Daybreak Express: D.A. Pennebaker
Başlangıç
Caz parçaları bir giriş kısmıyla açılır, enstrümanlar kendini tanıtır.
Tren kalkmak üzere, düdüğü birazdan çalacak.
New York uyanıyor. Tan ağarıyor. Uykulu insanlar tren garına varıyorlar.
Kalıba dökülen pirinç, altın sarısı üflemeli çalgılara dönüşüyor.
Eline bir kalem alan Duke Ellington, Daybreak Express’in giriş notalarını yazmaya başlıyor.
Bir tane 16 milimetrelik Kodachrome film rulosu alan D.A. Pennebaker, Duke Ellington’ın notaları eşliğinde filmini kurgulamaya başlıyor.
Ben de caz parçalarının yapısından ve Pennebaker’ın cazın ritmine uygun kurgusundan yola çıkarak, demir yollarından ve parlayan güneşin altın sarısı rengiyle her gün tekrar eden sabah yolculuklarından bahsetmeye başlayacağım.
Cümleler
Birleşen demiryolu parçalarının üzerinde belli bir hızda yol alan trenler gibi, caz parçaları da birbirini belli bir ritme göre takip eden cümlelerden oluşur.
Trenin raylar üzerinde dönen yuvarlak tekerleklerinin çıkardığı sesler belki bu yüzden cazcıları ve caz bestecilerini bu kadar etkiler. Glenn Miller’ın Chattanooga Choo Choo’sundan Count Basie’nin 9:20 Special’ına ve John Coltrane’in Blue Train’ine kadar tren ve demiryollarını hem adında hem seslerinde barındıran sayısız caz parçasından bahsedebiliriz. Ancak trenlerden bahsedildiğinde akla ilk gelen melodilerden biri Take the A Train’in melodisidir. Bu parça 1939’da Billy Strayhorn ve Duke Ellington tarafından bestelenir, A Treninin kalkacağının işaretlerini ise Duke Ellington 1933 yılında Daybreak Express’teki düdük sesleriyle verir.
Kariyeri boyunca tren raylarının üzerinden grubuyla defalarca geçen Duke Ellington, çoğu bestesini tren yolculukları sırasında yanında taşıdığı kağıtların üzerine not alır. Birbirine çarpan metallerin sesleri pirinç enstrümanlardan dışarı çıkacak seslere, camdan dışarı baktığında gördüğü manzaralar notaların verdiği hislere eklenir.
New York’ta yaşayan, henüz yalnızca yapımcılıkla uğraşan, caz koleksiyoncusu D.A. Pennebaker, Duke Ellington’ın cümlelerini dinlediğinde hissettikleri sayesinde gidip kendine bir film rulosu alır. Yıllar sonra Akademi ödüllü belgesel yönetmeni olarak anılacak, Bob Dylan – Don’t Look Back ve Monterey Pop gibi müzik belgesellerinin yönetmeni D.A. Pennebaker ilk belgeselini Ellington’ın Daybreak Express’inin başında kalkan gürültülü tren sayesinde çeker.
Köprü
Caz parçalarındaki cümlelerin değişeceğini bize köprüler söyler. A’dan B’ye geçeriz, duraklar değişir ama yolculuk devam eder.
Uykulu New York insanları iş yolundalar. Müzik onlara hızlanmaları gerektiğini söylüyor. Kalkan trenin camlarına güneş vuruyor.
Duke Ellington’ın cümleleri belirli bir ritimde ilerlerken bunları dikkatle dinleyen Pennebaker bizi müzikli cümlelerden görsel cümlelere geçiriyor. Aldığı bir film rulosuna sığdırdığı, amatörce çektiği görüntüler; kamerasının lensine takılan, sabah güneşinin aydınlattığı camlar, pencereler, bakırlar ve demirlerle canlanıyor.
“Filmleri kurgulamak, hatta film çekmek üzerine pek bilgim yoktu. Bu yüzden birkaç rulo Kodachrome aldım ve Daybreak Express kaydı yaklaşık üç dakika sürdüğü için dikkatlice çekersem tamamını bir film rulosuna sığdırabileceğimi düşündüm. Tabii ki yanılmışım. (…) Büyük bir caz koleksiyonum olduğu için müzik filmleriyle sinema sektörüne girmenin bir yolunu bulabileceğimi düşündüm ve öyle de oldu, ama Daybreak gibi bir film bir daha çekmeyi başaramadım.”
Tren dolu. Camdan dışarı bakan bir çocuk var. Bir de sabah gazetesini okuyanlar. Hepsi gözlerini kısıyor, camdan yansıyan güneş gözlerini alıyor. Trenin lekeli camlarının dışında hızla akan tabelalar ve reklam panoları, insan manzaraları…
Şehir, anlatıcıya gerek duymadan, tren rayında gittikçe, kendini anlatıyor. Daybreak Express melodileri döndükçe, insanlar hayatlarının döngüsünde hareket etmeye devam ediyor.
“Önemli olan, insanların olayların nasıl olması gerektiğine dair toplumsal beklentilerine bakmaktansa toplumun içinde gerçekten neler olduğunu izleyebilmek” (*)
Tren pencerelerinin siyah çerçevelerine New York’un dev gökdelenleri sığıyor. Ama dikkatimizi gökdelenlerin büyüklüğü değil o gökdelenlerin uzaktan küçük görünen pencereleri ve çerçevelerinin içlerine sığan küçük hayatlar çekiyor. İzlediğimiz treninki gibi hareket eden, gökdelenlerin üzerine çakılı duran ama trenden baktıkça hızla gözlerimizin önünden akan onlarca pencere başımızı döndürüyor.
Duke Ellington’ın bestesi değişmeye başlıyor. Cootie Williams bakır trompetine üfledikçe film rulosundan, tren rayından çıkmaya başlıyor.
Şehir artık baş aşağı. Başımız ters dönünce olduğundan da uzun görünüyor gökdelenler. Köprüler yolcuların başını döndürüyor.
Son Durak
Yolun sonuna yaklaştığımızda yolculuk hiç bitmesin isteriz. Cazdaki “tag”ler parçanın normalde biteceği yerde bitmediğini, son tekrarların yapıldığını, yolcuların inmeden önce yol boyu onlara eşlik eden güneşin aydınlattığı sarı yansımalara son bir bakış attığını gösterir.
Pennebaker’ın kamerası tren son durağına yaklaştıkça hızlanır, trenin acelesi vardır. İnsanlar işlerine yetişmek zorundadır, Pennebaker’ın film rulosu bitmek üzeredir. Yolda trafikte kalmış arabalar gözlerimize takılır. Hızla değişen rotasına rağmen tren hiçbir aksaklık olmadan son durağına varır.
New York uyanır, tan ağarır, trenin düdüğü susar.
Kalıplara dökülen bakır metaller, tren durduğunda birbirlerine çarpmadıkları için sessizleşir, kendilerini güneşin ısısına bırakırlar.
Pirinç üflemelilerse son duraktan yeniden kalkacak trene binip bir sonraki şehre gitmeyi bekleyen Duke Ellington’ın müzisyenlerinin ellerindeki yerlerini alır.
Trenin düdüğü yeniden öttüğünde Pennebaker’ın sarı ve turuncu film şeridinden akıp geçen insanlar yeni bir güne başlayacaktır.
Salon aydınlanır, seyirciler kulaklarında Ellington notalarıyla kalabalık ve güneşli New York sokaklarına çıkar. Etraftaki bütün metaller cazırdamaya başlar. Film sona erer, gün başlar. Film sona erse de, caz var olduğu sürece, Pennebaker’ın gördüğü kadar sıcak renklerle doludur hayatlar.
(*) James Blue’s “One Man’s Truth—An Interview with Richard Leacock,” Film Comment, 1965