarak geri döndü. Geri dönüşlerinin üçüncüsüydü. Tavernier’nin yönetiminde, muazzam bir oyunculuk gösterisi sergiledi. Ortaya, caz hakkında yapılmış sinema filmlerinin en sahicisi en mükemmeli çıkmıştı.
Dexter Gordon stüdyoya son kez 1985’de Round Midnight kayıtları için girdi. Herbie Hancock tarafından yapılan müzikleri içeren aynı adlı albüm ve kayıt seanslarından arta kalanların derlendiği The Other Side of Round Midnight (Blue Note), 40 yıl süren kariyerinin son albümleri oldu. Kariyerinin tek Grammy ödülünü de böylelikle kazandı. Filmdeki rolü ile Oscar’a da aday oldu, heyhat, vermediler. Ancak sanata bu son katkısının ardından ülkesinde Ulusal Sanat Vakfı Caz Üstadı (NEA Jazz Master) ve Fransa’da Sanat ve Edebiyat Nişanı (Officier des Arts et Lettres) payelerine layık görüldü.
Halka açık son konserinin üzerinden 4 yıldan fazla zaman geçmişken 1987’de, Avery Fisher Hall sahnesine çıktı, David Baker’ın kendisi için yazdığı Ellingtones konçertosunu New York Filarmoni Orkestrası eşliğinde icra etti. 1988’de Tokyo Senfoni Orkestrası ile birlikte çaldı. Aynı yıl S.S. Norway transatlantiğinde, eski dostu Ben Webster’a adadığı gecede yanında bir başka eski dostu Tommy Flanagan vardı. Ne de olsa Ben Webster, birkaç sene önce bir öğleden sonra gördüğü rüyaya konuk olmuş, ona saksofon çalmaya geri dönmesini emretmiş ve Dexter da ustasının sözünü dinleyip uzun zamandır çalmadığı saksofonunu kutudan çıkarıp tekrar çalışmaya başlamıştı. Webster rüyasına girmemiş olsaydı, filmde saksofon çalamayacağını ve ardından çıktığı konserlerin asla gerçekleşmeyeceğini biliyordu, ona borcunu böylece ödemiş oldu.
Sahneye son kez 1989’da İtalya’nın Perugia şehrinde çıktı. Adeti olduğu üzere, saksafonunu yatay olarak havada tutarak, dakikalarca tezahürat yapan seyircisine bir adak gibi sunarak, konseri ve kariyerini bitirdi.
Meksika’nın Cuernavaca şehrinde, Ebedi Bahar Şehri’nde geçirdiği son yıllarının ardından, bir bahar günü, 25 Nisan 1990’da henüz 67 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
Dexter Gordon, modern cazın doğumuyla sahneye çıkan tenor saksofoncuların en büyüklerindendi, Charlie Parker’ın yaklaşımını tenor saksofona aktaran ilk müzisyenlerden biriydi, bebop stilinin başlangıçtaki çetrefilli dilini anlaşılır ve erişilebilir seviyeye çekmeyi başardı. Şovmen ve hikaye anlatıcısıydı. Lester Young’ın caza yaklaşımını ömrü boyunca benimsedi, şarkıları müzikten ibaret görmedi, onları sözleriyle bir bütün olarak ele aldı ve o şekilde çaldı. Konserlerinde icraya başlamadan önce okuduğu dizelerle seyirciden, şarkı sözlerine de önem vermesini talep etti. Sololarına başka şarkılardan alıntılar yaparken dahi sözler açısından tutarlılığı gözediyordu. Ne kadar çok sayıda alıntı yaparsa yapsın, icranın pürüzsüzlüğü etkilenmiyordu.
Sesinin derinliği, büyüklüğü ve buyurganlığı karşısında kayıtsız kalmak mümkün değildi. Jimmy Heath’in dediği üzere, çalan Dexter ise herkes dinlerdi. Kelimelerini yuvarlamadan, hitabetinde kararsızlık yaşamadan çalıyordu. Gençliğinde yüksek tempolu icralardaki akıcılığıyla ve hızıyla baş edebilmek mümkün değildi ancak sıra baladlara gelince vahşi karakteri yumuşuyor, her kelimesini özenle seçiyor ve duygularını mükemmel bir telaffuz ve inandırıcılıkla anlatıyordu.
Dibe vurmasına rağmen, düştüğü yerden kalkacak arzuyu bulabilmesinin yegane sebebi, başına gelen her şeye rağmen, yaşama ve sanata olan bağlılığıydı. Unutuldu ve biraz şansın yardımıyla ancak daha ziyade kararlılığıyla kendini dinleyicisine hatırlatmayı becerdi.
Akustik cazdan hiç uzaklaşmadı, birkaç istisna hariç tenor saksofondan başka enstrumana meyil etmedi, fusion, caz rock ya da serbest caz gibi akımlara bulaşmadan en iyi bildiğini, en iyi yapabildiğini yaptı. Kuşağını ve ardıllarını etkilediği kadar, dönemdaşlarının getirdiği yeniliklere de kayıtsız kalmadı, modal caz çalarken de çalışı (Ah! Tanya!) aynı şekilde inandırıcıydı. Zorunlu araları bir kenara bırakırsak, kariyeri boyunca sanatında tutarlılığı ve sürekliliği gözetti ve caz tanrılarının tapınağındaki yerini aldı.
■
Ben 35 yıldır aklıma her geldiğinde Dexter Gordon dinliyorum. Arşivlerden kurtarılıp dinleyicisiyle buluşturulan her kaydı beni heyecanlandırıyor. Beklentim yüksek olmasa da son konserlerinin yayınlanmasını umuyorum. Caz dinlemeye başlamak istediğini söyleyen herkese -tabii ki başka isimlerle birlikte- Dexter Gordon’ı öneriyorum çünkü biliyorum ki onu sevmeyen bir insanın cazı sevmesi mümkün olmayacaktır.
Sophisticated Giant, Long Tall Dexter, dinleyicisinin onu keşfetmesini bekliyor. Umarım bu uzun yazı, tanıyanları onun zengin mirasını tekrar ziyaret etmeye, tanımayanları dinlemeye ikna edebilir.
Neticede insan hatırlamayı unutmamalı!
■ Dark Blue Notes’da Portreler
■ Turgay Yalçın’ın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Dexter Gordon’dan El Alan Lars Ulrich
■ Dexter Gordon: Hoşçakal Kopenhag
■ Blue Note Records: Cazın Tarihi Burada Yazıldı!
■ Bud Powell: Bebop Peygamberi
■ That’s Cool Lester!
■ Dexter Gordon Spotify