Akbank Caz Festivali

Duke Ellington: Görkemli Bir Hayat ve Harlem Rönesansı

Bazı melodiler vardır. Daha ilk notasından içine işler. Son notasına kadar seni bir yerlere götürür. Tam olarak nereye vardığını bilemezsin ama yol boyunca kıpırtısı hiç bitmez. Duke Ellington müziği, işte böyle bir şeydi. Onun piyanosundan dökülen her nota, Harlem’in taş sokaklarında yankılanan ayak sesleri gibiydi. Sessiz ve çok şey anlatan… Anlatacaklarım, salt bir caz müzisyeninin hikâyesi değil, koskoca göçebe bir halkın ruhunu taşıyan bir adamın hikâyesi. Harlem Rönesansı’nın içinden geçen, ama orada durmayan; müziğiyle orayı aşan dev sanatçının, Duke Ellington’ın hikâyesi. 

Edward Kennedy Ellington… Kimse ona böyle demedi. Daha küçük yaştayken bile, kıyafetleri düzgün, yürüyüşü kendinden emin, zarifti. Mahalledeki arkadaşları ona bu yüzden Duke dediler. Henüz küçük bir çocukken bile aristokrat gibiydi. Ve inanın, bu lakap ona öyle bir oturdu ki, hayatı boyunca sırtından inmedi.

Duke Ellington ve bir hayranı

1899 yılında Washington D.C.’de doğdu Duke/ Annesi Daisy, oğlunun her zaman zarif ve terbiyeli bir adam olmasını istedi. Babası James çalışkan ve güvenilir bir adamdı. Beyaz Saray’da çalışmışlığı vardı. Müzik evlerinin içindeydi. Oysa onun asıl tutkusu resimdi. Gençliğinde grafik tasarımcı olma hayali kuruyordu. Sonra, yavaş yavaş o siyah beyaz çizgilerin yerini piyano tuşları aldı. Bir gün fark etti ki, kalemi ve fırçası, piyano klavyesiydi. Resim tutkusunu elden bırakmadı. Hikâyelerini notalarla anlatmayı seçti.

1910’lu yılların sonu… Amerika’da büyük bir hareketlilik vardı. Milyonlarca siyahi Amerikalı, güneyin ırkçı yasalarından, linçlerden, köhne şartlardan kurtulmak için kuzeye doğru yerleşmeye başladı. Bu hareket tarihte Büyük Göç adıyla anıldı. Fabrikalar kuzeydeydi, istihdam kuzeydeydi, endüstri kuzeydeydi ama esas mesele sadece ekmek parası değildi. İnsanlar daha çok saygı, daha çok özgürlük, daha çok ses arıyordu. 

New York’taki Harlem semti, bu yeni hayatın kalbi oldu. Kısa sürede bir mahalleden fazlasına dönüştü. Harlem, siyahi Amerikalıların sadece yaşadığı bir yer değil, düşündüğü, yazdığı, söylediği, dans ettiği bir yer haline geldi. Bir tür yaratıcı patlama yaşanıyordu: Harlem Rönesansı. Şiirler yazılıyordu. Langston Hughes mesela, sıradan bir geceyi şiire dönüştürüyordu. Zora Neale Hurston, halk hikâyelerini romana taşıyordu. Ressam Aaron Douglas, Afrika ritüellerini, modern Amerikan tuvaline düşürüyordu. Herkes bir şey söylüyordu. Ve Duke Ellington da o kalabalığın ortasında, elini piyanoya uzatıp konuşanlardan biriydi.

1923 yılında, Duke valizini topladı ve Washington’dan New York’a taşındı. Harlem’e geldiğinde, henüz 24 yaşındaydı. Caz ise orada çoktan başlamıştı. Kulüpler tıklım tıklım doluyordu, sokaklarda dans eden gençler vardı, piyanoların başında umutla çalan müzisyenler… Harlem’de her akşam başka bir beste doğuyordu. Duke öyle her kulüpte sahneye çıkan biri değildi. İşini ağırdan alırdı. Hem öğrenmek isterdi hem de anlatacaklarını biriktirmeyi… 

1927 yılında Duke için büyük bir kapı aralandı: Cotton Club. Burası, dönemin en gözde mekânlarından biriydi. İronik olan şuydu ki, diğer pek çok işletme gibi, mekânda, siyahi sanatçılar sahne alıyor ve beyaz müşterilere hizmet ediyordu. Ellington bu çelişkinin farkındaydı. Sahneye her çıktığında, kendisini izleyen kalabalığın gözlerine değil, Harlem’in kalbine çalıyordu. Müziğini beyazlara “Bakın, biz buyuz” diye anlatıyor, Afro Amerikalılara da, “Bizim hikâyemiz değerli” diyordu. Cotton Club, onun için bir sahne değil, bir aynaydı. 

Cotton Club, 1937.

Ellington bir piyanistti, evet, ama aynı zamanda büyük bir besteciydi. Onun için müzik, bireysel bir şey değildi. Hep birlikte bir ses yaratma işiydi. Orkestrasını da bu yüzden çok özenle kurdu. Her müzisyen, orada sadece iyi çaldığı için değil, kendine has bir ses taşıdığı için vardı. Trompetçi Bubber Miley mesela… Onun çaldığı ton, içinden gelen bir çığlık gibiydi. Growl denilen teknikle, sanki trompet konuşuyordu. Johnny Hodges’ın saksofonu ise başka bir hikâyeydi. Çıkardığı notalar Harlem’in sabaha karşı sessizliğindeki hafif esintiye benziyordu. Ve Ellington, müzisyenlerini yöneten biri değildi. Onların hikâyelerini dinliyor, sonra o hikâyeleri besteye dönüştürüyordu. Bir nevi kolektif bir anlatı yaratıyordu.

Bubber Miley ve Duke Ellington

Duke Ellington, cazı başka bir seviyeye taşıdı. Onun eserleriyle birlikte, caz artık sadece dans müziği değil, aynı zamanda bir anlatım biçimi oldu. Bizzat yazdığı parçalardan East St. Louis Toodle-Oo, Creole Love Call, Black and Tan Fantasy melodik olmanın yanı sıra, sembolikti de… Cazın içine tarih koydu, kimlik koydu, acı koydu, mahlasındaki aristokrat tını gibi, zarafetini hiç kaybetmedi. Notalarında öfke yoktu. Bir tür yumuşak direniş vardı. “Bakın biz de buradayız” diyen ama bunu çığlık atmadan söyleyen bir dil geliştirdi. 

1943 yılında, Duke Ellington hayatının en büyük işlerinden birini yaptı: Black, Brown and Beige. Bu, sadece bir müzikal süit değil, siyahi Amerika’nın hikâyesinin müziğe dökülmüş hâliydi. Carnegie Hall gibi bir yüksek prestijli bir salonda çalındı bu eser. İlk defa caz, böyle bir mekânda, böyle bir ciddiyetle sunuluyordu. Wikipedia’dan edindiğim bilgiye göre eser, üç bölümden oluşuyordu:

Black: Kölelik döneminin sesi.
Brown: İç savaş sonrası yaşanan kimlik karmaşası. 
Beige: Modern Amerika’da var olma mücadelesi. 

Bu eser, Ellington’ın müziği bir anlatı aracı olarak kullanmasının en görkemli, en şaaşalı örneğiydi. Caz artık sadece kulüp müziği değildi. Caz, tarih anlatabiliyordu.

Duke Ellington, öyle kürsülere çıkıp bağıran bir adam olmadı. Söyleyeceklerini müziğiyle aktardı. Sözsüz bile ne dediği anlaşılırdı. Harlem Air Shaft diye bir parçası vardır mesela. Bestesinde apartman boşluklarının içinden gelen sesleri anlattı. Kavga eden çift, radyodaki caz, yukarıdan gelen yemek kokusu… Gündelik hayatın tüm detayları bu eserde adeta can buldu. Duke işte böyle bir dehaydı. Gündelik olanı şiir gibi anlatırdı. Politik sloganlar atmadı. Siyah hayatın iç güzelliğini gösterdi. Mâlum, bazen var olmak bile başlı başına bir direniştir. 

1950’li yıllardan sonra, Ellington artık bir Amerikan efsanesi olmuştu. O sadece Amerika’yla yetinmedi. Avrupa’ya, Asya’ya, Ortadoğu’ya konserler verdi. Müziğini gittiği her yere taşıdı. Her yerde aynı zarafetle çaldı. Her yerde “Bu bizim hikâyemiz” dedi. 1960’larda sivil haklar hareketi güçlenirken, o da müziğiyle bu ruhun bir  parçası oldu. My People, King Fit the Battle of Alabama gibi eserlerle siyah halkın mücadelelerine estetik bir eşlik sundu. 1974 yılında hayatını kaybettiğinde arkasında sayısız beste, binlerce konser, ve bir halkın hikâyesini taşıyan bir miras bıraktı.

Bugün, takvimler 30 Nisan tarihini gösteriyor. Dünya Caz Günü. Harlem Rönesansı çoktan sona erdi belki. Ama Harlem ruhu, Duke Ellington’ın piyanosunda hâlâ yaşıyor. Onun müziği, Harlem’in sabah pazarında, akşam yürüyüşlerinde, çocuk seslerinde, yaşlı gözlerinde yankılanıyor. Ellington, cazı salt bir müzik türü olmaktan çıkardı. Onu bir duygu dili, bir kimlik anlatısı, bir direniş biçimi yaptı. Belki de bu yüzden, onun notaları hâlâ susmaz. 

Çünkü bazı melodiler sadece duyulmaz, hissedilir. Ve Duke Ellington’ın melodileri, hâlâ Harlem’in kalbinde atıyor. 

Mine Gürevin’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
Dark Blue Notes’da Portreler
Duke Ellington Wikipedia

Mine Gürevin

Yeme içme kültürüne düşkün bir matematikçi. Fermantasyon etkisinde müzik yazıları üretmeyi seviyor.

Mine Gürevin 'in 82 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Mine Gürevin ait tüm yazıları gör