Akbank Caz Festivali

Türlerin Kökeni

Caza Niye Gelmedin?

Bir sarmaşık gibi günlerimize dolanmıştı müzik. Her caz parçasını dinlediğimizde hücrelerimizde kimyamızı bozan akorların dolaştığını hissediyorduk. Böyle yaşayabilir ve bu şekilde ölebilirdik. Bazen ruhumuz canlanıyor bazen de derinlerde bir kederle baş başa kalıyorduk. Zaten kaya gibi “Rock” müziği vardı hayatımızda. Her zaman olduğu gibi çok az kişiydik. Sevdiğimiz film kahramanlarını izlercesine mutlu ediyordu cazın varlığı bizleri. Anlamadan dinliyor, içindeki cevheri fark ediyor ama yüzük taşı olarak bir türlü parmağımızda görmeyi beceremiyorduk.

Bize müzik lazımdı. İçten gelecek, yürekten söylenecek ve elbette sanatlı olacaktı. Cazda fazlası vardı. “Standard” olan, bünyesinde standart olmayan bir şey taşıyordu. Melodi sabitleniyor, herkes hayalindekini çalıyordu. Çok kapılı bir ev gibi, kimi giriyor kimi çıkıyordu. Karşılaştıklarında ise saygıyla birbirlerine yol veriyorlardı. Aynı olan, hep başkaydı; biri taburesine oturuyor, diğeri enstrümanını kapıp sahneyi terk ediyordu. Soyut bir galaksinin adı değil miydi müzik, hep birlikte doğaçlıyorduk.

Caz da hayatımız gibiydi. Her akşam yatıyor her sabah kalkıyorduk; okula, işe gidiyor fakat her günü farklı bir senaryoyu yaşıyorduk. Bazen güneşten kaçıyor, bazen yağmura yakalanıyorduk. Ye terli ya da ıslaktık. Cazla kutsanıyorduk. Caz gizemliydi, onunla ne kadar yaşarsak yaşayalım her gün yeni bir yönünü öğreniyor ve asla bütünüyle elimizde tutamayacağımızı anlıyorduk. Başlangıçta kavrayamadığımız, defalarca gittiğimiz adreslere, bizleri her seferinde başka yollardan götürüyor olmasıydı cazın. Bazen beş on dakika boyunca müzisyenlerin hangi parçayı çaldıklarını anlayamıyorduk. Yol uzuyordu fakat manzara şahaneydi.

Çocuktuk: Sesler buğulu, ortam karanlıktı. Caz evrenimiz ilk kez oluşurken, bugünün yorgun ama bilge gezegenleri Nat King Cole, Louis Armstrong, Ella Fitzgerald, Sarah Vaughan ve Frank Sinatra vardı yakınımızda. Caz, sözlerinin ne anlama geldiğini bilmediğimiz, sisler ardında gizlenmiş kadife bir ses yumağıydı o zaman. Kesinlikle sözleri olmalıydı parçaların; müzik öksüz kalmamalı, bize seslenmeliydi. Cazın omurgası yaşam, konusu gerçek hayattan alınmaydı. Neredeyse anonim olmuşlardı. Caz müziğinin sahipleri besteciler de olsa, yorumlarıyla şarkıları besleyip büyütenler hep müzisyenlerdi.

Müzik insanın içinde belirli yaşları bekleyip farklı türleri arzulayan ya da onu dinleyici ya da müzisyen kategorisine yollayan bir gen midir? Neden herkeste bulunmaz? Müziğin anlattığı hikâye mi sevilir, müzisyenin enstrümanı ile hikâyeyi anlatış biçimi mi? Her insanın bir gamı, makamı var mıdır? Müzik kulağı deyimi doğru mudur? Buna sahip olanlar başkasından daha nitelikli mi duyarlar, yoksa odyometri testlerine asla uğramayan kozmik kalıpları mı evlat edinirler? Ruhun müziğe, kimilerinin de caza gereksinimi vardır.

