2024, Şehirler ve Müzik
Paris ve Paris’in müzikleri hakkında yazı yazmak Paris’te yaşamak kadar zor. Aylardır Paris’te dinlediğim müzikleri, o melodilerin hâlâ kafamda nasıl döndüğünü, müzik dinleyişimi ve dinlediğim her şarkının şehirlerde yaşadıklarımı ve hafızamı ne kadar etkilendiğini, dönüştürdüğünü anlatmaya çalışıyor, parçalar karalıyor, ikinci paragrafta yazmaktan vazgeçiyorum. Sanki benim doğaçlama yapmam gereken yer gelmiş ama ben ne çalacağımı o kadar düşünmüşüm ki şimdi vakti geldiğinde notalar veya kelimeler ağzımdan dökülemiyor. Anlatacağım her şeyi biliyor ama anlatamıyorum. Konuşmaya başlasam müzik hiç susmayacakmış gibi geliyor. Bir noktada susacağıma söz veriyorum, ama film hangi parçayla sona erecek henüz ben de bilmiyorum.
2024 yılım bir caz parçası gibi geçti, ikinci dönem alacağım müzikoloji dersinin bitirme ödevi için hakkında yazmayı seçeceğim Milestones gibi. Paris’te durmadan dinlediğim ve bir türlü anlayamadığım o parça gibi. Bir yandan çok basit bir yandan da karmakarışık. Caz teorisi dersleri almadan, bir caz enstrümanı çalmadan, hocanın açıkladığı “modal caz” denen tanımı bir türlü anlayamıyor, anlatamıyordum. Dersten çıkıyor, adımlarımı Milestones’un hızlı ritmine uydurarak Jardin du Luxembourg’a gidiyor, Paris’in birkaç dakikalığına ortaya çıkan güneşinden faydalanmaya çalışırken parçayı döngüye alıyordum. Gece gündüz Milestones’u dinliyordum. Sonra fark ettim. Modal caz buydu. Geceleri gündüze bağlayan, aklımdan çıkmayan, gelgitlerle dolu, hem basit hem karmaşık… Paris gibi. Tüm notalar doğaçlamaların içinde dönüp dolaşıyor, bana tanıdığım melodileri hatırlatıp sonra uzak yollara sapıyor, sonra yine Paris’e geri dönüyorlardı. Ben Paris’e dönecek miyim henüz bilmiyorum ama İstanbul’da sabah okula yürürken, ders sıralarında, yatmadan önce, bazı günler Paris’in caz barlarına, konserlerine, sokak müzisyenlerine sonra uykuya dalıyorum.
Paris’te caz dinlemek hep çok kolaydı. Şehrin en güzel caz barlarında ücretsiz jam session’lar her hafta oluyor, herkesi müziğin etrafında topluyordu. New Morning ve Le Duc des Lombards gibi köklü caz barlarda insanlar her zaman oturarak caz dinlemiyordu. Ayakta durmak, sallanmak, zıplamak, yerinde duramamak serbestti. Telefonlara bakmak ise yasakmışçasına eline telefonunu alıp ekranın içine dalmak insanların aklına gelmiyordu bile.
New Morning’le ilgili en sevdiğim şey –La petite écurie isimli yaklaşık kırk üyelik kolektif grubun her ay düzenlediği, seçtikleri temalara göre, dizi karakterleriymiş gibi hazırlandıkları, bir akşam caz bara gitmekten öte sanki caz barda yaşıyormuşum hissi uyandıran o konserlerinden bile fazla- New Morning’in Strasbourg Saint-Denis’de olmasıydı. Paris’in Türk mahallesine yolumun bu kadar çok düşeceğini, cazcıların Philippe Lévy Stab tarafından çekilen siyah beyaz fotoğraflarının içeride beni karşılayacağı o caz barın Türk marketini geçince soldaki sokakta karşıma çıkacağını hiç beklemiyordum. Bu tesadüf sayesinde Erasmus’um boyunca yapacağım kahvaltıların hepsinde bergamotlu siyah çay içebilecek, caz dinleyecek kadar şanslı olduğum akşamların sabahında simitle kahvaltı edebilecektim. Bunu henüz bilmezken bile bindiğim 4, 8 veya 9. metro hattı her Strasbourg Saint-Denis’den geçtiğinde Roy Hargrove’un Strasbourg / St. Denis parçasını açıyordum. Paris metrosunun yönetimi elimde olsaydı, Strasbourg Saint-Denis durağında sürekli o parçayı çaldırırdım. Metro istasyonları Noel zamanı sabahları Noel şarkıları yayını yapabiliyorsa, Roy Hargrove dinletisi neden sunmasın… Son zamanlarda akşamları İstanbul’da otobüsle gezerken Earfood albümünü açıp kendime Paris’i anımsatmayı seviyorum. Şehir ışıkları, Earfood’daki parçalar eşliğinde Paris yanılsaması yaratabiliyor bazen. Paris’i özlediğimi ilk o zaman anladım.

Şimdi sizden yazıyı okumaya ara verip Roy Hargrove Quintet’in 2007’de New Morning’de canlı çaldıkları Strasbourg / St. Denis kaydını izlemenizi rica edeceğim. Az önce yazmayı bırakıp videoyu tekrar izlemeye başladığımda yerimde duramadım, kalbim çok hızlı atmaya başladı. Kedim de o zamandan beri bilgisayara yapışık hâlde, yazdıklarımı takip ediyor. O bile videodaki insanların bu parçayı oturarak nasıl dinleyebildiklerine anlam veremiyor.
Paris’teki güzel müziklerin ve güncel müzisyenlerin hepsinin ismini bilmek zor. Dinlediklerimin listesini çıkaramıyorum. La Gare Le Gore isimli, eskiden tren istasyonu olan, şimdi üst katı caz bar alt katı tekno müzik çalan bu ilginç yeri Paris’e gitmeden önce rüyamda görmüştüm. Corentin Cariou istasyonunda inip La Gare’ın ışıklı yolunu yürümeye ilk başladığımda herhalde dejavu yaşıyorum, diye düşünmüştüm. Çünkü rüyamda iki katlı, dışarısında renkli ışıklar, duvarında çocuk grafitisi olan bir bina gördüğümden, içerisinde caz çaldığından, dışarıda insanların oturup sohbet ettiğinden emindim. Belki dejavu denen şey gerçektir ve orayı daha önce gerçekten görmüşümdür. Aylar boyunca akşamları caz dinlemek için Paris’i boydan boya aşmayı -bu İstanbul şartlarını göz önüne alınca çok kısa bir süre gibi gelen elli dakikamı alıyordu- çok seviyordum. Orada yılbaşından hemen önce gittiğimiz jam session’da çalınan her şeyin kaydı olsaydı keşke diyordum ilk başta, ama sonra orada yapılan doğaçlamaların uçuculuğunun değerini anladım. O müzik sadece o anda orada bulunan, ismini bilmediğim müzisyenler ve insanlar arasında var olup sonra kayboluyordu. O yüzden herkesin elinde telefonlar olmuyordu, insanlar sadece orada durup dans ediyorlardı, müzik dinliyorlardı. İnsanların gerçekten müzik dinlediği bir yerde bulunmak bana canlı müzik dinlemeyi öğretti. Bunu yapabilmeyi özlüyorum.
■
2024’te İngiltere’ye fiziksel olarak hiç gitmesem de müzikle geçirdiğim her yıl, yolum mutlaka oraya düşüyor. Küçüklüğümden beri bana İngiliz gruplar dinlettikleri için mi bilmiyorum ama ne zaman neo soul, hip-hop ve jazz türleri arasında gezinen bir sanatçıyı sevsem İngiliz olduğunu öğreniyorum.
Bu seneyi de tabii ki Tom Misch ve Amy Winehouse’suz geçirmedim. Adı anılabilecek çok daha fazla İngiliz müzisyen var belki, ama ben bu iki kişi olmadan bir yıl geçiremiyorum. Beni iyi tanıyanlar bu isimleri gördüklerine şaşırmayacaktır.
Lise yıllarımdan beri Tom Misch’e çok hayranım. Bu sene, Paris’ten döndükten sonraki zor günlerimde; Tom Misch, onunla tanışmamı sağlayan Geography albümündeki parçalarını hatırlatan yeni kayıtlarını küçük bir EP’yle su yüzüne çıkarmaya başladı. Tom Misch’in müziği olası bir yeni albümle farklı yerlere evrilecek mi bilmiyorum, ama onun sesinden güzel günlerin bizi beklediğini dinlemek beni mutlu ediyor.
Her sene yılın farklı zamanlarında ise Amy Winehouse’un Frank albümünün Deluxe Edition derlemesini dinleme vaktim gelir ve her sene albümün farklı bir kısmına takılı kalır, sonra güncel genç seslerde aynı özgünlüğü aramaya başlarım. Aynısını bulmamın mümkün olmadığının bilincine varsam da o arama hâlini seviyorum, karşıma hep güzel isimler çıkarıyor. Bu yıl dinlediğim İngiliz genç müzisyenler RAYE ve Olivia Dean’in bazı parçalarından o özel hissi alıyorum. Bazı besteleri popüler müziğe yaklaşsa da onlar gibi genç müzisyenlerin popülerleşmesi bana müzik dünyası için umut veriyor. İleride caz enstrümanlarıyla yapacakları denemelerin devamının geleceğini düşünüyorum. Neredeyse aynı yaşta olduğum müzisyenleri takip edip zamanla müziklerinin, yeni şarkılarının, canlı performanslarının evrildiği yerlere tanık olmayı seviyorum.
RAYE bu senenin BRIT Ödülleri’nde, ödül töreni tarihinde bir gecede en çok ödül alan sanatçı oldu.
Üç yıl önce Olivia Dean’in caz enstrümanları eşliğinde Londra’daki The Jazz Cafe’de verdiği konser.
Bu yıl İstanbul’a gelen İngiliz grup Ezra Collective’in Eylül sonu yayımlanan Dance, No One’s Watching albümünde albüme adını veren şarkıyı Olivia Dean seslendiriyor.
Paris’teki Popup du Label’in alt katında kendimi bu Londra alternatif müzik dünyasının genç müzisyenlerinden birinin yanında da bu sayede buldum. Oraya ismi çok bilinmeyen ama kaliteli müzisyenlerin çıktığını biliyordum, programlarını düzenli olarak takip ediyordum. Kadın soul vokalleri canlı dinlemekten keyif aldığımı bildiğim için aylar önce Nectar Woode’un ismini görmüş, birkaç parçasını dinlemiş ve konserine bilet almıştım. Sonradan iptal olan İtalya yolculuğum ve sonraki gün gireceğim önemli sınav, Paris’te olmasaydım Nectar Woode’un konserine egitmeme engel olurdu. Ama Paris’teyim, dedim, müzik dinlemekten daha iyi ne yapabilirim? O akşam Popup’ın karanlık ve dar alt katında sanki bir arkadaşımla birlikte müzik yapıyormuşuz gibi hissettim, Nectar Woode’un yalın sesi ve Paris’te konser vermenin ona verdiği mutlulukla attığı küçük kahkahalar bize söylettiği nakaratlara karıştı ve hâlâ kafamda dolanıyor. O zamandan beri iki EP’si çıktı. Sesinin daha çok duyulması gereken biri olduğunu düşündüğüm için onsuz bir 2024 yazısı yazamazdım.
■
Tabii 2024’ü sadece Paris’te yaşamadım. Eve döndüm. Paris’e gitmeden önce aldığım tek konser bileti Sammy Rae & The Friends grubu içindi. Yıllardır onların hem caz hem funk hem soul hem rock hem bütün bunlar olan hem de hiçbiri olmayan, beni her zaman mutlu eden, yerimden kaldıran müziklerini dinliyorum. Tek başıma gittiğim, her şarkıda farklı bir enstrümana gözlerimi diktiğim, konser boyunca insanların müziği sevdiğini ve müziği sevmeyi ne kadar sevdiğini fark ettiğim bu konserden Paris’teki evime ilk defa elimde imzalı bir plakla dönmüştüm. İstanbul’a dönüşümde ise bu grubun ilk albümü yayımlandı, o zamana kadar sadece EP’leri vardı. Ben Paris’teyken henüz yayımlanmayan ama biz seyircilere söylettikleri Coming Home Song şarkısı ise bu albümün içindeydi. Haklılardı. Eve, İstanbul’a dönüyordum.
Hatta fark ediyorum ki, 2024’ün büyük kısmını Paris’te değil önce yollarda sonra İstanbul’da geçirmişim. Bu yolculuklarıma hem gerçek arkadaşlarım hem yazar arkadaşlarım hem de müzisyen arkadaşlarım eşlik etti. Paris dönüşü, yaz boyu, gittiğim her yerde kendi arkadaşlarım dışında bir de çevirisini yaptığım iki yazar benimle geziyordu. Onlarla gezerken ve kafam Paris günlerimi geride bırakmanın karmaşasıyla baş etmeye çalışırken, yaşadığım hengamenin içindeki sessizliği duymamı sağlayan Fabiano do Nascimento’yu keşfettim. Yeni çıkan The Room albümü önce bana çevirilerimdeki şehirlerde eşlik etmeye başladı, sonra tüm İstanbul’umda. Sonbahar gelene kadar, henüz yaz rüzgârları eserken; kulağımda Fabiano do Nascimento’nun albümleri, aklımda doğaya dair güzelliklerin hatırlatıcısı parçaların isimleri vardı: Poeira (Toz), Astral Flowers (Astral Çiçekler), Floresta dos Sonhos (Rüya Ormanı), Lágrimas de chuva (Yağmur Gözyaşları), Flor de Neve (Kar Çiçeği)…
■
Farklı şehirlerde farklı arkadaşlarım var. Farklı şehirlerde müzik yapan, nereye giderlerse enstrümanlarını oraya taşıyan müzisyenler gibiyiz. Hep birlikte bir “comitiva”yız, yani bir amaç, bir yolculuk için bir araya gelmiş arkadaş grubu.
Erlend Øye, Kings of Convenience’ın yanında yaptığı diğer projeye, grubuna ve ilk albümüne daha güzel bir isim veremezmiş. Bazen yola yalnız başımıza çıkmamız gerekiyor veya gideceğimiz yerlere tek başımıza gitmek zorunda oluyoruz. Grubumuzun diğer üyeleri yanımızda olmuyor, yol şartları her enstrümanı yanımızda taşımamıza izin vermiyor. Yine de yola çıkmışız, pencerenin kenarında akıp giden manzaralara bakıyoruz. Hem yolculuğun kendi pastoral senfonisine kapılıyor hem de uzak diyarlara dalıyoruz. Sonuçta bir yerdeyken aklımız hep başka yerlere gidiyor, yanımızda birileri varken başkalarını hatırlayabiliyoruz, yaptığımız doğaçlamalarda eski nakaratlara göndermeler oluyor. Saksafon yoksa ağzımızla ses çıkarırız, biraz skat yaparız veya sırtımızda akustik gitarla gezeriz. O gitarın tınısı hem Fabiano do Nascimento’daki gibi Brezilya’yı çağrıştırır hem ben onu dinlerken çevirdiğim cümlelerde geçen İtalyan dağlarını hem de Erlend Øye’nin ukulelesinin bahsettiği Peru’daki Altiplano’yu…
Bu yazı boyunca farklı yerlere hem fiziksel olarak hem zihnimin içinde gidip döndüm. Strasbourg’a yaptığım geziyi, oradaki İtalyanları, onlardan öğrendiğim Venerus’u hatırladım. O yolculuğun sonunda farklı dillerde konuşmaktan yorulduğumda Büyük Ev Ablukada’nın karmaşık dünyasının kafamın içindeki farklı sebze ve meyvelerle dolmuş, neredeyse yerlere saçılacak laf salatasını nasıl sarıp sarmaladığını hatırladım. Zihnimdeki kelime krizini Bartu Küçükçağlayan’ın seçtiği Türkçe kelimelerin dağınık düzeni bir yıl önce çözüvermişti. İstanbul’a döner dönmez konserlerine gideceğim demiştim, gittim de. Bir yerdeyken, bir şehirdeyken, aynı zamanda sürekli başka yerlerdeydim. İtalya’dayken Türkiye’de, Türkiye’deyken Fransa’da, Fransa’dayken Amerika’da… Bütün bu ülkelerin ve mekanların dışında gezdiğim diğer tüm şehirlerde hem o şehirlerin kendi müzikleri hem de o şehirdeki kendi varlığım sayesinde dinlemeyi seçtiğim müzikler vardı. Cazın içinde rock, rock’ın içinde funk, funk’ın içinde soul ve soul’un içinde caz olduğu gibi, bir yerlerde dönüp dolaşıyor ve aynı yere dönüyordum. Modal caz ve Milestones’daki doğaçlamalar gibi. Birth of the Cool’dan, Kind of Blue’ya, oradan, Bitches Brew ve We Want Miles’a geçen Miles Davis’in ta kendisi gibi.
Yazıya başlarken söylediğim üzere, ilk paragrafımı yazarken yazımın nerede biteceğini bilmiyordum. Şimdi daha da tahmin edilemez bir yerde bitiriyorum. Ben yazarken 24 saatin içinde ailemle birlikte Ordu’ya gidip geldik. Geçtiğimiz ay yeni bir albüm çıkaran Michael Kiwanuka’nın ilk albümü Home Again’i köyümüze dönerken yeniden dinledim. O yolculuk bana hep dedemi, ailemi, karları, karların üzerindeki papatyaları, köyümüzü, müziği ve müziğin yerini sessizliğe bıraktığı anları hatırlatacak. İstanbul dışında bir evim daha var.
Bu akşam ise yine masamın başına, kedimin ve çay bardağımın yanındayım. Yazı boyunca bahsettiğim tüm şarkıları tekrar dinledim. Yazımın nerede biteceğini hâlâ bilmiyorum. Belki 2024 henüz bitmediği içindir. Yılın geri kalan sayılı gününde bile beklenmedik şeyler olmaya, günün 24 saatlik, bildiğimiz döngüsünün içinde tahmin ettiğimizin dışında motifler, örüntüler oluşmaya devam edecek. Biz de modal cazın bize öğrettiği gibi, o kalıbın içinde kendi doğaçlamalarımızı yapmaya ve etrafımızda bizi dinleyen insanları mümkünse heyecanla sandalyelerinden kaldıracak, gülümsetecek şeyler yapmayı umacağız. 2024’teki hikâyeler bitecek, çünkü çok daha güzelleri başlayacak.
Herkese beklenmedik yolculukların içinde onları farklı şehirlere sürükleyecek müziklerle dolu bir 2025 diliyorum.
■ Ardından: 2024
■ Duru Aygüven’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları