Akbank Caz Festivali

2000’ler Nostaljisi: Yeni Anormallikler, Barbie Pembesi ve Ötesi

Henüz ben “rock”ın ne olduğunu bilmeden pembe kıyafetlerimi giyip Barbie bebeklerimle oynarken, arka planda annem ve babam Talking Heads kasetleri çalıyordu. 2000 yılında doğdum, kendimle ilgili çok fazla anımı hatırlıyorum. Hafızam iyidir, arkadaşlarım bilir. Ama hafızam, bana geçmişimi gösteren Sony Hi8 video kasetlerin çekildiği odaların içindeki posterleri hatırlamama yetecek kadar iyi değil. İlkokuldaki süslü günlerimden birinde arkadaşlarımla oturup Mean Girls’ü izlerken, pembe giyen kötü kızların duvarlarında The Strokes posteri asılı olduğunu fark edemeyeceğim gibi. Pembe deri ceketlerim ve saçını ütülediğim Barbie oyuncaklarım hâlâ evimizde dursa da içinde büyüdüğüm 2000’ler kuşağının bir parçası olmanın ne demek olduğunu yirmi üç yıl sonra yeniden keşfediyorum. Bir araya gelebileceğini hiç düşünmediğim The New Abnormal albümü ve Barbie filmi sayesinde hatırladığım ve hatırlamadığım 2000’ler günlerinden, 2000’lerde yaşanan 80’ler nostaljisine kadar, zamanları iç içe geçen bir anılar dalgasına kapılacağız.

2000’ler Nostaljisi

Milenyum yılbaşına dair hikâyeleri ailemden dinleyebiliyorum, henüz dünyaya gelmemiştim o tarihi yılbaşında. Kasetçalar, Walkman kulaklık, Ipod Nano gibi müzik dinlemek için 2000’lere damgasını vurmuş çeşitli cihazlarımız vardı. Yılbaşı anıları hafızamda yer alamasa da evimizin (eğer odamdaysa temiz değilse tozlu) köşelerinde duran kasetlerimize kayıtlı şarkılar ve onları dinlememi sağlayan aletlerden çıkan müzikler kulaklarımda çınladıkça; o anılara sanki kendi anılarımmış kadar yakın hissediyorum. Yaşadığım ama hatırlamadığım bir dönemin başlangıcında doğmak böyle bir şey olsa gerek. 

Henüz benim Walkman’lerimde Disney Channel filmlerinin müzikleri dönüyordu o yıllarda. Jonas Brothers’ın rock diye adlandırdığımız müziklerine hayranlık duyarak Camp Rock’a gitme hayalleri kuruyorduk. Şehirlerarası uzun otobüs yolculuklarımızdan, evimizden şehre inene kadar kameraya çektiğim hâlde radyo programı olduğunu düşündüğüm yayınım Radyo Duru’ya kadar; kulaklarımda ve kayıtlarımda yine o şarkılar vardı. Tabii ki bu yolculuklarda pembeler içindeydim, içine yolluk yemek koyduğum pembe çantam, parıltılı kıyafetlerim, çiçekli yüzükler… Ne kadar takı takabilirsem o kadar iyi, aynı Barbie’nin söyleyeceği gibi: Takı takmakta sınır yoktur. Yoktu 2000’lerde.

Walkman ile dolaştığım günleri hatırlıyorum ama Barbie’yle ilk tanışmamız maalesef aklımda değil. Yeniköy’de şimdi Kahve Dünyası’na dönüşen eski DVD’ciden kiraladığımız Barbie filmlerini ilk kez izlediğim, beş yaşıma kadar yaşadığım evle ilgili çok az anım var. Üzeri pembe çiçekli kot elbisemi giydiğim taşınma günümüz hariç. Bu anılardan birinde ateşim var, şimdiki evimizin hâlâ parçası olan sarı koltukların üzerinde yatıyorum. O kadar ateşim var ki gözlerim yanıyor. Annem alnıma ıslak bezler koyarken karşımdaki televizyonda “Barbie Rapunzel Masalında” filmi dönüyor. Barbie elindeki paletle resim çiziyor, Rapunzel’in şatosu beliriyor, kulağıma Dvořák besteleri çalınıyor ilk kez. Klasik müzikle tanışıyorum.

Bir Barbie bebeğim oluyor sonra, kendi 2000’lerimin ayrılmaz parçası. Bütün arkadaşlarımın evlerinde Barbie kutuları vardı. Oyuncaklar için ne kadar çok plastik harcanmış. Hâlâ harcanıyor. Yazdıkça gözümde canlanan her şeyin plastikten yapıldığının farkına varıyorum. Çevreci Barbie yok mu Barbie çeşitleri arasında?

Sarı plastik kutuların içinde duran, bir yerinde mutlaka pembe olan kıyafetlerle süslü, çeşit çeşit ama bir o kadar da birbirine benzeyen Barbie bebekler; kutuların içinde elleri kolları bağlı, oynatılmayı beklerdi. Bazılarına kıyafet dikilir, saçları örülür, en olmadı ütülenirdi. Ben de bir kez bebeğimin saçlarını ütülediğimi itiraf ediyorum. Bazılarınınsa bacakları kırılır, kolları bükülür, ayakları yamulurdu. Eski Barbie filmlerindeki mükemmel Kuğu Gölü balerini, Fındıkkıran’ın prensesi, Pegasus’un sihrini çözen Barbie’den iz kalmazdı oyuncak Barbie’lerde, yenileri alınana kadar.

Benim yalnızca bir Barbie bebeğim vardı, adı Gizem. Hâlâ yaşıyor, yeni Barbie filmine gitmeden önceki gün onu tozlu kutularımızın arasından çıkardım. Üzerinde pembe elbisesi, elinde eski kedimin tırmık izleri duruyor. Yeni Barbie filminde gösterdikleri gibi saçları yamuk yumuk kesilmiş ve boyanmış, bacakları bükülmüş, yüzünde renkli tükenmez kalem izleri olan “Garip Barbie” bebeğim hiç olmadı. Oyuncaklarıma iyi bakardım. 

Greta Gerwig’in açılış haftasında rekorlar kıran, hatta açılış haftasında en çok kazanan kadın yönetmen filmi unvanına sahip yeni “Barbie” bütün yazdıklarımı bana hatırlattı. Filmden çıktığımdaysa bir yandan pembe renkle barışma kararı alıyor, öte yandan Ken’i düşünmekten kendimi alamıyordum. “Yalnızca Ken” olmak, kendine yetmek zorunda olmak, Barbie varken bu dünyada yer edinmeye çalışmak… Bütün bu sıkıntılar, 80’ler pop melodilerinin arasındaki yerini almış, Singin’ In The Rain dekorlu sahnenin pembe-mavi pamuk şeker renkli sonsuzluğunun içinde, Ryan Gosling’in ağzından dökülüyordu. Aklımdan çıkması mümkün değil.

Eve döndüğümde kendini yeniden keşfeden Ken’in şarkısını High School Musical 2’deki Bet on It’le kıyaslarken, şarkının kayıtlarında ilk albümü 80’lerde çıkan Guns N’ Roses’ın gitaristi Slash ve 2000’ler başı rock gruplarından Foo Fighters’ın parmağının olmasını beklemiyordum. Ben farkında olmadan 20’şer yıl arayla belli dönemler bir araya gelmeye başlamıştı bile. 2020’lerde çıkan Barbie filmi, 2000’lerden Foo Fighters, 1980’lerden Guns N’ Roses. Ve hatta 1960’lardan Barbie’nin şeker pembesiyle kaplı Jacques Demy müzikalleri Les Demoiselles de Rochefort ve Les Parapluies de Cherbourg. Ama bu başka bir yazının konusu.

80ler Punk ve Yeni Anormallikler

23 yaşıma girmeme bir ay kala izlediğim, Mike Mills’in 1979 yılında geçen 20th Century Women filmi; üç farklı kuşaktan kadınla büyüyen Jamie adlı bir çocuğun hikâyesini anlatıyordu. Greta Gerwig filmde ailenin kiracısı, onlarla yaşayan asi bir fotoğrafçı. Saçları kırmızı, barlarda punk dinliyor, odasında plaklarını takıp çılgınca dans ediyor. Jamie onun aracılığıyla; erken 80’ler punk gruplarını öğreniyor, Black Flag ve Talking Heads severler arasındaki büyük kavgalara tanık oluyor. O keşfettikçe bir 40’lar kadını, Humphrey Bogart hayranı annesi punk’ı anlamaya çalışıyor. İkisi de Talking Heads’i tercih ediyorlar, aynı kendi ailemde olduğu gibi. Evimizde her sene müzik dolabımızın içindeki CD’leri karıştırırım, her sene önceki yıllarda tanıyamadığım bir CD gözüme takılır, “Ben bu grubu nasıl daha önce fark etmedim?” derim. 70’ler sonu 80’lerden her türlü CD’ye bunu söylemiş olabilirim: David Bowie, The Clash, The Cure, The Smiths ve adı The’yla başlayan hatta The The’ya kadar varan, isimde sınır tanımayan tüm gruplar, Talk Talk, Generation X, Modern English ve daha fazlası…

Ama zamanı biraz ileri almam gerekiyor. Çünkü bütün bu yazdıklarımı bir araya getiren, bu yıl keşfettiğim ve yine o ana kadar nasıl dinlemediğime şaşırdığım albüme geldi sıra: The New Abnormal. Pandemiden önce tamamlanmış olsa da karantina zamanında yayınlandığı için adı bir anlam daha kazanan “The New Abnormal” albümü ve içindeki şarkılar onları dinlediğim anlar, birlikte dinlediğim insanlar ve üzerinde yürüdüğümüz kaldırımlarla zihnime kazındı ve bugün dahi kazınmaya devam ediyor.

Albümü ilk defa baştan sona dinlediğimde; “The Adults Are Talking”, “Bad Decisions” ve “Eternal Summer” gibi şarkıların sanki yıllardır bildiğim ama bir türlü hatırlayamadığım melodileri var, demeden edememiştim. Sonra düşündüm. Hayatım boyunca benim ve yakın çevremdeki insanların sevdikleri şarkılar; ailemin ve onların, aynı şimdi benim müzik dünyalarımı paylaştığım arkadaşlarım gibi, eski arkadaşlarının bu zamana kadar yalnız başlarına, arkadaş buluşmalarında veya çocuklarının yanlarında dinledikleri müzikler bu tür melodilerin içinde gizli. Ortak zevkler aynı hissi veren şarkılar ortaya çıkarıyor, o “tanıdık” hissi arıyor veya aramadan buluyor ve ona tutunuyoruz. Nostaljik bir insan olduğumu hep söylerdim ama bu müzikal aile ve arkadaş bağları nostaljinin ötesinde, zamansız ve anormal olduğu için bu kadar güzel. 

Bu yazı için araştırma yaparken bu hissimin doğru olduğunu kanıtlayacak, The Strokes’un 2000’lerde müzik yaparken aynı zamanda 80’ler rock müziğini sevdiğini gösterecek kaynaklar aradım ve buldum. Bad Decisions’ı 1981 yılında çıkan Generation X şarkısı Dancing With Myself’ten ayrı düşünmek, Eternal Summer’da The Psychedelic Furs’ün 1984 şarkısı The Ghost in You’nun izlerine rastlamamak elde değil artık. Doğrudan tespit edilmemiş olsa da The Strokes seven birinin The Cure veya The Smiths dinlemeyeceğini de hiç düşünmüyorum. Çünkü ben The New Abnormal’ı dinlemeye başladığım günden beri eskilere dönmekten kendimi alamıyorum.

Bazen büyüdükçe keşfediyoruz, keşfettiğimiz gruplarla birlikte büyüyoruz. Bazense neredeyse bütün dönemleri ve şarkı sözleriyle yıllarımı geçirdiğim Arctic Monkeys’in bir şarkı sözü zamanı geriye sararak bugünden başlayarak bir grubun geçmişiyle tanışmamı sağlıyor.

“I just wanted to be one of The Strokes.”

Bu sözler çıktığında, hatta Alex Turner ve The Strokes’un solisti Julian Casablancas’la aralarında şakalaşmalara neden olduğunda, Arctic Monkeys AM albümünden sonra beklenmedik tarz değişikliğiyle beş yıl sonra geri dönmüş; bana 70’ler sonu hissi veren, mat kahverengi perdelerle dolu, kırmızı bordo renkli, dairesel desenli halılarla kaplı, loş sarı ışıklı bir odadan parçalar yayınlamaya başlamıştı. Adı “Tranquility Base Hotel & Casino” olan bir albümü ancak böyle anlatabilirim, anlattığım yer belki Tranquility Base Hotel’in lobisidir. Lobiden içeri girdiğinizde Arctic Monkeys’in The Strokes hayranlığının üzerinden zaman geçtiğini görüyorsunuz. 2020’ler gelmek üzere.

“I just wanted to be one of The Strokes
Now look at the mess you made me make
Hitchhiking with a monogrammed suitcase”

Ve 2020 yılı geldiğinde The Strokes’un 2001 tarihli “Is This It” albümünden sonra belki de en başarılı, en karmaşık ve bir o kadar bütünlüklü albümü The New Abnormal yayınlanacak ve böylece 2020’lerde The Strokes’la tanışacak, 2000’ler The Strokes’unu merak edeceğim.

2000’ler Post-Punk Revival

Ailem İngiliz gruplarını o kadar sever ve iyi rockçıların İngiltere’den geldiğini savunur ki, sanırım bu nedenle uzun süre Amerikalı gruplarla tanışmadım. 2000’ler New York post-punk revival dönemi olarak adlandırılan zamanın The Strokes, Interpol, The Rapture gibi gruplarından bihaberdim. Çok küçük olduğum için hatırlamasam da içinde yaşadığım erken 2000’ler günlerimin parçası değiller. Bu nedenle The Strokes’la birkaç şarkılarını bilmenin ötesinde zaman geçirdikten sonra, kendime yeni bir 2000’ler anı silsilesi oluşturdum. Sevdiğim yerler, insanlar ve geçmişin hatırasıyla dolu karmaşık müzik anılarım bir film olsaydı; başında 2000’ler Amerikan televizyonu pembe gençlik dizileri ve reklam filmlerinin vazgeçilmez parçası, The Strokes’un “Someday” şarkısı çalardı. 

In many ways, they’ll miss the good old days
Someday

Çünkü ben de bugün, izlemediğim dizilerin başlarında çalan rock parçalarını eski tüplü televizyonların içinde izleyebileceğim günleri, evleri, evlerde okul dönüşü akşamüstlerini özlüyorum. Servisle evime dönerken defterlerime evde yapılacaklar listesi yazar, yanlarına yaptıkça işaretlemek üzere kutucuklar koyardım. Bu maddelerden en önemlisi o saatte yayınlanacak Disney Channel programını izlemekti. Belki de Amerikan müziğinden o kadar uzakta değildik. 

Bu cümleyi yazdıktan sonra yaptığım araştırmalar sonucu Hannah Montana dizisi sona erdikten ve 2000’ler sonra erip 2010’lara geçildikten bir sene sonra Miley Cyrus ve The Strokes’un birlikte Saturday Night Live programına konuk olduğunu keşfettim. The Strokes hayatımı bu yıla kadar hep teğet geçmiş belli ki.

The Strokes’un yakın zamanda izlediğim 2000’ler kare format MTV 2$ Bill Concert kaydı, 2001 yılında turneye çıktıkları zaman çektikleri, adını grup üyelerinden Albert Hammond Jr.’ın solo kaydı In Transit’ten alan amatör film ve Windows 2000 estetiğine sahip web sitelerine kadar; bütün bunların içinde bahsi geçen kişilere ve yeterince dinlemediğim şarkılarına uzanan yeni yolculuklar beni bekliyor. O yolculuklara yazı biter bitmez mi çıkacağım yoksa bir on yıl daha bekleyip yeni bir yazıda mı zamanı geriye saracağım, henüz bilmiyorum.

Neden Pazar Günleri Bu Kadar Depresif?

Çünkü yazım bitmek üzere. 

Çünkü pazartesi okula döneceğim. Pembe kelebekli sırt çantam, not defterim, simli tükenmez kalemlerim ve kurdeleli tacımla yeni bir haftaya başlayacağım. Yine okul sonrası servise binip evde oynayacağım Barbie bebeklerimi düşünecek, izleyeceğim Disney Channel programlarını listeleyeceğim. Küçüklük hâlimi bu yazının hayali için yeniden döşenmiş salonumuzda hayal ediyorum. Duvarımızdaki Basquiat’nın 1981’de yaptığı “Bird on Money” tablosu var. Resimdeki “The Bird” yani Charlie Parker göndermesi gelecek caz merakıma göz kırpıyor. Desenli bordo halımızın üzerinde oturmuş, henüz çıkmamış The New Abnormal albümünün kapağına bakarken; arkamdaki 80’ler CD’lerimiz, başımı çılgınca salladığım Camp Rock şarkılarına acıklı bakışlar atıp kendileriyle tanışacağım günü bekliyorlar.

Salondaki halının üzerinden kalkıp yatak odama geçeceğim az sonra.

Sonsuz yazım bittiğinde pazar günü geride kalmış olacak. 

Ben yine The Strokes dinleyecek, gelecekte unutmak istemeyeceğim anılarımı uzun yola çıkacağım sırt çantam ve bavuluma koyacağım. Sonra yirmi yıl geçecek yazdıklarımın üzerinden, kutularımı boşaltıp eski pembelerimi giyecek, o gün bir yazı daha yazacağım.

Duru Aygüven’in bir önceki yazısı BURADA.

Duru Aygüven’den Noirfanzin’de yer alan bir yazı BURADA.

Duru Aygüven

Galatasaray Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı öğrencisi. Lindy hop ve solo caz eğitmeni. Noir Fanzin'de yönetici, yazar, editör. Yabancı dillerle ilgileniyor, çeviri yapıyor. Günlerinden caz, dans ve sinema eksik olmuyor.

Duru Aygüven 'in 18 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Duru Aygüven ait tüm yazıları gör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir