Blue Note Records: Cazın Tarihi Burada Yazıldı!
Blue Note Records
Blue Note Records öyküsü 1930’larda başlıyor. Yeni kıtada ekonomik buhranın ertesi. Eski kıtada faşizmin ayak sesleri. Yaklaşmakta olan büyük savaşın tedirginliği…
Amerika’nın büyük küçük tüm şehirlerinde binlerce dans salonunun açıldığı, seyircinin büyük orkestra cazı eşliğinde dans ettiği, caz müzisyenlerinin filinta gibi giyindiği, orkestra liderlerinin lüks arabalara binip kalabalığa imzalı fotoğraf dağıttığı… yani cazın popüler müzikle aynı anlama geldiği yıllar.
Nazi Almanya’sından Kaçış
İşte, Alfred Lion, bu dönemde caz sevdasına tutulur ve doğduğu ülkede Yahudi kimliğiyle, artık, yaşayamayacağını anlayıp ailesiyle birlikte Almanya’dan kaçar, Güney Amerika’ya taşınır. Hemen ardından da tutkusunun peşinden New York’a…
Yeni kıtada günlük işlerde çalışmaya başlar ve kendine kalan vaktin neredeyse tamamını müzik mekanlarında geçirir. 1938 aralığında Carnegie Hall’da seyrettiği bir konser sonrasında da kararını verir. Sahne almış üç boogie-woogie piyanistiyle tanışır, stüdyo ve prodüktör kiralar ve ilk kaydını gerçekleştirir. 78’likleri basma aşamasına geldiğinde, Blue Note Records ismini tescil ettirir ve böylelikle cazın en uzun soluklu plak şirketlerinden birisi kurulmuş olur.
Alman faşizminden kaçıp New York’a sığınmış bir başka yahudi olan Francis Wolff’un katılmıyla da Blue Note Records’ın yönetim kadrosu tamamlanır.
Sadece hoşlandıkları müziği kaydetmeyi hedeflerler. Benzerlerinden farklı olarak, hissiyata sahip cazı kaydetmektir arzuları. Yıllar içinde kataloglarında biriken bin küsür albüme bakıldığında, bu hedefe ulaşmış olduklarını söylememek mümkün değil.
Bu dönemde, müzikal damak tatları, daha ziyade piyano temellidir ve 20’lerin sonunda ortaya çıkmış Dixieland ve swing’le sınırlıdır. Zaten isteseler de büyük orkestra kaydı yapamazlar, harcayacak paraları sınırlıdır. Yayınladıkları 78’likler, Decca, Columbia, RCA ve Victor gibi büyük şirketlerin domine ettiği müzik pazarından sıkılan cazseverlere ilaç gibi gelir ve Blue Note Records, sınırlı ama etkili bir çevrede kendine sağlam bir konum elde eder.
Sığlaşmaya yüz tutmuş cazdan sıkılan sadece dinleyiciler değildir, müzisyenler de kendilerini özgürce ifade etmenin arayışındadır. İşte bebop böyle bir zamanda, büyük savaşın gölgesinde, izbe salonlarda filizlenmeye başlar.
Biraz caza bakışlarından, biraz da Lion’un askere gidişinden ötürü, Blue Note, bebop trenine atlamayı ıskalar ve ancak 1947’de, yani Savoy ve Dial gibi benzer bağımsız şirketler ikonik bebop kayıtlarını yaptıktan çok sonra, dikkatini yeni müziğe çevirir.
Blue Note tam da bu noktada farkını ortaya koyar ve bebop’ın kaşiflerinden biri olmasına rağmen; eksantrik kişiliğinden, tuhaf giyiminden, bastığı akorların uyumsuzluğundan, bestelerinin döneme uymayışından ötürü diğer şirketlerin yanına yaklaşmadığı bir müzisyene, piyasa tarafından ancak 50’lerin sonunda kıymeti farkedilecek olan Thelonious Monk’a ilk kayıt şansını verir. (Duru Aygüven’in, Thelonious Monk ve Bud Powell dostluğunu anlattığı yazısı BURADA)
Hey Francis. Kaydımı klikliyorsun!
Alfred Lion ortağı Francis Wolff’a böyle sesleniyor. Çünkü tipik bir Blue Note kayıt seansında, Lion kontrol masasında pür dikkat müziği dinliyorken, Wolff, salonda, elinde makinesi ile durmaksızın müzisyenlerin fotoğraflarını çekmektedir. Şirketteki birincil sorumluluğu ticari ilişkiler olan Wolff aynı zamanda profesyonel fotoğrafçıdır. Çoğunluğu popüler kültür ikonu haline dönüşmüş albüm kapaklarında kullanılan tüm fotoğraflar Wolff’un eseridir.
İki Günlük Prova
Yine tipik bir Blue Note kayıt seansında, stüdyonun içinde, üzerinde bourbon ve scotch başta olmak üzere alkollü, alkolsüz içkilerin ve atıştırmalıkların olduğu bir masa yer alır. Stüdyodan tüymek için hiçbir bahane kalmamıştır.
Müzisyenler, kayıt tarihinden önce, stüdyo kirası ve gündelikleri Blue Note Records tarafından peşin ödenecek şekilde prova yaparlar ve kayda hazır halde gelirler. Şirketin o dönemdeki rakiplerinden biri olan Prestige Records’un patronu Bob Weinstock’un deyişiyle, Blue Note ve diğer şirketler arasındaki en temel fark, işte, bu iki günlük provadır.
Kayıt seansı iyi gitmiyorsa, kontrol odasında tavırsız bir şekilde oturan Alfred Lion, kalkıp dans etmeye başladıysa istediği icrayı duymaya başlamış demektir. Müzisyenler Lion’un dans ettiğini gördüklerinde formda olduklarını anlayıp tuttukları yolda yürümeye devam ederler.
Seans bittiğinde bütün müzisyenler ücretlerini almış ve kaydın plak olarak raflarda yerini alacağını bilmenin keyfi ile uyumaya giderler.
Nasıl mı giderler? Mesela, arkalarında şöyle bir balad bırakarak…
Bebop Çağı
Blue Note Records geç katıldığı bebop kervanında hızla ilerlemektedir.
Yeni Yüzler Yeni Sesler adını taşıyan bir seriye başlarlar. Kenny Drew, Wynton Kelly, Tadd Dameron, Elmo Hope, Lou Donaldson, Art Blakey, Gigi Gryce gibi genç bop aslanları, ilk kayıtlarını Blue Note etiketiyle yayınlamış isimlerden bazıları…
Lion, önce Ike Qubec ve sonra da Duke Pearson gibi usta müzisyenleri şirkete danışman olarak alır ve Blue Note efsanesinin temellerinden biri olan yetenek avcılığında ustalaşır.
Bu dönemde dikkati çeken bir husus da Blue Note’un Miles Davis’i kataloğuna katmasıdır. Charlie Parker beşlisinde yer almış olan Davis’in bir anda parlayan yıldızı 50’lerin başında, içine battığı uyuşturucu iptilası nedeniyle sönmüş ve tam da dibi boylamışken Alfred Lion ona el uzatır; Davis birkaç yıl içinde eski formuna kavuşur ve 1955’de Columbia ile anlaşıp cazdaki dokunulmaz konumuna erişir.
Alfred Lion, Monk’un müzikal yaşamına dokunuşunun bir benzerini Miles Davis için de yapmıştır. (Miles Davis ve John Coltrane’nin birlikteliğinin öyküsü BURADA)
1952’de ilginç bir aksaklık, Blue Note’la birlikteliği 30 yıl sürecek olan bir müzisyene kayıt şansı doğurur. Alfred Lion, seansa gelmeyen alto saksofoncu Lou Donaldson’un yokluğunda, grubun piyanisti Horace Silver’ı üçlüsüyle kaydeder. Silver, tıpkı o günkü kayıtta davul çalan Art Blakey gibi, Blue Note’un gediklisi haline gelir ve her daim genç yeteneklerden oluşan gruplarıyla bir yandan albüm kaydeder ve bir yandan da, şirketin kataloğuna yeni isimlerin girmesine vesile olur.
Rudy Van Gelder
Blue Note Records deyince Rudy Van Gelder’e özel bir bölüm açmak durumundayız. Aslında bu cümleyi “caz deyince Rudy Van Gelder’e özel bir bölüm açmalıyız” şeklinde söylemek de mümkün çünkü sadece Blue Note değil Impulse, CTI, Prestige ve yenilerde HighNote etiketiyle yayınlanan, sayısız caz başyapıtının dinleyicisine ulaşmasında onun imzası var.
Van Gelder esasında bir göz hastalıkları uzmanı. Çocukluğunda edindiği elektronik merakı ve caz tutkusu onu, New Jersey’in Hackensack kasabasındaki aile evinin oturma odasında bir stüdyo tesis etmeye ve sonra da kayıt yapmaya sürüklemiş.
Alfred Lion, Van Gelder’in yapmış olduğu bir kaydı dinler dinlemez aradığı sesi kimin kaydedebileceğini anlamış ve yaklaşık 20 yıl sürecek olan ortaklık böylelikle başlamış.
Van Gelder, yaptığı kayıtların başkalarınınkine göre nasıl daha sahici tınladığına dair sırlarını hiçbir zaman açıklamamış ancak uzmanlar, bu başarının arkasında, onun, stüdyo alanını doğru şekilde kullanma ve mikrofonları doğru yere yerleştirme becerisinin yattığına eminler.
Caz, Hacimli Sese Kavuşuyor
Her nasıl yapıyorsa, tipik bir Van Gelder kaydında enstrumanlar kendi akustik seslerine yakın şekilde tınlamakla kalmaz, her ses kaynağı diğerlerinden ayrı bir ses uzayından geliyormuş gibi, birbirlerine karışmadan kaydedilir; müzik üç boyutlu bir hacim kazanır.
Öyle ki, büyük saksofoncu Sonny Rollins, Van Gelder stüdyosunda çalmayı bitirdikten sonra kaydın mükemmel olduğundan kimsenin şüphe duymadığını ve o nedenle kaydı dinlemeden evlerinin yolunu tuttuklarını söylüyor.
Zaten Van Gelder de hedeflediği şeyin, stüdyoda kendi kulağıyla duyduğu sesi, gerçekliğini ve sıcaklığını bozmadan plağa taşımak olduğunu ifade ediyor.
Van Gelder bir prodüktör değil, yani ne çalınacağına, nasıl çalınacağına asla karışmamış, ancak kayıttan, mastering’e hatta parça sıralamasına kadar bir albümün her aşamasını büyük bir titizlikle yürütmüş.
Dolayısıyla eğer bir Blue Note Records estetiğinden bahsediyorsak, Van Gelder bu olgunun en önemli aktörlerinden biri.
Öyleyse, bir Dexter Gordon dinleyelim ve bu büyük saksofoncunun haşmetli tenor çalışındaki detayların olağanüstü kesinlikle kaydedildiği bir baladla eriyelim. Reid Miles’ın tasarım harikası kapağıyla, 1962 tarihli ünlü Go albümü.
Bop Piyanosunun Öncüsü Bud Powell
İlk solo kayıtlarını Verve etiketiyle kaydetmiş olsa da, efsanevi bebop piyanisti Bud Powell’ın kariyerindeki en önemli albümlerin büyük kısmını yayınlamak Blue Note’a nasip oldu. (Mine Gürevin’in detaylı Bud Powell portresi BURADA)
1940’ların ortasında olgunluğa erişmiş bebop stilinin, Charlie Parker, Monk, Dizzy Gillespie ve Kenny Clarke’la birlikte yaratıcılarından sayılan Bud Powell, cazda piyanoya verilmiş görevin dramatik şekilde değişmesinin de ana aktörü. Öyle ki, günümüzde dahi Powell’dan etkilenmemiş ya da esinlenmemiş bir piyaniste rastlamak olası değil.
Yaşamı boyunca ruhsal hastalıklarla boğuşmuş olan Powell’ın, 1951 ve 1958 arasında Blue Note için yaptığı albümler arasında vasatlar var. Ancak aşağıya bıraktığım, Blue Note kataloğundaki son Bud Powell albümü, 1958 yılı kaydı The Scene Changes gibi başyapıtlar çoğunlukta.
Reid Miles tarafından tasarlanmış bu kapak benim favorilerimden. Tüm dikkatini piyanoya vermiş Bud Powell’la, hemen arkasında babasını izleyen küçük oğlunu aynı karede yakalayan bu mükemmel fotoğraf, yine Francis Wolff tarafından çekilmiş. Kayıt tabii ki Rudy Van Gelder’in.
Hard Bop Kervanı Yola Çıkıyor
1950’lerin ortasına geldiğimizde müzik aleminin genel görünümünü şöyle anlatayım.
Büyük orkestralar dağılmış, dans salonları kapanmıştır. 40’ların ortasında filizlenen ve genel müzik dinleyicisi tarafından hazmı pek de kolay olmayan bebop salgını sönmeye yüz tutmuş durumdadır.
Bebop furyasıyla aynı dönemde ortaya çıkan, cazcıların başını çektiği, blues olgusunun öne çıktığı rhythm & blues, kendi içinden rock ‘n roll’u doğurmuştur. Ortalık beyaz kadın şarkıcılardan, beyaz rock ‘n roll yıldızlarından geçilmemektedir. Caz, azınlığın müziğine dönüşmüştür. Şunu da unutmamalı; büyük savaş arkasında korkunç bir yıkım bırakmıştır ve insanlar yaşamdan haz almayı, keyiflenmeyi, özgürleşmeyi ve dans etmeyi arzu etmektedir.
Cazı diğer müzik türlerinden ayıran temel özelliklerinden birisi, kanaatimce, kültürel değişimlere ayak uydurabilme becerisidir.
Caz işte böyle bir ortamda -daha sonraları hard bop olarak adı konulacak olan- yeni bir türü içinden çıkarır. Diğer bağımsız plak şirketlerinin rolünü küçümsüyor gözükmek istemem ama yeni akımın en rafine örneklerini Blue Note Records’un yayınlamış olduğu aşikar.
Hard bop ile birlikte, blues belirginleşir, siyahi kültürün ayrılmaz parçası kilise müziği cazın içine girer, ritmler sadeleşir, düzenlemeler renklenir, sololar melodilere yakınlaşır; yani daha özet bir ifadeyle, caz ciddi gözüken yüzüne gülümsemeyi yerleştirir.
Bu türün en erken ve en iyi örneklerinden birisi ile; büyük davulcu, hakiki bir yetenek avcısı Art Blakey’nin, ünlü Moanin’ albümü ile hard bop şölenine başlıyoruz.
Cannonball Adderley: Başka Türlü Bir Şey
50’li yıllarda Blue Note’dan yayınlanan en önemli albümlerden birisi de şüphesiz Cannonball Adderley’nin görkemli albümü Somethin’ Else.
Adını hak eder şekilde başka türlü bir şey.
Albümü farklı kılan ana etmen, hard bop estetiğinin doruk noktalarından birisi olması. İcraların akışı öylesine pürüzsüz ki, dinleyici, sololar da dahil, çalanın tümüyle yazılı olma ihtimalini dahi aklına getirebiliyor. Oysa, hayır, ana hatlar dışında önceden belirlenmiş çok şey yok ve evet, bu albümdeki icralar, caz doğaçlamasının doruk noktaları arasında sayılıyor.
Albümün diğer bir özelliği, Adderley’nin Blue Note’dan yayınlanmış yegane albümü olması. O dönemde üyesi olduğu grubun lideri Miles Davis de albüme eşlik edenler arasında ki Somethin’ Else, Miles Davis’in de Blue Note’daki son kaydı. Hatta eşlikçi olarak yer aldığı istisna albümlerden birisi. Aslını sorarsanız, Miles Davis’in varlığı öylesine güçlü ki, liderin kim olduğuna emin olamıyorsunuz.
Dinlemek için hangi parçayı seçmemiz gerektiği konusu başlı başına bir sorun. Ben, binlerce kez yorumlanmış olan bir şarkıyı tercih ettim. Hem, grubun şarkıya neler kattığını rahatça görebilmek adına hem de bu şarkının belki de kaydedilmiş en iyi yorumu olduğunu düşündüğümüzden ötürü.
John Coltrane ve Blue Train
Blue Note Records kataloğunun ve hard bop sitilinin bir başka zirve noktası. Az öncekine benzer şekilde liderin şirketten yayınlanmış yegane albümü. Hatta daha da ilginci, yanlış bilinenin aksine, liderin kendi adına yayınlanmış ilk albümü.
Caz dünyasında tanınmamış bir isimken, 1955’de Miles Davis’in efsanevi beşlisine katılan John Coltrane, grubun Prestige ve Columbia’dan yayınlanmış müthiş albümler serisinin ardından, alkol ve uyuşturucu alışkanlığının performansını etkilemeye başladığı noktada gruptan atılmıştı.
Blue Train, Coltrane’nin uyuşturucudan temizlenip Thelonious Monk’un grubunda geçirdiği altı verimli ayın hemen sonrasında kaydedilmiş.
Enteresan bir arka planı var. Anlatmadan edemeyeceğim.
Coltrane bir akşam Blue Note Records ofisine nezaket ziyaretinde bulunur. Sohbet esnasında her iki taraf da albüm kaydında mutabık kalırlar. Ancak ticari işlerden sorumlu Wolff ofis dışında olduğu için sözleşme imzalanmaz. Birkaç ay sonra Coltrane ile Blue Note resmi olarak bir araya gelirler. Lion avans olarak bir miktar para verir. Tam sözleşme koşulları masaya yatırılmışken, Lion’ın kedisi, açık pencereden aşağıya düşer (ya da atlar). Lion telaşla pencereye koşar ve bir kadının, kedisini kucaklamış halde taksiye binmek üzere olduğunu görür. Fırlar ve taksiyi hareket etmeden önce yakalayıp kedisini geri alır. Ofise döndüğünde Coltrane ayrılmıştır. Böylece sözleşme imzalanamaz.
Neyse ki Coltrane lafının eridir. 15 Eylül 1957’de fantastik bir kadroyla albüm kaydedilir.
Coltrane’nin en çok satan albümlerinden biri olan Blue Train, bir çok koleksiyonun yegane Coltrane albümü olduğu üzere, bu büyük müzisyenin korkutucu büyüklükteki diskografisine ideal bir başlangıç niteliğini de taşıyor. Her şeyden önce albüm, Coltrane’in dört önemli bestesini içeriyor ki A Moment’s Notice ve Lazy Bird caz standardları arasına girdi. Daha önemlisi, albüme adını veren beste, Blue Train, kısa zamanda cazın simge melodilerinden birisi haline geldi. Kayıt ve performanslar için söze hacet yok. Dinleyelim ve şahit olalım.
Caz Kedileri
Kedi deyince, Blue Note Records tarihinde bir kedi hikayesi daha var. Onu da aktarayım. Bud Powell’ın zor bir kişilik olduğundan bahsetmiştik. Powell, şirket adına ikinci kez kayda girecektir. Alfred Lion, Powell’ın, biraz da yaşadığı sinir krizleri ve depresif karakterinden dolayı randevularına uymamak ve sözünü tutmamak konusundaki şöhretini bildiği için, kayıttan önceki gece Powell’ı evinde misafir eder. Hani, bir yere kaçmasın diye.
Kahvaltı esnasında Lion’ın kedisi bir anda masaya zıplar ve Powell çıldırmış halde, eline bir bıçak kapıp kediyi kovalamaya başlar. Sakinleştirirler. Arabaya atlayıp stüdyoya geçerler. Powell tuvaleti kullanacağını söyler ve ortadan kaybolur. Yapacağını yapmıştır. Neyse ki iki saat kadar sonra stüdyoya geri döner, piyanonun başına oturur ve kızgın suratlarla kendisine bakan ekibe doğru seslenir: “Haydi, ben hazırım. Ne duruyoruz?”
Tenor Saksofonun Orta Siklet Şampiyonu Hank Mobley
Blue Note Records’un caz dünyasına kazandırdığı genç aslanlardan biri ile devam edelim. Aralıksız 15 yıl şirket için kayıt yapan Hank Mobley, hard bop stilinin en üretken bestecilerinden ve müzisyenlerinden birisi. Coltrane’e ağır siklet ünvanı veren caz alemi, Mobley’e de orta sikletin şampiyonu lakabını takmış. Sakin bir çalış stiline sahip bir saksofoncu için bu yakıştırma oldukça isabetli.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, hangi albümünü alırsanız alın, tipik bir Mobley albümü, size, birinci sınıf müzisyenlik, sağlam bir blues hissiyatı, mükemmel sololar ve keyifli besteler vaad eder.
Kataloğun en bilindik albümlerinden Soul Station’a adını veren Mobley bestesi ile devam ediyoruz. Piyanoda Wynton Kelly, basta Paul Chambers, davulda Art Blakey ve tenor saksofonda Hank Mobley: Soul Station.
Freddie Hubbard
Freddie Hubbard, Blue Note Records’un caz dünyasına kazandırdığı en önemli iki trompetçiden biri. Öyle ki ismi, haklı olarak, bu enstrumanın en büyük ustaları arasında anılıyor. Art Blakey & the Messengers grubunda kaydettikleri hariç, Blue Note etiketiyle kendi adına yayınlanmış 10 albümü var. Hangi albümünü alırsanız alın, yanılmazsınız. Aslında bu yazıda adı geçen tüm liderler için de aynı şeyi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Blue Note liderlerinin diğer plak şirketlerindeki albümleri için garanti vermek doğru olmayabilir ancak evet, esas itibariyle hiçbir Blue Note albümü sizi hayal kırıklığına uğratmaz.
Freddie Hubbard’ın lider olarak ilk albümü. Bu kayıt esnasında 22 yaşında olduğunu not edeyim, çünkü dinleyeceğiniz trompetçinin çalışındaki olgunluk ve teknik yetkinlik kolay kolay o yaşlarda edinilebilecek düzeyde değil. Bu albüm aynı zamanda, adı uzun süredir unutulmuşlar arasına karışmış idiyse de, tekrar basımlar sayesinde hatırlanan ve dinleyenleri hayrete düşüren genç bir saksofoncuyu da içeriyor: Tina Brooks.
Lee Morgan
Sırada Lee Morgan var. Az önce, Hubbard’ın trompetteki önemi ve yeri için söylediklerimiz Morgan için de geçerli. Art Blakey’nin tedrisatından geçen Morgan ilk albümünü 1956’da Blue Note için kaydetmiş ve öldüğü, daha doğrusu sevgilisi tarafından öldürüldüğü 1972’ye kadar, şirketten, 30’a yakın albüm yayınlamış. 1960 ve 63 arasında şirketten ayrıldığını da düşünürsek olağanüstü bir maraton. (Mine Gürevin’in Lee Morgan’ın son dönemini anlattığı yazısını da ŞURAYA bırakıyorum.)
Morgan’ın müzikal üretiminin Hubbard’a göre daha renkli ve cesur olduğunu söylemek de mümkün. Hatta Morgan’ın ilk albümünü 18 yaşında kaydettiğini ve o yaşta Art Blakey gibi bir kurdun grubuna dahil olduğunu eklersek, nasıl bir yetenekle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılabilir.
Tüm Morgan albümleri iyidir ve ortanın çok üzerinde müzikal keyif vaad eder ancak Sidewinder, hem liderin hem de Blue Note’un tarihinde ayrı bir yerde duruyor. Albüme adını veren beste o denli büyük satış rakamlarına ulaşıyor ki, şirketin yetkilileri de dahil herkesi şaşırtıyor. Birazdan anlatacağım; elde edilen bu büyük başarı, tuhaf şekilde, Blue Note’un krize girmesine neden olan ana etmenlerden biri.
Yeri geldi, bir uyarı yapayım. Bu icra sizi hareketlendirmezse, hatta belki de dans etme arzusu uyandırmazsa, siz, şu anda yanlış yerdesiniz demektir.
Horace Silver
Biraz daha Horace Silver‘dan konuşmak gerek. Neden mi?
Her şeyden önce Horace Silver şirketin en sadık müzisyeni ve bu yazının seçimleri arasına girmeyi hak edecek şekilde, Blue Note Records’un en çok satan ikinci albümünün de sahibi. Bana sorarsanız, Song for My Father, tüm kataloğun da en iyi albümlerinden birisi.
Albüme adını veren bestenin esin kaynağı Silver’ın babası. Atlantik okyanusunda, Senegal açıklarındaki Cape Verde’den, ya da dilimizdeki adıyla Yeşil Burun Adaları’ndan ABD’ye göçen babası, çocukken oğluna hep anayurtlarının müziğini dinletirmiş. Adanın Portekiz esintili müziğiyle Silver’ın funky hard bop stili bir araya gelince ortaya, dinleyicisini hemen kavrayan, ıslıkla çalınabilen türde bir melodi çıkmış. Buna Silver’ın piyanoda ve Joe Henderson’ın tenor saksofonda enfes sololarını ve kıpır kıpır ritm eşliğini de ekleyince bu parçanın çok satmasına şaşırmamak lazım.
Yeni Şey’in Peşinde…
Her Şeyin Bir Şeyi var…
Sidewinder ve Song For My Father liderlere ve şirkete iyi para kazandırmış ama aynı zamanda Blue Note’un bir yol ayrımına gelmesine de neden olmuş. Geride bıraktıkları yıllarda kıt kanaat geçinen bir plak şirketi iken, arka arkaya çoksatarlar üretince, dağıtım şirketlerinin baskısını hissetmeye başlamış Blue Note: Daha çok hit parça ya da aynı kıvamda daha çok albüm. Açık hesap çalıştıkları bağımsız dağıtım şirketlerinin ödeme dengesini bozarak şantaj uygulamalarına kadar varmış durum.
Aslında 1964-66 arasındaki Blue Note prodüksiyonlarına baktığınızda sonucun çok da dramatik olmadığını görüyorsunuz. Lion’ın ve Blue Note’un o dönemde kayıtlarının neredeyse tamamı, bugünün en iyi prodüktörünün dahi gurur duyacağı türden kaliteli albümler.
Ancak, mevcut durum, o güne kadar, paradan ziyade ‘iyi müzik’ üretme şiarıyla hareket etmiş Lion ve Wolff’un, bir süre benzer prodüksiyonlara yönelmesine de neden olmamış değil.
Başta Lee Morgan olmak üzere, bir çok Blue Note lideri, albümlerine benzer karakterde, yani hazmı kolay, kulak okşayan besteler dahil etmeye başlamışlar; şirket baskı sayılarını arttırmış ve satışlar da aynı oranda artmayınca Blue Note finansal zorluklar yaşamaya başlamış.
Bu noktada Blue Note’un serbest cazla flörtünden de bahsetmek gerekir. Bebop furyasında olduğuna benzer şekilde, esasında, şirket, 50’lerin sonunda ortaya çıkmış olan serbest caza başlangıçta yakın durmamış. Bu türün öncü müzisyenlerinin albümlerini yayınlamak diğer bağımsız şirketlere nasip olmışsa da, 60’ların ortasından itibaren Blue Note serbest cazın sınırlarında dolanan müzisyenleri kataloğuna dahil etmiş, mevcut müzisyenlerin serbest caza yaklaşmasını da teşvik etmiş.
Bu dönemde, Cecil Taylor, Ornette Coleman ve Don Cherry gibi ikonik müzisyenlerin albümlerini yayınladığı gibi Jackie McLean, Sam Rivers, Bobby Hutcherson, Grachan Moncur ve Andrew Hill gibi kendi keşiflerini de piyasaya sunmuş. Ki geriye dönüp baktığımızda, bu müzisyenlerin, caz sanatının en nadide ürünlerinin bir kısmını üreten isimler olduğundan şüphe etmiyoruz.
Kendi adıma, bu değişimin ticari kaygılardan kaynaklanmadığını sanıyorum. Lion’ın sevmediği müziği kaydetmemesi ilkesi ile çelişmediğini, buna karşılık, müzikal damak tadının her dinleyici gibi geliştiğini, genişlediğini düşünüyorum.
Bu türdeki en iyi Blue Note örneklerinden birisi ile devam edelim.
Orgu, kendisinden önce hiç çalınmadığı kadar atak ve özgür çalan Larry Young’ın başyapıtı sayılan The Unity albümünden bir icra dinleyeyelim. Uzmanlar, Young’ın enstrumanına Coltrane-vari bir yaklaşım getirdiğinde; hatta çalışında, rock müziğinin etkilerini barındırdığında hemfikir. Buna karşılık, Larry Young’ın, 70’lerde ortaya çıkan rock orgçularını etkilemiş olduğundan da şüphe etmemek gerek.
Bu standardı daha önce hiç böyle dinlememiş olabilirsiniz: Softly As In A Morning Sunrise.
McCoy Tyner
Blue Note Records deyince bahsetmemek olmaz, McCoy Tyner, şüphesiz, caz tarihinin en önemli piyanistlerinden birisi. Hatta günümüz piyanistlerinin hemen hemen hepsinde etkisi olduğu dahi iddia ediliyor. Dile kolay, John Coltrane’in klasik dörtlüsünün üyesi olarak, cazı sonsuza kadar değiştiren muhteşem kayıtlarda imzasının varlığı dahi onun yerini hak etmesine yeter de artar bile.
Yeri gelmişken Alfred Lion’ın yumuşak dokunuşlu piyanistleri sevmediğini, örneğin Bill Evans, Hank Jones ya da Kenny Barron gibi, stillerinde klasik müzik öğelerini barındıran piyanistleri kaydetmediğini de ilginç bir not olarak ekleyelim.
Lion ile, dolayısıyla Blue Note’la ilgili bir başka ilginç detay vereyim. Şirket, en azından klasik dönemi boyunca birkaç istisna hariç vokal içeren albüm yayınlamamış ve beyazların öncülüğünü yaptığı cool caz akımından uzak durmuş; hatta yine birkaç istisna hariç tümüyle siyahi liderleri kaydetmiş.
Blue Note kataloğunun ve Tyner’ın önemli albümlerinden birisi ile, 1967 tarihli The Real McCoy‘dan bir icra bırakayım. Düşsel güzellikte bir Tyner bestesi: Search for Peace.
Miles Davis’in Talebeleri
Her ne kadar Blue Note Records Miles Davis’i elinde tutamamışsa da, Davis’in ikinci beşlisindeki tüm müzisyenler, biri hariç, lider olarak uzun süre, Blue Note ile çalıştılar. Wayne Shorter, Herbie Hancock, Tony Williams albümleri kataloğun en güzel albümlerinden. Hatta Shorter’ınkilerin, şimdilerde post bop olarak anılan türün yaratıcılarından olduğunu da eklemek gerek.
Modal cazın en iyi örneklerinden birisi. Basta Ron Carter, davulda Tony Williams, trompette Freddie Hubbard, tenor saksofonda George Coleman ve piyanoda Herbie Hancock: Maiden Voyage.
Tarihin Sonu ve Yeni Başlangıç
Alfred Lion, bir sabah kalkar ve karısına yorulduğunu söyler. Müzik üretmek için hala enerjisi vardır ama ticaretin cilveleri için kalbinin eskisi kadar sağlam olmadığının farkına varmıştır. Bir süre önce gelen teklifi değerlendirerek Blue Note’u Liberty şirketine satar. Hem de değerinin çok altına bir bedelle…
Şirketteki görevine prodüktör olarak devam etmeye karar verir ama işler eskisi gibi değildir, istediği gibi çalışamayacağını anlayıp 1967’de emekliye ayrılır. Kısa süre sonra da, artık eskisi kadar kapısı çalınmayan Rudy Van Gelder kendi yoluna gider. Francis Wolff ise 1971’de ölümüne dek Blue Note için çalışmaya devam eder.
Blue Note öyküsü tabii ki burada bitmez. 70lerde prodüksiyonlar ticarileşir, sayıları gitgide azalır. 71’de Liberty, United Artists Records’a satılır; o da 1979’da EMI’ya… Yeni patronlar sürpriz bir kararla Blue Note’u uykuya yatırırlar.
1985’de şirketin başına Bruce Lundvall atanır ve Blue Note tekrardan canlandırılarak yayın hayatına geri döner. Lundvall’ın ölümünün ardından Don Was işin başına geçer ve yeni kimliği ile bugüne kadar gelir.
Blue Note Mirası
Blue Note’u neden seviyoruz?
- Galiba, hepsinden önce, hifi cihazlarımızda, radyoda, telefonda güzel tınladığı için
- Kapak tasarımına, kayıt kalitesine, müzisyen seçimine, çalınacaklara, icraların düzeyine kadar bir albüm üretiminin her aşamasına özen gösterildiği için.
- Tutarlı bir bakış açısıyla üretildiği ve elimize alacağımız albümün beklentilerimizi karşılayacağına emin olduğumuz için
- İhmal edilen müzisyenlere şans verdiği için
- Caz tarihindeki özel bir dönemi, neredeyse eksiksiz belgeledikleri için
Başkaları da sayılabilir ancak yukarıda sıralanan nedenlere çoğunuzun katılacağına eminim.
Bu nedenlerle, Blue Note albümleri radyolarda çalmaya devam ediyor, çevrimiçi ortamlarda sık tıklanıyor; dergiler, internet portalleri sürekli Blue Note ile ilgili yazılar yazıyor. Bu nedenlerle, dünya üzerinde, çok ciddi Blue Note koleksiyoncuları var; plakların mütemadiyen yeni baskıları yayınlanıyor.
Peki, bir de öbür taraftan bakalım.
Blue Note, cazdaki devrimci ve öncü rolünü, 60’ların sonundan itibaren sürdürebildi mi? Hayır.
Cazın geleneği diye bir sıfatla anılan Blue Note cazın geleceğini belirlemede öncü rol üstlenebilir mi? Başkalarıyla birlikte, evet ya da belki.
Zirvede olduğu dönemdeki rakipleri kötü müydü? Bilakis, Verve, Prestige, Riverside ya da Impulse ve diğerleri, kendilerine has ve kendi içinde tutarlı politikalarla muhteşem kataloglar oluşturdular.
Sadede geleyim. Hiçbir caz koleksiyonu Blue Note içermeden eksiksiz olamaz ve hiçbir caz dinleyicisi Blue Note albümlerini es geçerek gerçek bir caz dinleyicisi olamaz.
Yazıda andıklarım kataloğun küçük bir bölümü. Düşününce vicdan azabı duyuyorum: Sam Rivers, Wayne Shorter, Bobby Hutcherson, Jimmy Smith, Sonny Clark, Junior Cook, Donald Byrd, Jackie McLean, Lou Donaldson, Horace Parlan, Freddie Redd, Stanley Turrentine, Kenny Dorham, Blue Mitchell… Şu saydılarım arasında dahi, adını anmayı atladıklarımı düşününce, Blue Note kataloğunun ne kadar devasa olduğunu daha iyi anlıyorum.
Yazımı, Blue Note Records’un son dönemde yayınladıkları arasında beni derinden etkileyen bir albümden örnek bırakarak tamamlayayım.
Cazın derviş ruhlu saksofoncusu Charles Lloyd’u, besteci/şarkıcı Americana müzisyeni Lucinda Williams’la bir araya getiren Vanished Gardens’ın çıkış şarkısı: Jimi Hendrix bestesi Angel.
Gözlerinizi kapatın ve meleğin mavi gökte uçarken kanat seslerini dinleyin…
Blue Note Records websitesinde yer alan TIMELINE.