Eric Dolphy ve kısa ama sonsuz müziği
Bir müzisyen dinlersin, dinlerken onun müzik yapmadığını, resmen yaşadığını hissedersin. Çaldığı her nota, attığı adım gibi gelir sana… Planlı ama içgüdüsel, düşünülmüş ama ruhla savrulmuş. Eric Dolphy böyle bir müzisyendi. O, cazın sesi değil, ruhuydu. Flütüyle rüzgârı, bas klarnetiyle karanlığı, alto saksofonuyla başkaldırıyı anlatan bir şairdi. Onu tanıyanlar, müzikle anlattıklarının çok derinden geldiğini bilirdi. Ne anlattığını duyabilmek için de kulak değil, yürek gerekiyordu.
Eric Allan Dolphy Jr. 20 Haziran 1928 tarihinde Los Angeles’ta doğdu. Ailesi Karayip kökenliydi. Trinidadlı bir baba ve Bahamalı bir annesi vardı. Ailesi onun klasik müzikle büyümesini istemişti. Bu yüzden Dolphy küçük yaşta klarnet ve flüt eğitimi aldı. Oysa onun yolu çok daha özgür, çok daha çetin bir yere çıkacaktı: Caz!



Henüz 20’li yaşlarının başındayken, bebop’un enerjisini yüreğine alıp free jazz’ın cesaretiyle yola çıktı. Ornette Coleman ve Cecil Taylor gibi deneysel yaklaşımlara açık isimlerle tanıştı. Kendini hiçbir zaman tam olarak bir caz akımının içine hapsetmedi. Dolphy kendi yolunu açtı. Hatta bu yola “Dolphy tarzı özgürlük” desek yanlış olmaz.
Dolphy’nin en ayırt edici özelliklerinden biri, üç ayrı enstrümanda, alto saksofon, flüt ve bas klarnette hem teknik, hem de duygusal açıdan zirveye ulaşmasıydı. Özellikle bas klarnet, caz dünyasında nadir kullanılan bir enstrümandı. Dolphy onu adeta tekrar icat etti. Gırtlaktan gelen tonlar, boğuk iniltiler, dalga gibi savrulan doğaçlamalar… Dolphy’nin bas klarneti çığlık atar, fısıldar, sonra da gökyüzünde bir iz gibi kaybolurdu. Flüt onun için bir nefes meselesiydi. Bach’tan etkilendiği flüt pasajlarında klasik ile modernin dansını izlerdik. Dolphy’nin flütü, cazın sınırlarından çıkıp bazen pastoral, bazen mistik diyarlara sürüklüyordu dinleyiciyi. Ve alto saksofon, onun en doğrudan, en haykıran sesiydi. Charlie Parker etkisi açıkça hissedilirdi. Altını çizmeliydim ki, Dolphy asla Parker’ı taklit etmedi. Onun çaldığı her nota, her doğaçlama kendine aitti. Acı, öfke, aşk ve yalnızlık gibi…
Dolphy’nin albümleri, esasen onun bir sanatçı olarak içsel evrimini de gösterir. 1960 tarihli Outward Bound, onun ilk solo albümüydü. Geleneksel caz kalıplarını koruyan ama ufuk açıcı bir denemeydi. Burada Dolphy’nin ne olacağı değil, ne olabileceği seziliyordu. 1961’de çıkan Out There, onun sınır tanımayan müzikal zihnini yansıtan bir başka dönüm noktasıydı. Bu albümde çellonun cazda ana enstrüman olarak kullanılması, o dönemin anlayışı için oldukça radikaldi. Elbette Out to Lunch!… Blue Note etiketiyle 1964’de yayımlanan bu başyapıt, Dolphy’nin son ama belki de en olgun işiydi. Burada caz, soyut bir resim gibi karşımıza çıkıyordu. Zamanın içinden geçiyor, ritmi parçalıyor, melodiyi yeniden kuruyordu. Freddie Hubbard, Tony Williams ve Bobby Hutcherson gibi ustalarla birlikte kaydedilen bu albüm, Dolphy’nin iç dünyasının bir manifestosuydu.
Dolphy, Coltrane ile karşılaşıyor
Dolphy’nin John Coltrane ile yolları 1961 yılında kesişti. Birlikte verdikleri konserler, kaydettikleri albümler, cazın evriminde çok önemli bir yer tutar. Özellikle Live at the Village Vanguard performansları hâlâ analiz edilir, tartışılır.

Coltrane ile Dolphy’nin ilişkisi, sıradan bir müzikal birliktelikten çok öteydi. Coltrane’in ruhsal arayışı, Dolphy’nin entelektüel sezgileriyle harmanlanıyordu. Ancak o dönem bu birliktelik caz eleştirmenleri tarafından fazla radikal bulunmuştu. DownBeat dergisindeki bir yazı, Dolphy’yi anlamsız doğaçlamalar yapmakla suçlamıştı.
Bu yorumlara karşı Coltrane’in tek bir yanıtı oldu: “Onu dinlemiyorsunuz, sadece duymaya çalışıyorsunuz.”
Charles Mingus ile dostluğu
Charles Mingus ile Dolphy’nin ilişkisi, sadece birlikte çalmakla sınırlı değildi. Bu iki adam, birbirini tamamlayan iki uçtu. Mingus’un fırtınalı ruhu, Dolphy’nin dingin zekâsıyla dengeleniyordu. Birlikte kaydettikleri Mingus at Antibes, Oh Yeah ve Charles Mingus Presents Charles Mingus albümleri bunun açık kanıtı.

Turnelerde, prova molalarında ya da sahne arkasında sık sık tartıştıkları bilinir. Ama bu tartışmaların içinde her zaman büyük bir saygı vardı. Mingus, Dolphy’yi “dünyadaki en nazik müzisyen” olarak tanımlamıştı bir röportajında. Dolphy ise Mingus için, “O bir volkan. Onunla birlikteyken müzik kaçınılmaz olur,” diyordu.
1964 baharında, Mingus liderliğinde, sextet olarak Avrupa turnesine çıktılar. Paris, Kopenhag, Oslo, Stockholm, Berlin… Bu turne Dolphy için sadece sahne değil, bir içsel uyanıştı. Avrupa’da müzikal özgürlük vardı. İnsanlar, müziğe ve müzisyene saygı duyuyordu. Renk değil, ruh önemliydi.
Turne sonunda Dolphy, Amerika’ya dönmemeye karar verdi. Almanya’da yaşamaya başladı. Burada Bach eserleri üzerine çalışıyor, klasik flüt eğitimine devam ediyor, Avrupa’daki genç cazcılarla yeni projeler hazırlıyordu.
Birkaç ay içinde Kenny Drew, Donald Byrd, Nathan Davis, Jacques Brel’in gitaristi René Thomas gibi Avrupalı ve Amerikalı müzisyenlerle kayıt planları yaptı. Sevgilisi Joyce Mordecai de kısa bir süre içinde Berlin’e taşınacaktı. Gelecek parlaktı… kısacık sürecek olmasaydı!…

Joyce Mordecai idi. Sanatçı bir kadındı; bale ve müzikle ilgileniyordu. Aralarındaki ilişki, müziğin içinde ve dışında büyüyen bir dostluktu. Dolphy’nin Avrupa’da kalma kararında Joyce’un rolü büyüktü. Birlikte yaşamayı, birlikte üretmeyi planlıyorlardı. Joyce, Dolphy’yi sadece müziğiyle değil, insanlığıyla da sevmişti. Dolphy onu, “hayatımın ritmini anlayan tek insan” olarak tanımlıyordu.
Dolphy’nin ölüm haberini aldığında Berlin’e ulaşmak üzereydi. Elinde Dolphy’nin yeni besteleri, hayalleri, planları vardı. Ama Dolphy artık yoktu.
Eric Dolphy, 29 Haziran 1964 gecesi, Berlin’de şeker komasına girdi. Hastaneye kaldırıldı ama tanı konulamadı. Doktorlar onun sarhoş ya da uyuşturucu etkisinde olduğunu sandı. Oysa Dolphy hayatı boyunca alkol ya da uyuşturucu kullanmamıştı. Onun yüksekliği yalnızca müziğindeydi. Müdahale edilmedi. Dolphy, 36 yaşında, yalnız bir hastane odasında hayatını kaybetti.
Bu ölüm, caz dünyasını sarstı. Çünkü Dolphy tam anlamıyla olgunluk dönemine girmek üzereydi. Ve daha anlatacak çok hikâyesi vardı.
Mingus, Dolphy’nin ölümüne çok ağır tepki verdi. Uzun süre müzik yapamadı. Onun için özel konserler düzenlendi. 1965’te çıkan Praying With Eric parçası, onun yasının sesi gibiydi. İlginçtir, bu parçanın ilk adı aslında Meditations on Integration idi. Dolphy’nin hayatı boyunca dile getirdiği birlik ve bütünlük arzusunu yansıtan bu başlık, onun Avrupa’daki müzikal açılımlarına ve çok kültürlü duyarlılığına da gönderme yapıyordu. Ancak Dolphy’nin ölümünden sonra Mingus, parçayı “Praying With Eric” olarak yeniden adlandırdı. Bu bir tür ağıttı. Sessizce edilen, müzikle yükselen bir dua gibi… Mingus bir yerde şöyle demişti: “Eric’in sessizliği, diğerlerinin çığlıklarından daha çok şey anlatırdı.”
Mingus o günden sonra sahnede Dolphy’nin ismini andığında, gözleri nemli olurdu. Çünkü onu sadece bir müzisyen değil, bir dost olarak kaybetmişti.
Eric Dolphy biz cazseverlere salt müzik değil, bir yaklaşım bıraktı. Cesaretin, zarafetin, disiplinin ve sınır tanımaz yaratıcılığın ne demek olduğunu gösterdi. Onu dinlerken, sadece melodilere değil, bir ruhun içsel sesine de kulak veririz. Ve en çok da şu sözünde yankılanır onun felsefesi:
“When you hear music, after it’s over, it’s gone in the air. You can never capture it again.”
Ama senin müziğin, Eric, hâlâ havada. Hâlâ kulaklarımızda ve kalplerimizde yankılanıyor.
Mine Gürevin’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
Dark Blue Notes’da Portreler
Eric Dolphy Wikipedia