Paul Chambers – Bass on Top (1957 Blue Note)
Amerika Birleşik Devletleri 1957 yılında karmaşık bir dönemden geçiyordu. Bir yanda ekonomik büyüme, teknolojik gelişmeler ve yeni bir tüketim çağı; diğer yanda ırk ayrımcılığının gölgesinde kalmış bir toplumun derin çatlakları… Montgomery’de otobüs boykotları olmuş, Rosa Parks’ın sessiz başkaldırısı tüm ülkeyi sarsmış ama gündelik yaşamda siyahlar, hâlâ beyazlardan ayrı çeşmeden su içiyor, ayrı kapılardan binalara giriyorlardı. Irkçılık ile bağlayacağım çok sevdiğim bir Anadolu söylemi, Yaşar Kemal’in romanlarında kullandığı gibi ikircikli yaşamdan, müziğin de nasibini almaması mümkün müydü? Caz, özellikle o dönemde gelişen hard bop, bu gergin zamanların tam ortasındaydı. Müzik sokağın sesi, kederin ve başkaldırının armonisiydi. Ve o yıllarda sahneye çıkan Paul Chambers, cazın bu karmaşık ruhunu sessizce, derinden konuşan isimlerden biriydi.

Paul Chambers 1935 yılında Pittsburgh’da doğdu. Müzikle yoğrulduğu şehir ise Detroit oldu. O yıllarda Detroit, Afro-Amerikan kültürünün güçlü bir damarıydı. Detroit menşeili kayıt şirketi Motown henüz kurulmamıştı. Şehir kulüplerinde, kiliselerinde ve sokaklarında müzik hep vardı. Özellikle caz, siyah gençler için bir tür kurtuluş kapısıydı. Enstrümanlar onların hem sesi, hem de silahıydı.
Bass on Top, kontrbasın yalnızca ritmi değil, duyguyu, melodiyi ve hikâyeyi taşıyabileceğinin bir manifestosu niteliğinde.
Paul, genç yaşta çello çalmaya başladı. Ardından kontrabasa yöneldi. Klasik müzik eğitimini cazla harmanladı. Müthiş bir kulağa, etkileyici bir zaman duygusuna ve olağanüstü bir yay tekniğine sahipti. New York’a taşındığında henüz 20 yaşındaydı. Miles Davis, Philly Joe Jones, Red Garland gibi isimlerle aynı sahnede yer alacak kadar kendine güveniyordu.
1955 yılında, Miles Davis’in First Great Quintet’ine katıldığında henüz çok gençti. Çaldığı her nota, yaşından büyük bir bilgelik taşıyordu. Miles, onu bir kez dinledikten sonra gruba almakta tereddüt etmedi. Chambers artık cazın kalbinin attığı yerdeydi.

1957 yazında Chambers, Blue Note etiketiyle, benimde hayran olduğum, Bass on Top albümünü kaydettiğinde gencecik fidan gibi bir delikanlıydı. Benim için bu şaheser albümün önemi tam da burada başlıyor. Bass on Top, o yıllar için söylüyorum, caz tarihinde nadir görülen cesaret örneği sergilemesiyle gönlümü fethetti. Çünkü henüz yirmilerinde, genç bir caz icracısının liderliğinde, böyle bir albüm yapmak, üstelik kontrabas gibi sahnenin gerisinde kalan bir enstrümanla kadroyu toplayıp, bu işi başarmak, büyük bir riskti. O dönemde basçılar genellikle sahneyi piyanistlere, saksofonculara ya da trompetçilere bırakırdı. Kendi seslerini geri planda duyururlardı. Paul Chambers, bu kalıbı yıkmaya karar veren, genç ve öncül bir isimdi. Düşünsenize albümün adı bile bunu ilan ediyor: Bass on Top!
Bu benim gözümde, kontrbasın yalnızca ritmi değil, duyguyu, melodiyi ve hikâyeyi taşıyabileceğinin bir manifestosu niteliğinde. Chambers tüm bu öğeleri, yalnızca zarif tekniğiyle yapmadı, işe duygusunu da derinden kattı.
Albümde ona eşlik eden, kendi alanında usta müzisyenler, gitarda Kenny Burrell, piyanoda Hank Jones ve davulda Art Taylor idi. Her biri, üzerlerine düşen görevi büyük bir incelikle yerine getirdiler. Paul Chambers’ın sesine geniş bir alan açtılar. Blue Note etiketiyle çıkan albüm, Hackensack’da bulunan efsanevi Rudy Van Gelder stüdyosunda kaydedildi.
1950’li yılların sonları, Amerika’da siyahi sanatçıların kimlik arayışlarının iyice görünür olduğu bir dönemdi. Irk ayrımcılığına karşı verilen mücadele henüz yasal bir zemine oturmamıştı. Siyahi müzisyenler, beyazların işlettiği kulüplerde çalabiliyor ama aynı otellerde kalamıyordu. Turnelere çıktıklarında, yollarda yemek yiyecek, kalacak yer bulmak başlı başına bir mücadeleydi. Tüm bu baskılara rağmen caz, siyahi sanatçılar için, ifade özgürlüğü alanıydı. Hard bop’un ortaya çıkışı da bu bağlamda anlamlıdır. Bebop’un karmaşık armonilerini koruyarak, daha duygusal, daha blues’a yakın, daha siyah bir anlatı yaratıldı. Bass on Top, işte bu yeni anlatının içinde doğdu.
Chambers’ın albümünde seçtiği parçalar da bu dönüşümün yansımalarını taşıyordu. Yesterdays ile klasiklere yeni bir ruh, Dear Old Stockholm ile halk ezgilerine evrensel bir kimlik kazandırdı. Chasin’ the Bird bop’un enerjisini yansıtarak, Chambers’ın hızlı tempodaki ustalığını ortaya çıkardı. Ancak belki de albümün en güçlü yönü, tüm bu parçaların Chambers’ın basıyla yeniden yorumlanmış olmasıydı. Paul Chambers parçaları sadece çalmaz, adeta hikayelerini yeni baştan yazardı. Kontrabasa yaklaşımı ve arşe kullanımı benzersizdi. Yesterdays ve Dear Old Stockholm gibi parçalarda yayla yaptığı pasajlara kulak kesildiğinizde, keman tınısını andırdığını farkedeceksiniz. Buna, yalnızca teknik bir maharet değil, ruhun müziğe dökülmesi denebilir esasen.
Bass on Top, karmaşık armonik yapıların ötesinde, çok sade ama çok yoğun bir şey anlattı bizlere: “Ben buradayım. Sessizim, ama derinim.”
Albümün tamamını dinlerken zaman duygusu da insanı büyülüyor. En yoğun sololarda bile ritmini hiç kaybetmiyor. Kenny Burrell’ın gitar solosuna eşlik ederken, Chambers bir an bile sarsılmıyor. Hank Jones’un piyanosu boşlukta süzüldüğünde, Chambers’ın stili, melodiyi adeta sırtında taşıyor. Tüm bu teknik incelik, bir başka derinliği de beraberinde getiriyor: duygusal samimiyet. Bass on Top, karmaşık armonik yapıların ötesinde, çok sade ama çok yoğun bir şey anlattı bizlere: “Ben buradayım. Sessizim, ama derinim.”

Chambers’ın kısacık hayatı, dışarıdan bakıldığında başarılarla doluydu. Miles Davis, John Coltrane, Cannonball Adderley gibi isimlerle sayısız kayıt, sahneler, turneler… Bu parlak görüntünün altında, aslına bakarsanız kırılgan bir ruh vardı.
Paul Chambers alkol ve eroin bağımlılığıyla genç yaşından itibaren mücadele etti. Bu, sadece onun değil, o dönemde pek çok caz müzisyeninin taşıdığı bir yaraydı. Turnelerde yaşanan ırkçılığın ve ayrımcılığın baskısı, ekonomik güvencelerinin olmayışı, birçok caz sanatçısını uyuşturucuya itti. Chambers da bu girdabın içinde kaybolmamak için müziğe sarıldı. Fakat yeterli gelmedi.

Bass on Top albümü, Chambers’ın içsel mücadelesin bir yansıması gibiydi. Albüm boyunca duyduğumuz melankoli, sessiz bir isyanın izlerini taşıyordu. Öyle ki, Chambers bazı pasajlarda, sanki kendi ile konuşuyordu. Müzikle kendini sakinleştiren, kendi karanlığına karşı melodiler yardımı ile dirilen bir adamın sesiydi. Belki de bu yüzden Bass on Top, sadece bir müzik albümü değil, bir yaşam manifestosu gibi de hissedilir. Hayatın gürültüsünde kendi sesini bulmaya çalışan bir insanın, en dipten gelen ama en derine işleyen hikâyesi…
Günümüzde bu albüm, sadece kontrbasçılar için değil, tüm caz severler için kutsal bir kaynak gibidir. Ron Carter, Christian McBride, Dave Holland gibi büyük basçılar bu albümü hayatlarının dönüm noktası olarak gösterirler. Teknik incelik kadar müzikal duyarlılığıyla da genç müzisyenlere ilham verir. Kontrabası yalnızca bir eşlik enstrümanı olarak değil, bir solist, bir anlatıcı, bir şair olarak da yeniden tanımlar. Müziğin sınırlara karşı bir başkaldırı olduğunu da hatırlatır.
Paul Chambers, Bass on Top sayesinde ırkçılığın, bağımlılığın ve sistemin sınırladığı bir dünyada, sadece notalarla çok güçlü bir şekilde “ben de varım” demiştir. Bir sanatçının, kimsenin beklemediği bir yerden konuşmasının, sahnede en geride duran enstrümanın başrole konulmasının, yalnızca teknik değil, duygusal bir liderlik göstergesi olduğuna da bir örnektir.
Chambers 1969 yılında hayatını kaybettiğinde, sadece 33 yaşındaydı. Ölüm nedeni, ne yazık ki tahmin edileceği gibi, madde bağımlılığına bağlı sağlık sorunlarıydı. Ama onun sesi ölmedi. O derin nefesi ve kontrabasa aşkla dokunuşu hâlâ yaşıyor. Her duyduğumuzda, Chambers’ı değil, kendi iç sesimizi de hatırlıyoruz. Ve Bass on Top, o ruhun bugün bile yaşayan, titreşen, dokunan bir yankısı.
■ Mine Gürevin’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Başucu Albümüm serisi
■ Paul Chambers’ın diskografisi