Barok Müziği /7
[Bölüm 1] [Bölüm 2] [Bölüm 3] [Bölüm 4] [Bölüm 5] [Bölüm 6]
Barok devrinin en ihtişamlı formu olan opera sanki kovuktan doğmuştur. Evveli, menendi yokmuş gibi anlatılır. Neticede müzikli bir sahne eseridir opera ve hepiniz tahmin etiği gibi “müzikli sahne eserleri’“nin mazisi çok daha eskiye dayanır. Fakat hiç maziyi kurcalayasım yok bu yazıda. İşin lezzetli kısmına gelmek istiyorum hemen. Opera kovuktan çıkmamıştır. Sadece Avrupa’da değil dünyanın başka yerlerinde de müzikli sahne eserleri evvel eski vardı. Fakat opera hepsinin arasından sıyrılmayı başarmıştır çünkü onda geleneğin ve bilhassa da dinin hantal yanlarından kurtulma arzusu görülür. Sadece yıkmak isteyen ama yerine ne koyacağını bilemeyen bir arzu değildir bu. Kendi dinini, mitolojisini yaratma gayreti çok belirgindir. Aradığını tümüyle ölü bir bedende bulur: Antik Yunan. İlk kez 16. yüzyılda Euripides’in Sofokles’in, Aristofanes’in eserleri keşfedilir. Bir post nasıl doldurulursa öyle doldururlar o dünyanın içini. Tragedyayı diriltmek, onu sürdürmek iddiasının mahsulüdür opera. Librettoların büyük çoğunluğunun Yunan tragedyalarından -bilhassa da Eruipides’ten- alınması tesadüf değildir. Yüzlerce örnekten birkaçını sayayım sadece. Francesco Cavalli’nin Il giasone’si (1649) Euripides’in Medea’sından, Handel’in Admeto’su (1727) Euripides’in Alceste’sinden, Orff’un Antigonae’si (1927) Euripides’in Antigone’sinden, Gluck’un Iphigenie en Tauride’si (1778) Euripides’in Iphigenia’sından, Milhaud’un Médée’si (1939) Euripides’in Medea’sından alınmıştır. François Hédelin’in gözlemi şöyle:
“Şairlerimiz Euripides’in ayak izleri üzerinde Parnassus’a giden yolu yeniden buldular.”
Alman idealizminin yükseliş yılları olan 19 yüzyıla kadar operanın en çok beslendiği kaynak Euripides olur. Bu sebeple opera antik trajedinin yeniden doğuşu olarak görülmüş. Öyle mi? Değil çünkü tragedya ile opera arasında önemli bir fark var. Tragedyada yalnızca koro kısımları müzikle söylenirdi o da bazen. Yani tümüyle müzikal eserler değildi tragedyalar. Oysa operada müzik kesintisiz sürer. Nietzsche bunu müziğin söze tabi kılınması olarak yorumlamış ve operayı müziğin değerini düşüren bir şey olarak görmüş. Tersinden bakalım; kesintisiz süren müzik, edebi formu kimliksizleştirmiştir. Hangisini beğenirseniz artık. Ben orta yolu tercih ediyorum; müzik, edebiyat, tiyatro, dans ve dekordan hiçbirinin değerinden bir şey kaybetmediği nadide bir amalgam. Dolayısıyla opera -bilhassa barok opera- epizodik olay örgüsü, olayları birbirine bağlayan ilmeklerdeki koro bölümleri ve debdebeli felaketleri ile Antik Yunan‘da çok değerli olan Euripides tragedyasının iskeleti üzerine inşa edilmiş özgün bir formdur.
Gelelim operanın ‘doğuş’una. Genel geçer anlatı şu: İlk opera librettosu Giulio Caccini tarafından yazılan, Jacopo Peri tarafından bestelenen ve 1600 yılının kasım ayında sahnelenen Euridice’dir. Emilio de Cavalieri [1550-1602] buna itiraz eder. İlk operayı Peri değil ben besteledim der. Peri’den 8 ay önce Rappresentatione di Anima, et di Corpo’yu sahnelemiştir çünkü. Haklı mıdır? Yine orta yolu seçeceğim: Hem evet hem hayır. Haklıdır çünkü hakikaten mezkur eser resitatif yazımla (konuşur gibi şarkı söyleme) dramaya nüfuz eden, müziğin kesintisiz sürdüğü bir eserdir. Haksızdır çünkü bu eserde metin seslendirilmiş ancak teatral olarak ifade edilmemiştir. Müzikal iskeletin üzerine giydirilmiş manzum bir et yığınıdır. Üstelik metin çatışmadan dolayısıyla zirveden yoksundur. Metnin yoksun olduğu şeyden müzik de yoksun kalmıştır. Librettoda bilinç (avveduto) ile ihtiyatın (prudentio); ruh (anima) ile bedenin (corpo) karşılıklı konuşması okunur ancak burada karşıtlık değil tamamlanmışlık hatta altı defalarca çizilmiş abartılı bir pekiştirme vardır. Hayatı dindarca yaşamayı öğütleyen ve Tanrıyı metheden esere bu yüzden opera yerine “solo sesler, koro ve orkestra için yazılmış; oyun öğesi bulunmayan, kutsal nitelikteki müzik” anlamına gelen oratoryo demek uygun düşer.
İlk opera Peri’nin Euridice’i. Reyimiz bu yönde. Peki ilk baş yapıt hangisi? Bu sorunun cevabı tartışmasız: Monteverdi’nin Orfeo’su. Yazının bundan sonraki aşamasında aynı konuyu işleyen bu iki operayı birbiriyle kıyaslayacağım. Başlayalım;
Orpheus çaldığı lirle nam salmış yetenekli bir oğlandır. Euridice ise güzeller güzeli bir peri. Aşık olurlar ve evlenmeye karar verirler. Çobanlar bu sevinçli haberi şarkılar söyleyerek kutlarlar. Bu sahneyi Peri ve Monteverdi’den ayrı ayrı dinleyelim:
Peri’de tek çoban duyarken Monteverdi’de iki çobanı düet yaparken dinliyoruz. Düetten sonra da koro duyuluyor. Üflemeli partisyonundaki gösteriş, melodideki kuvvetli ritim vurgusu, koroyla semiren coşku… Monteverdi’de her şey büyük porsiyon.
•
Hikayedeki ilk kavşağa geldik. Arkadaşlarıyla beraber çayırda çiçekler toplayan, şarkılar söyleyen Euridice, otlar arasına gizlenmiş yılan tarafından ısırılacak. Çobanların mutlu şarkıları kursaklarında kalacak. Sahneyi her ikisi besteciden de dinleyelim:
Amatör dinleyicinin dahi kolaylıkla kavrayabileceği bir fark var aralarında değil mi? Jacobo Peri’nin, Euridice’in çayırdaki sefasını anlatışındaki tatlılık “l’erba punsele il piè con sì maligno dente” […ısırdı melun dişleriyle çimen…] cümlesine rağmen dağılmıyor. Metindeki havanın gölgesi melodiye düşmüyor. Kaldı ki hikayenin bu önemli kavşağı için tercih edilen melodi de etkileyici olmaktan uzak. Oysa Monteverdi’de metnin tarif ettiği duyguyu mütevazi bir çalgı eşliğine rağmen iliklerimize kadar duyarız. Euridice’nin çayırdaki neşeli halini muğlak bir melodik ifadeyle tasvir eder. Bu mutluluğun bozulacağını haber verir gibidir. Muğlak melodik ifade ne? Cümlelerin ilk yarısı la minör tonundayken ikinci yarıda sol minör tonda duyuyoruz. Zemini kaygan ve tekinsiz hale getiriyor. Nerede karar kılacağını bilmediğimiz bir gidişat. Nihayet acı haber duyulduğunda (“Ed ecco immantinente…” -ve birden soldu güzel yüzü, soldu gözlerinde güneşi gölgede bırakan ziya-) ton do minör oluveriyor. Dinleyici işin ciddiyetini sade sözlerden değil tondaki bu keskin değişimden de anlıyor.
•
Hikayedeki önemli anlardan biri de Orfeo’nun müstakbel eşinin ölümü karşısında duyduğu acının ifadesidir şüphesiz.
Peri’nin Orfeo’su hem yakınıyor hem de isyan ediyor. “Ohimè, chi mi t’ha tolto…” -Ah kimler aldı seni- kısmındaki yakıcı öfkeyi hissetmeyen yoktur sanırım. Monteverdi’nin Orfeo’sunda öfke yerine kabullenemeyişi duyuyoruz. Hala umut besleyen bir adam Monteverdi’nin Orfeo’su. Ölüler diyarına varıp Euridice’i geri getirmenin planlarını yapıyor. “E, intenerito…” -yumuşatmalı kalbini gölgeler kralının- derken melodinin de sözlere paralel olarak kromatik yaklaşımlarla yumuşaması, dinleyenin yüreğine su serpmesi çok şık bir jest.
•
Sonraki kavşakta Orfeo’yu ‘ölüler diyarı’na yolculuk ederken buluruz. Ölümlülere bu dünyanın kapıları kapalıdır ancak Orfeo, Hades tarafından bu zindanın gardiyanlığına tayin edilen üç başlı köpeğin (Cerberus) kalbini söylediği şarkılarla yumuşatır. Monteverdi’nin zihnindeki ölüler diyarı ürkütücü, karanlık, cehennem gibi bir yerdir. Oysa Peri’nin tasavvurunda her şey daha yuvarlak hatlıdır.
Hem Monteverdi’de hem de Peri’de Caronte’yi bas seslendiriyor fark ettiğiniz gibi. Fakat Peri’nin enstrüman seçimi dönemine uygun yani sıradan ve silik. 1600 yılındaki ilk edisyonda sadece 4 enstrüman tayin etmiş: Klavsen, lira de gamba, bas lavta ve terbo lavta. Tiz karakterli sazların ismini zikretmemiş. Buna karşın Monteverdi 41 saz seçmiş ve sınırlarını titizlikle seçmiş. Monteverdi’nin Caronte’si tüm partisyonlarını bir çeşit org olan regal eşliğiyle söylüyor. Tercih edilen çalgının sesi diğer 40 sazdan o kadar ayrışıyor ki dinleyici sazın sesini duyduğu anda ölüler diyarı imajı pekişiyor zihninde. Böylelikle sadece melodi değil saz da taltif ediliyor, karakter kazanıyor.
•
Bu seferki yazımı eserin her sahnesini küçük lokmalara bölmek, tadına vararak sindirmek için minik bir rehber veya cesaretlendirme metni olarak sayınız. Şimdiye kadar lâdini müziğin dini müzikten kopuşunu [Barok /2], madrigalleri [Barok /3], dans müziğinden doğan çalgısal müziği, orgu, kalvseni [Barok /5], keman müziğini [Barok /6] ve operayı konuşmuş olduk. Yakası açılmadık tek bir şey kaldı o da dini müziğin erken barok dönem İtalya’sındaki serencamı. Çok yavan bulduğum için bu konuyu atlayıp, barok yazılarının birinci faslını kapayacağım. Gelecek yazıyla birlikte Avusturya, Almanya ve Hollanda’daki Erken ve Orta Barok dönemi faslına başlayacağız.
Gözlerinizden öpüyorum.