Müziğin Yolları

Nat King Cole’un şarkısında, çocukluğumuzun en değerli hazinesi Delta “8 Transistör”lü radyomuzda, ilk kez yoluma çıkmıştı Mona Lisa. Leonardo da Vinci’nin resminde donmuş, yerine müziğin canlı melodisini bırakmıştı. İlkokuldaydım; ne görsem sahibiydim, neyi duysam benimdi o günlerde. Hayali yolculuklar yapıyordum bambaşka ülkelere. Sonradan anladım, radyomuz babamın görevli olduğu iş yerinden, TRT İstanbul Radyosu’ndan yayını alıyordu. İkisinin de adı radyoydu ama Radyoevi galiba daha büyüktü. Nasıl geliyordu bu ses evimize; görünmeyen teller vardı belki de sesi ulaştıran. Radyonun içinde yaşadığı söylenen küçük adamları sıkça düşünmeden önce gelip bulmuştu beni bu düşünceler.

Rock müzikten yola çıkıp makas değiştirirken aynı istasyonlarda caza aktarma mı yapılıyordu? Jethro Tull, Pink Floyd, Yes, Eloy, Omega, Rick Wakeman, The Alan Parsons Project yalnızca müzikleriyle değil sanki söyledikleri hikayelerle de bizi müziğin arenasına çekiyorlardı. Dinledikçe müzikleri bir gladyatör gibi hissetsek de kendimizi, aslında birer avdık. Bu müziklerdeki senfonik eğilim bizi klasik müziğe de giderek yaklaştırıyordu. Gönüllüydük, paralel evrenlerin gizemli hikayelerinden oluşan girdaplarda bize de yer vardı. Ne olursa olsun, yedi notanın müptelasıydık. Plaklar, kasetler, CD’lerle, teyplerle ve pikaplarla bizi bir güzel avladılar. Tutsağı olmuştuk müziğin.

Belki de o yüzden yazları geçirdiğimiz Suadiye Sahil Sitesi’nde 70’li yılların ikinci yarısına denk gelen ilk gençlik evremizde, akreplerle paylaştığımız tabanı kum o karanlık kayıkhane, hayatı kayıtlara geçirdiğimiz stüdyomuz olmuştu. Umutlarımız vardı ve bu umutları geleceğe taşıyan ideal müziklerimiz. Mağaramız, yalnızca yaz gecelerinde bile olsa dünyanın fenalıklarından koruyordu bizleri. Üç dört arkadaş müzik adına ne biliyorsak birbirimizle paylaşıyorduk. Öğreniyor ve bundan da büyük mutluluk duyuyorduk.

Sevdiğimiz grupların plakları genellikle bulunmazdı. Bulduğumuzu da harçlığımız yetmediği için alamazdık. Aramızda iş bölümü vardı. Paramız olunca bir plak alır, kasete çekerdik. Ardından imeceyle alınıp yedekte tutulan pillerle, arkadaşımızın ev halkına fark ettirmeden dışarı kaçırdığı Philips EL-3302 teypte müziğimizi dinlerdik. Teyp monoydu ama fark etmezdi, temizdik ve ömrümüzde “yüksek sadakat” diye bir kavram yoktu, 70’lerde cihazları değil yalnızca müziği dinlerdik.

İşte o günlerden musallat olmuştu müziğin cinleri bize. Üstelik dinlediğimiz müziğe ıslıkla eşlik bile etmiştik. Edgar allan Poe’nun öyküsünde olduğu gibi müziklerimizle birlikte “Maelström’e Düşüş”ümüz kaçınılmazdı. Aileler, ders çalışmayıp müzik dinliyoruz diye tedirgindi. Sırada yeni bir ders yılı ve sınav adı altında bizlere kurulmuş tuzaklar vardı. Bizi kalıplara dökecek, yolumuzdan uzaklaştırmaya çalışacaklardı. Orada müziğe az yer vardı. Yaz yine çabuk geçmiş, gök bulutlanmıştı. Eylül kapıdaydı. Kurşun kalem ile ileri geri sarmamıza rağmen zayıflamış pillerin kaseti döndürecek gücü kalmamıştı. Çaresiz, kışlık evlerimize döndük. Hem daha okumadığımız sıkıcı bir romanın özetini de çıkaracaktık. Üstelik caza giden yol çetin ve sarptı. Neyse ki vaktimiz vardı.

Yeni Bir Hayat

Aradan yıllar geçti. Şimdi her yeni sabaha Barok müzik ile, çoğunlukla da bir Bach kantatı ile başlamayı kendime görev edinmiştim. Bu ritüeli yerine getirmediğim her sabah, kendimi bu dahi müzisyene ve temsil ettiği müzik türüne ihanet etmiş gibi hissediyordum. Güne başka bir bestecinin eseri ile başlamak, yıllar boyunca aksatmadan gittiğin, senin tüm çileni çeken diş hekimini, ayakkabı boyacını ya da berberini değiştirmek gibi bir eylemdi.

Bach bunları yazarken aklından neler geçiyordu acaba? Çocuklarının geleceği, ekmek parası kazanma derdi, dünyevi ile uhrevi arasında gidip gelen bir ruh, rakip müzisyenler, dünya müziğine evrensel bir katkı, giderek görmez olan gözler ve karanlıklaşan bir dünya… Notaları bulup çıkarmak giderek zorlaşıyordu. Bugünkü aydınlanmamızın bedeli, yaratıcısı için ağırdı. İçinden geçtiği yaşamın zorlukları, müziklerini dinlediğimiz şu anda hissettiklerimizin ne kadarı olabilirdi?

Ortaokuldaydık. Barok müzik, coşku ve neşenin müziğidir, diye öğretmişlerdi bize. Öyle belledik. Bize öğretileni bilgimiz yaptık. Genlerimize işledik. Adeta jelatini henüz açılmış, sıfır banda kayıt yapmıştık. O bilgileri unutmayacaktık. Sonra lisede Barok sanat ile karşılaştık. Görkemli ve çarpıcıydı mimarisi. Cılız, payandalara dayanan, titrek çizgileri olan Gotik Sanat’tan ne kadar da farklıydı. Sanki Barok bir kilisede edilen dualar Tanrı’ya daha hızlı ulaşıyordu. Ne rahipler ne devlet adamları ne derebeyleri ne de kontlar; onlardan geriye kimse kalmamış, dünyayı yeniden biçimlendirerek bize geçmişi anlatacak sadece sanatçılar vardı.

Akademi”ye geldik, hayatımızın güzel sanatlar güzergâhı üzerindeki sanat tarihi dersinde Barok resim ile karşılaştık. Rubens’i, Caravaggio’yu tanıdık. O derin ve karanlık mekânlar tıpkı bir tiyatro sahnesi gibi derin dehlizlerine çekiverdi bizleri. Hangi mitolojik konulara gönderme yapıldığının, hangi entrikaların döndüğünün, hangi azizlerin tuval üzerinde yeniden canlandırıldığının pek önemi yoktu. Biz seyirciler, yalnızca ressamın neler yaptığını ve Tanrı ile olan ilişkisinin uzantılarını izliyorduk.

Barok müzik daima hayatımızın içinde oldu. Henüz çocuk yuvasındayken dinleyip beni etkileyen müziklerden bir kısmının Barok dönem eserleri olduğunu anlamıştım. Tutarlılığım beni sevindirmiş ve gelecek için umut vermişti. Coşku ya da hüzün tartışılır; bildiğimiz bir şey varsa, o da Barok müziğin içinde umut taşıdığıydı. Oysa bestecilerin çoğunun hayatı trajedilerle doluydu. Yaşamın onlara hep kötü kağıtlar dağıtmasından dolayı, evren ile aralarında asla çözülemeyecek meseleleri vardı. Umut kederle kundaklanmış ve kader olarak kabul edilmişti.

Cazın Emniyet Şeridi Barok Müzik

Barok müzik ve caz müziği, birlikte ne de güzel yol alıyor. Bach, caza ne kadar da yakışıyor. Melodi mi önemliydi, kime yazıldığı mı, yoksa kimin bestesi olduğu muydu söz konusu olan? Klasik müziğin değeri, tribündeki izleyici tarafından bazen cazla harmanlandığında daha fazla anlaşılıyor. Kendine güvenen nice müzisyenler, müziğin tarihine bir saygı niteliğinde kendi düzenlemeleri ile klasik müzik geleneğini caza aktarıyorlar. Müziğin birliği, yedi notanın kardeşliğinden kaynaklanıyor belki de.

CD çalarımda çok sevdiğim, 2013 yılında ACT firması tarafından yayınlanmış “New Eyes on Baroque” başlıklı Nils Landgren ve Johan Norberg’in prodüktörlüğünde gerçekleşen Jeanette Köhn & Swedish Radio Choir albümü ikinci turunu atıyor. Bu muhteşem CD’nin kadrosunda Jeanette Köhn (soprano), Gustav Sjökvist yönetiminde İsveç Radyo Korosu, Nils Landgren (trombon), Johan Norberg (gitar), Jonas Knutsson (bariton ve soprano saksofon), Eva Kruse (kontrbas) olmak üzere çok önemli müzisyenler yer alıyor.

Üç büyük Barok dönem bestecisi “Johann Sebastian Bach, Henry Purcell ve Händel’in yolları bu albümde bir kez daha kesişiyor. Tarihleri içinde hiç karşılaşmadıkları bilinen Bach ve Händel, şans eseri aynı yıl, 1685’te Almanya’da doğmuşlardır. Bach 65 yaşında, Händel 74 yaşında ölür. İngiliz müziğinin öncülerinden 1659 doğumlu Purcell ise 36 yaşında hayata veda eder. Hepsinin hayatı mücadele, var oluş savaşları, hastalıklarla ve trajik ölümlerle geçmiştir. Kaderin cilvesi, hem Händel hem de Bach bir şarlatan olarak anılan göz doktoru John Taylor tarafından ameliyat edilmişler ve her ikisi de kör olarak bu ameliyatlara bağlı sorunlar sonucunda ölmüşlerdir. Bach Leipzig’te, Purcell ve Handel ise Londra’da Westminister Katedrali’ne gömülmüşlerdir.

Yaşam ve ölüm, her şey bu eğri çizginin üzerinde gerçekleşiyor. İnsan ne zaman doğacağını bilmediği gibi hikâyesinin ne zaman sonuçlanacağını da bilemiyor. Tüm geçici güzelliklerin yanında bir de sanat yapıtlarına özgü “mutlak güzellik” var. Bizler göçüp gideceğiz, o güzellik yüzyıllarca kalacak. Bugün bizi ayakta tutup yaşama dair güç veren sanat yapıtları, sanatçıların trajedilerini sanatla ustaca harmanlamasından doğdu. Onların acılarına minnet borçluyuz.

Şimdi kendimizi müziğin koruyucu gücüne bırakarak albümde yer alan üç eseri dikkat ve keyifle dinliyoruz. Sizi yok etmeye çalışanlar yok oldular; sizler ise teknolojinin de verdiği yetkiye dayanarak, evren lâl olana kadar yaşayacaksınız. İyi ki varsınız: Türlerin kardeşliği adına sizi coşku, keder ama en çok da umutla bağrımıza basıyor, saygıyla selamlıyoruz.

Mona Lisa, Mona Lisa, Mona Lisa…

Soloları sırasında yolunu kaybeden, kim bilir kaç cazcı sığınmıştı notalardan bir limana. Şimdi 21.Yüzyıl’da bir yaz ikindisi; aklımızda yaşadığımız günlerin sürekli basları ve Barok müziğin muhteşem melodileri. Yaşıyoruz ve ölüyoruz. Dikkatle dinleyelim.

Merih Akoğul

Fotoğrafçı, şair, eğitmen, küratör ve müzik yazarı. 1963 İstanbul doğumlu. 40 yıldır müzik üzerine yazılar yazıyor ve fotoğraf çekiyor.

Merih Akoğul 'in 2 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Merih Akoğul ait tüm yazıları gör

Avatar photo

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir