Akbank Caz Festivali

2024’ü Yolcularken…

Türkiye’de küçük yaşta müzikle tanışanların önünde genellikle iki yol uzanır; ya eğitimlerini daha ileri bir aşamaya taşıyarak profesyonel olma yolunda ilerlerler ya da ekseriyetle ailelerinin yönlendirmesiyle daha “sağlam”, toplum nezdinde “itibarlı” bir meslek seçip “güvenli” sularda yüzerler. İlk tercihin çoğunlukla elim neticeler veren hazin hikâyesi pek değişkenlik göstermez. Son yıllarda artık ne güvenilirliğinden ne de itibarından eser kalan ikinci seçeneği tercih edenler ise ikiye ayrılır; bir kısmı ailelerinin uygun gördüğü altın bileziği koluna taktıktan sonra içinde ukde kalan müziğe bir şekilde geri döner ve ilk tercihteki hazin hikâyeye gecikmeli olarak dahil olur. Diğer kesim ise bir taraftan edindiği altın bileziğin sınırlı nimetlerinden faydalanırken, bir yandan da arta kalan zamanlarda müziğe göz kırparak içindeki ukdeye su serper. Bir de bunların dışında tuzu kuru olan bir tayfa var ki kendileri toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok olmadıklarından yazımızda onların maceralarına yer veremiyoruz.

Yapılan tercihlerin farklı koşullar altında bambaşka deneyimlerin kapılarını araladığı aşikâr. Her şeyden önce keyif odaklı yaklaşan birisiyle aldığı keyfin yanısıra ondan geçimini sağlayan bir profesyonelin müzikle kurduğu ilişkinin motivasyonu birbirinden çok farklı. Dolayısıyla bu ayrım temel bir yaklaşım farkı doğuruyor. Bir taraf estetik değer yargıları ve ideolojik eğilimleri üzerinden haz almaya odaklı öznel bir yaklaşımı benimseyerek dinleyeceği müzikleri buna göre filtreden geçirirken, icracı veya teorisyen fark etmeksizin profesyonellerin ekseriyetle böyle bir “lüks”ü olamıyor. Dahası, dinleyici veya amatör müzisyen konumundakiler çoğu zaman müziği kişisel bir deneyim olarak, büyük ölçüde koşullarını kendilerinin belirlediği konfor alanı içinde yaşarken profesyonel müzisyenlerin seçme şansı ya hiç yoktur ya da asgari düzeydedir. Azınlık diyebileceğimiz, bu şablona uymayan bir kesim yok mu? Var tabii. Fakat en kaba şekliyle tarif ettiğimizde iki tarafın ahvâli genel olarak böyle.

Eğitimci, teorisyen ve icracı sıfatlarıyla müziğin farklı kulvarlarında çalışan bir profesyonel olarak, müzikle kurduğum ilişkinin daha iyi anlaşılabilmesi için böyle bir ayrım yapmam şarttı. Zira aslında birbirinden çok farklı olan bu kulvarları birlikte yürütmeye gayret eden birine pek de alışkın olmayan bir toplumda yaşamanın neticesi olarak, müzikle olan ilişkim bugüne kadar çoğunlukla tuhaf ya da daha iyimser bir tabirle yaygın olarak bilinenden uzak bulundu. Genelin parçası olmayıp farklı bir yerde durmayı seçmenin “marjinallik” adı altında ölümcül bir günaha tekabül ettiği toplumlarda bu tarz tepkiler anlaşılabilirse de muhatabı açısından her zaman aynı ölçüde katlanılabilir değil ne yazık ki.

Bilhassa yaklaşık son on senedir alttan alta olmasına rağmen daha belirgin biçimde kendini hissettiren bu “yadırgayıcı” yaklaşımın merkezinde, müzikte günceli takip etmediğim zannı var. Çeşitli ortamlarda karşılaştığım, “filanca şarkıcı işte, çok ünlü, tanımıyor musunuz?” sorusuyla vücut bulan bu tavra verdiğim cevap genellikle “henüz bana ulaşabilecek kadar ünlü değilmiş demek ki” oluyor. Bu kişiler arasında konserden konsere koşturan bir müzik yazarı olduğu gibi, müzikle kurduğu tek ilişki ilkokul yıllarındaki tükürüklü blok flüt deneyimi olan bir oğlan yahut Instagram’da sabahtan akşama kadar kendini teşhir ederken fonda tekerlemeyi andıran parçalar çalan genç bir kızcağız da var. Biraz o kişiye hakkını teslim etmek için biraz da belki sınırlarını bir kere daha gözden geçirir ümidiyle takındığım bu bilinçli ukalâlıktan yana vicdanım rahatsa da yaklaşımın ağızda mayhoş bir tat bıraktığı muhakkak.

Delibozuk oyunlar oynanan çocukluk çağlarını piyanonun başında geçirmiş; yaşıtları konsol oyunlarının, internetin tadını çıkarırken ilk gençlik yıllarında vaktinin büyük bölümünü müziğe vakfetmiş birinin hayatının müzikle geçmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Bunu bir marifet olarak söylemiyorum asla; herkes gibi ben de bir tercihte bulunup o tercihe göre yolumu çizerek ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım, ne yaşamam gerekiyorsa onu yaşadım. Eğitimci ve icracı olarak yer aldığım klasik Batı müziği geleneği dağarcığının güncellenen bir yapısının olmayışı; üzerinde çalıştığım müzik türlerinin/üslûplarının bazılarının sönümlenmiş bazılarının ise farklı biçimlerde yoluna devam ederek özgün içerik ve kimliklerinden uzaklaşmış olmaları nedeniyle, mesaimin büyük kısmını alan konular gündemle en azından doğrudan bağlantılı değil. Bununla birlikte müzikle ilgili yeni çıkan kitapların hemen hepsini takip ediyor, çoğunu alıp okuyorum. Ayrıca tüm parçalarını tek tek bilmesem de gündemde olup çok dinlenilen bir şarkıcının sevilen parçalarını dinliyor, küçük yaşlardan beri tutkuyla bağlı olduğum sinemayı ve film müziklerini dikkatle takip ediyorum. Yoğun geçen bir yıl olmasına rağmen 2024’te de bunları aksatmadan, keyifle yapmayı sürdürdüm. İşimin bir parçası olmanın ötesinde hayatın debdebesi içinde bana nefes alabileceğim alanlar açan bu uğraşlar, yaşamla aramdaki bağın sağlıklı şekilde korunması açısından tıpkı vücudun vitaminlere ihtiyaç duyması gibi ruhumu ve zihnimi besliyor.

Çocukluğumdan otuzlu yaşlarımın başına kadar epeyce konsere gitmiş olmamın ve mesleki birikimimin doğal bir sonucu olarak seçici davranmam zannediyorum ki anlaşılabilir bir durum. Hâl böyle olunca, çalışma alanım gereği zorunlu da olmadığından son yıllarda daha az konsere gittiğim bir gerçek. Tıpkı son on yılda memleketin kültür sanat hayatının dibi gördüğü, yapılan organizasyonların çoğunun vasatın üstüne çıkamadığı gerçeği gibi. Peki iyi bir dinleyici olmak için gündemi sıkı şekilde takip etmek, olabildiğince her konsere ya da etkinliğe gitmek şart mı?

Yirminci yüzyıldaki gelişmelerle gündelik hayatın içinde kendine çok daha fazla yer bulan müzik, insanın dış dünyayla kurduğu ilişkinin yeni boyutlar kazanmasıyla çeşitlenip zenginleşen sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası oldu. Şehir kültüründe farklı eğlence anlayışlarına göre tasarlanmış mekânların artması hizmet sektöründe her geçen gün daha da artan bir talep doğururken, müzik bu çeşitliliğe cevap verebilen zengin içeriğiyle hem eğlenmenin hem de sosyalleşmenin başlıca araçlarından biri hâline geldi. Dolayısıyla bu tabloya göre yorumlarsak yalnızca iyi bir dinleyici değil “sosyal bir insan” olabilmek için de aynı ağın içinde olmamız, zamanımız ve imkânlarımız elverdiği ölçüde etkinlikleri takip ederek şehrin temposunun gerisinde kalmamamız gerekiyor. Yazılı bir metne dayanmasa da uzun bir süredir şehirli modern insandan beklenen tam da bu.

Oysa güzel sanatlar arasında görünür olmaya en az ihtiyaç duyan müziktir. Ne bir dönemle sınırlandırılabilir ne de bir mekâna sıkıştırılabilir. En önemlisi de bu yanı sıklıkla göz ardı edilse de müziklerin son kullanma tarihi yoktur. Yaşamın, toplumun sürekli değişen dinamiklerinden etkilenirler. Bir müziğin seneler önce kaydedilmiş olması bu gerçeği değiştirmez; çünkü burada değişen kayıt altına alınmış sesler değil, kendisi de sürekli değişen bireyin onu alımlama biçimi, müzikle kurduğu anlam ilişkisidir.

İster profesyonel olsun ister amatör, müzikle zamandan ve mekândan azade bir ilişki kurarak onu yaşamının içine yedirebilmiş kişiler, gündemdekine yahut popüler olana karşı illâ dışlayıcı bir tavır takınmasalar da, müziği, odağında görünürlüğün olduğu sosyalleşme ağının bir parçası olarak görüp araçsallaştırmazlar. Böyle bir şeye ihtiyaç duymazlar. Bunun sağladığı özgürlükle, bugün hoşlarına giden popüler parçaları dinleyip üç gün sonraki bir konsere bilet alırken, hafta sonunu atmış-yetmiş sene önce çıkmış plaklar arasında dolaşıp daha önce defalarca dinledikleri şarkıların arasında yepyeni anlamlar keşfederek geçirebilirler. Onlar için her ikisi de doğal, her ikisi de keyiflidir. Ben de müziğe bu minvalde yaklaşan bir müzik emekçisi olarak görüyorum kendimi.

Hangi müzikleri ya da kimleri dinlediğimi nesnellik ilkesi açısından uygun bulmadığım için belirtmekten yana değilim. İnsanların herkesi ve her şeyi etiketlemek için yarıştıkları bir çağda en azından müzik üzerinden yaftalanmak, bilhassa yıllardır nesnellik vurgusu yapan biri olarak mesleki kimliğime gölge düşürmek istemem. İsterim ki ne dinlediğimden çok nasıl dinlediğim, ne anladığım ve yaşamın içinde müziği nerede konumlandırdığım dikkate alınsın; bu yazılarla bir avuç insana da olsa bir faydam dokunacaksa böyle dokunsun.

2024, birçoğu birbirinin uzağına düşen müzikler dinlediğim, bazılarının derslerini verdiğim, bolca piyano çaldığım ve sipariş aldığım makaleleri yetiştirebilmek için bilgisayar başında uzun mesailer yaptığım bir yıl oldu. Dergideki yazılarımda arayı açmamın nedeni de bu yoğunluktu. Neyse ki yazarlarımız bütün sene heyecan ve azimle yazmaya devam edip okurlarımıza yepyeni içerikler sundular.

Dark Blue Notes ailesinin bir ferdi olmaktan gurur duyarak müziğin ve yaşamın inceliklerini paylaşabileceğimiz nice yıllarımız olmasını gönülden diliyorum.

Ardından: 2024
Uğur Küçükkaplan’ın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
Ayrıntı Yayınları’nda Uğur Küçükkaplan

Uğur Küçükkaplan

Müzikolog, piyanist ve müzik eğitimcisi. Arabesk, Türkiye'nin Pop Müziği ve Türk Beşleri isimli üç kitabı yayımlandı.

Uğur Küçükkaplan 'in 23 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Uğur Küçükkaplan ait tüm yazıları gör