Pop Müziğin Muhteşem Gecesi ve Onno Tunç’un Müthiş Yanılgısı
19 Ocak’ta Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapılan; on gün sonra da Netflix’te yayınlanan Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi (The Greatest Night in Pop) popüler bir belgesel olmakla birlikte içeriği ve görsel zenginliğiyle tatminkâr bir yapım olmuş. Yönetmenliğini Bao Nguyen’in yaptığı, pop müziğin yakın tarihine ışık tutan belgesel, dünyaca bilinen We Are the World şarkısının ortaya çıkış öyküsünü kaydın yapıldığı gecenin günler öncesinden başlayıp adeta 1980’lere dair görsel ve işitsel bir şölen sunarak adım adım anlatıyor.
Etiyopya’daki kıtlığa dikkat çekerek bununla mücadele etmek üzere 1984’te Bob Geldof ve Midge Ure’nin kurdukları Band Aid’den esinlenilen USA for Africa (United Support of Artists for Africa) projesini ortaya atan kişi, geçtiğimiz sene vefat eden Amerikalı müzisyen ve oyuncu Harry Belafonte. Amaç aynı; Afrika’daki kıtlık ve salgın hastalıklarla mücadele edebilmek için kamuoyunda farkındalık yaratıp bu sayede ilgili vakfa yardım geliri sağlamak. Dönemin önemli isimlerinin 25 Ocak 1985 gecesi bir araya gelip seslendirdikleri We Are the World parçası işte bu vesilesiyle doğuyor.
Projenin hayata geçirilmesinde büyük emeği olan Lionel Richie belgeselin de öne çıkan ismi olmuş; hikâyenin başlangıcını ve arka planıyla ilgili bilgileri çoğunlukla Richie’den dinliyoruz. Yanısıra şarkıyı seslendiren isimler arasında yer alan Cyndi Lauper, Bruce Springsteen ve Huey Lewis de gözlem ve duygularını aktarmışlar. Ses mühendisinden vokal aranjörüne, ışıkçısından kameramanına dek geniş bir ekibin özveriyle çalıştığı o tarihî gece, neredeyse tüm aşamalarını içeren görüntüler eşliğinde doyurucu bir biçimde yansıtılmış.
Hikâyenin bir diğer kahramanı mütevazı tavrıyla bir adım geride durarak sadece işini yaptığı izlenimi uyandıran, popun efsane ismi Michael Jackson. Şarkının sözü ve müziğinde Richie ile imzası bulunan Jackson, sabahın ilk ışıklarına kadar süren kayıt esnasında stüdyodaki gerilimin dozunun ayarlanmasında da önemli rol oynamış. Henüz yirmi yedisinde olan genç bir yıldızın, müziğinin zirvesinde olduğu yıllarda böyle büyük bir projede yer alarak üstlendiği sorumluluğu son ana kadar olgunlukla taşımasını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Şarkının düzenlemesinden vokal performanslara, teknik ekibi kurmaktan koroyu yönetmeye dek kaydın hemen her aşamasında emeği olan; her biri döneminin yıldızı konumundaki onlarca ismi aynı müzikal çizgide buluşturacak disiplini sağlayan ve bunu da güler yüzlülüğü, nezaketi elden bırakmadan, kendine özgü bir ciddiyetle yapmayı başaran deneyimli müzik adamı Quincy Jones ise şüphesiz ki gecenin mimarlarından biri. Öyle ki bu projeyi onsuz düşünmenin imkânı yok.
Belgeselin omurgasını oluşturan kayıt gecesinin akışına dair bir şey söyleyip spoiler vermek niyetinde değilim elbette; yalnızca birkaç noktaya değinerek yazının esas amacına işaret etmek istiyorum.
Öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor ki cep telefonunun veya elektronik postanın olmadığı 1980’lerde, bunca önemli müzisyeni projenin samimiyetine inandırıp yoğun konser programları arasında aynı tarihte, aynı çatı altında bir araya getirmeyi düşünmek bile büyük cesaret işi. Bunu çok kısa bir zaman diliminde, kayda günler kala yapabilmek için ciddi bir organizasyon becerisi gerektiği aşikâr. Sonrası, yani şarkının yazılması, düzenlenmesi ve vokallerin performanslarıyla ilgili teknik ayrıntıların belirlenmesi ise tam bir profesyonellik örneği. Tadını kaçırmamak için bu aşamalardan hiç bahsetmiyorum.
Popüler Türk müziği üzerine çalışmış biri olarak, belgeseli izlerken dikkatimi çeken ve beni mesleki bir alışkanlıkla neden sonuç ilişkisi kurmak üzere karşılaştırma yapmaya iten başlıca husus, sanki seneler sonra projenin bir belgeselinin yapılacağı biliniyormuşçasına bütün sürecin neredeyse her anıyla kayıt altına alınmış olması. Her ne kadar bunun kültüre içkin olan zihniyet farkından kaynaklandığını bilsem de, bu anlayıştan yoksun olmanın doğurduğu elim neticeleri çalışmalarında bizzat deneyimlemiş biri olarak duruma kayıtsız kalamadığımı itiraf etmeliyim.
Seneler önce ilk kitabım Arabesk üzerinde çalışırken konuya ilişkin fotoğraf ve videolardan erişebildiğim kadarına erişmeye, görsel kaynaklar açısından da olabildiğince zengin bir çalışma ortaya koymaya gayret etmiştim. Bu amaçla ve nazik bir üslûpla kişisel arşivinden istifade etme talebinde bulunduğum kişilerin yüzde doksan dokuzu, çoğu zaman kibarca, bazen de gözümün içine baka baka yalana tevessül ederek kapıyı yüzüme kapatmışlardı.
İkinci kitabım Türkiye’nin Pop Müziği’ni yazarken de benzer tepkilerle karşılaşmış, bir kere daha kendi göbeğimi kendim kesmek zorunda kalmıştım. Kapağında, kitabı ithaf ettiğim Onno Tunç’un piyano başındaki bir fotoğrafını kullanmak istemiş, bu sefer de yana yakıla orijinalini aramama rağmen bir türlü fotoğrafa ulaşamamıştım. Kötü komşu insanı mal sahibi yapar misali; kapakta kullanmak için yakın dostum ressam ve heykeltraş Dilek Erkoç Yıldız’a fotoğrafın bir illüstrasyonunu sipariş etmiştim. Bu harika tablo yıllardır çalışma odamın duvarında asılı.
Yeri gelmişken, Türkiye’nin pop müziğinin seyrinde önemli yeri olan Firuze parçasıyla ilgili bir anekdotu da paylaşayım. Şarkının bestecisi, müzisyenliğine ve entelektüel kimliğine büyük saygı duyduğum rahmetli Attila Özdemiroğlu’na, kitaba şarkının el yazması notasını koymanın hoş ve anlamlı olacağını söylemiş, elinde Firuze’nin orijinal notası olup olmadığını sormuştum. Verdiği cevap dün gibi aklımda: “Uğur’cuğum inan ki bende de orijinal notası yok. Kayıt için illâ ki yazmışımdır ama kim bilir o notanın akıbeti ne oldu!”
Asıl meramımı anlatabilmek amacıyla aktardığım bu kişisel deneyimlerin, arif olan okurlar için yeterli olacağını düşünüyorum. Fazlası maksadını aşıp üzüm yemek yerine bağcıyı dövmek biçiminde anlaşılabilir ki bu, asla tercih edeceğim bir şey değil. Gelelim yazının final kısmına.
Çalışmalarımı takip edenler bilir; çocukluğumdan beri sevip saydığım müzisyenler arasında yer alan rahmetli Onno Tunç’un çalışmalarına hakim biri olarak, onun popüler Türk müziğinin gelişimine yaptığı katkının da, içine doğduğu zengin kültürün renklerini taşıyan öncü müzisyen kimliğinin de bu topraklar için ne denli önemli ve kıymetli olduğunun bilincindeyim. İşte tam da bu sebeple, çalışmalarını ve fikirlerini değerlendirirken olumlu eleştirilerin yanısıra olumsuz bir tenkit yapma hakkına da sahip olan az sayıdaki kişiden biri olduğumu düşünüyorum. Elzem bulduğum bu kısa açıklamadan sonra sadede geleyim.
1994 yılında Ali Kırca’nın hazırladığı Siyaset Meydanı’nda Türkiye’nin pop müziği masaya yatırılmış; devrin öne çıkan isimlerinin katıldığı, yeni Türkiye’de artık hayal bile edilemeyecek bir program böylece arşivlerdeki yerini almıştı. Konuklar arasında olan Onno Tunç’a mikrofon uzatıldığında kendisi de görüşlerini ifade etmiş; popüler Türk müziğinin seyrine pek de olumlu bakmadığını söylediği konuşmasını, verdiği bir röportajdan yapılan alıntının arkasında durarak, “… Bu söylediklerimi geri almıyorum. Çünkü hakikaten kısa zamanda tüketilen bir olay. Yani popüler müzik, ismi üstünde” diyerek sürdürmüş; ardından konuyu farklı bir yere getirerek daha ziyade Türkiye’deki dinleyicinin bilinçli ve seçici olmamasını eleştirmişti.
1940’lardan itibaren Theodor W. Adorno’nun başını çektiği, esasında ciddi müzik-eğlence müziği dikotomisine yaslanan popüler müziğin sanatsal yönden estetik bir değer taşımadığı ve hızla tüketilen geçici bir olgu olduğu yönündeki görüş yıllarca tartışılmışsa da müzik sosyolojisi ve etnomüzikolojinin geliştirdiği farklı perspektifler sayesinde günümüzde artık bu yargı büyük ölçüde kırılmış durumda. Bundan uzun uzun bahsedip de Dark Blue Notes okurlarını kuramsal tartışmaların sıkıcı ve karanlık dehlizlerine atacak değilim elbette. O yüzden son sözü söyleyip dağılıyoruz sevgili okur.
Hangi tür başlığı altında yer alırsa alsın; bir müziğin üretildiği toplumda zamansal açıdan ne kadar dolaşımda kalacağını kesin olarak belirlemenin ya da kestirmenin imkânı yoktur. Müzik, üretilirken miadı belirlenen bir ürün olmadığı için onu kalıcı kılacak ya da ömrünü kısaltacak unsurları saptama imkânına sahip değiliz. Bunun da en temel nedeni insanın, toplumun, özetle yaşamın sürekli değişim hâlinde olması. Dolayısıyla değişimin istikametini ve oranını saptama şansımız olmadığı sürece, yazılan bir şarkının ya da çalgısal bir eserin ne kadar dinleneceğini de bilemeyeceğiz.
Peki bildiğimiz hiçbir şey yok mu?
Var tabii ki. Yapılan işe ne ölçüde emek verildiği, teknik açıdan ne kadar sağlam bir zemine oturtulduğu, dolayısıyla ne kadar yetkin, bilinçli ve profesyonel ellerden çıktığı bu işin olmazsa olmazları arasında. İlâveten hangi kaynaklardan beslendiği; söylediği bir söz, taşıdığı bir mesaj olup olmadığı ve meramını anlatırken ne kadar samimi olabildiği de son derece önemli. Sosyal hayatın şartları sürekli değişse de, insanın kendiyle ve doğayla uyum hâlinde olmasını sağlayan yaşamın gerçeklik algısıyla bağdaşık, en azından ondan büsbütün kopuk olmayan bir bağlama oturtulabilmesi de yapılan müziğin görece uzun ömürlü olmasında etkili olan faktörlerden biri diyebiliriz.
Bundan otuz yıl önce popüler şarkıların hızla tüketildiğini ve gelip geçici olduğunu söyleyen Onno Tunç şüphesiz ki müthiş bir yanılgıya düşmüştü. Zira otuz sene önce savunduğu görüşün tamamen değilse de her zaman geçerli olmadığını gösteren sayısız örnekle dolu popüler müzik tarihi. Nitekim Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi, bize kırk sene önce kaydedilmiş bir şarkının hâlâ bugüne seslenebildiğini ispatlamıyor yalnızca; nasıl bir kültürel iklimde doğduğunu; onu vücuda getiren zihniyetin profesyonellik başlığı altında toplanan disiplinini, iş ahlâkını, yaptığı işe duyduğu sevgiyi, saygıyı, inancı, liyakatini, samimiyetini, özgüvenini, tevazusunu ve kriz yönetme becerisini de gösteriyor.
Yıl 2024. Hâlâ sosyolojik bir perspektifle Türk müzisyenlerin portrelerine ilişkin elle tutulur bir şeyler yazabilmiş değiliz. Bugüne dek bunun farkında olan, dert edinen tek bir meslektaşıma rastlamadım; bir yerlerde varsa ve bu satırları okurken haksızlık ettiğimi düşünüyorsa da kusura bakmasın artık.
Madem umut fakirin ekmeği; ne diyelim, bir gün bu mevzular üzerine kalem oynatan birileri de çıkar belki…
*
Uğur Küçükkaplan’ın Dark Blue Notes’daki yazıları.
Uğur Küçükkaplan’ın kitapları BURADA.