Lizz Wright: Gospelden Caza
Arka bahçesinde toprağını, zihninde düşüncelerini, kalbinde duygularını eşeleyerek şarkılarını ileten sanatçı Lizz Wright
30. İstanbul Caz Festivali‘nin konuklarından biri Lizz Wright’tı. Öncelikle derginin kurucu ortağı ve editörü Turgay Yalçın’ın ‘bu kadını dinlemelisin’ önerisiyle gittiğim konserden büyülenerek çıktığımı belirtmem gerekiyor. Sevgili Turgay Bey’in, müzik tarzımı henüz bilmemesine rağmen böyle on ikiden vurması güzel bir tesadüf oldu.
Yeni tanıştığım bir sanatçının konserine özellikle büyük araştırmalar yapmadan giderek önce canlı performansı ile tanışmayı tercih ettim.
Sahneye çıkar çıkmaz sadece müzikal değil birçok açıdan yansıttığı enerjiye değinerek başlamam gerekiyor. Bu yazı en başta bir konseri/performansı deneyimlemek düşüncesinden yola çıksa da daha sonra onun hayatından detaylarla birlikte müzik yaşamını konu alarak sonlandı. Lizz Wright’ta, insanı derinden etkileyen tek şeyin sesi olmadığını gördüm. Onun karakterinin insana dinginlik veren tarafı sahneden bile yansıyordu.
Davetli olarak katıldığım konserde en arkada olmayı sevmediğim için izin ala ala ve ricalarla, kenardan ve biraz daha ön taraf sayılabilecek bir yere ilerlemeyi başardım. Bu kısmı anlatıyorum çünkü konserin ilerleyen dakikalarında, festival görevlisi olan İKSV çalışanları adım başı konuşlandıkları yerde, sadece birkaç adım daha önde durmak isteyen dinleyicileri ısrarla reddetmekle meşgul oldular.
Eskiden İKSV bünyesinde bir çok etkinlikte ve caz festivallerinde görev almış birisi olarak biliyordum ki elbette oradaki arkadaşlar, onlardan istenileni yapıyorlardı. Biz bir grup ayakta insan sahnenin sanatçıya göre sol kısmında önümüzde epey boş alan olduğu halde o şekilde izlemeye razı olduk. Buraya kadarki kısmı bir sorun olarak görmek gerekmiyor elbette (zorlarsak) ancak yanımda duran ve epey yaş farkı olan dinleyicilerin sadece iki adım ilerleyerek oturmak istedikleri yükselti taşa oturmalarının engellenmesi oldukça anlamsızdı. Bir yandan festival denilen şeyin şu yaşanılan küçük problemle hiç örtüşmediğini düşündüm.
Lizz Wright’ın sahneye çıkıp ilk şarkısını söyledikten ve hoş geldiniz konuşmasını yaptıktan sonra söylediği şey bu anlattığım laf kalabalığı ile oldukça örtüştü. Sanki karşısında olan kasıntı oturma düzenini anlamışçasına bizlere: “Burası bir festival, lütfen dans etmekten ayağa kalkmaktan, yer değiştirmekten ve önlere doğru gelmekten çekinmeyin; benim dikkatimi dağıtmaz tam tersi beni daha da mutlu edersiniz” demesin mi? Tam o sırada yaşı ileri bir dinleyicinin oturduğu yükseltiden kaldırılmasından dolayı çıkan ufak bir tartışma sonrası neyse ki Lizz Wright ve sahnedeki diğer müthiş müzisyenlere dikkatimizi vermeyi başardık.
Onca şıklığın arasında Lizz Wright siyah bir elbise ve düz mavi bluzuyla sahneye çıktığında kıyafetlerini işaret ederek rahat olmanın gerekliliğini vurguladı: “Yeah, that’s me. I come from a country side. As you can see, I’m a country girl with big hands”.
Okuduğum bir röportajında da ona babasından miras olan ellerinin ve ayaklarının devasa olmasından ötürü okula ve arkadaşlık ilişkilerine bir süre mesafe gösterdiğini söyleyen Lizz, kendisini bir bütün olarak ifade etme yolunu şarkı söylemekte bulduğunu ifade ediyor. Her gospel şarkıcının söylediği ilk şey gibi sesinin ona Tanrı’nın bir lütfu olduğunu söylemeyi unutmayarak.
Lizz Wright, Amerika’nın güney eyaletlerinden biri olan Georgia’da doğup büyüyen ve bir süredir Chicago’da yaşayan, özel bir sese sahip caz vokal sanatçısı. Babasının kilise papazı olmasından dolayı yaşamının çoğunu kilise yakınlarında ve dolayısıyla gospel müziği ile iç içe geçmiş. Müziğinin, sahnedeki dansının, ritmik hareketlerinin ve şiirlerinin, bu Afro-Amerikan gospel müziği ile kökten bağlı olmasından kaynaklandığını söylemek mümkün. Hıristiyanlıkla doğrudan bağlantısı olan ve çıkış yeri kilise koroları olan gospel müziği hem içerik olarak hem de tınısal olarak ruhaniliği ön planda tutar. Sonradan seküler müzikte adından söz ettiren blues ve caz müzisyenlerinin birçoğunun da müziğe, kilise korosunda gospel ile başladığı bilinir.
Oldukça yumuşak ve sakin bir tondan yükselerek devam eden bir tarzı olan gospel şarkıcılığının olmazsa olmazı olan vibrato, Lizz Wright’ın sesinde kendinizi kaybedeceğiniz en önemli özellik olabilir. Düz bir okuma neredeyse yok denecek kadar az. Yakarış, şükran ya da dinsel bir konuşmayı içeren diyaloglara Wright’ın şarkılarında da rastlamak mümkün.
Caz vokalisti olarak sesindeki büyülü tınıyı onu dinleyen ve yeni keşfeden herkese ıspatlayan Lizz Wright, kendisini salt cazcı olarak tanımlamadığı gibi saf gospel müziği de yapmıyor. Gerçekten de onun tınıları; blues, caz, soul, folk ve evet gospel içeriğiyle tam bir sarmaşık halinde sunuyor kendisini; seslerle olan ilişkisi resim yapar gibi.
Hem kendi hikayesi olduğunu anlıyoruz hem de bize yeni bir hikaye sunuyor Wright ama en önemlisi de bu hikayede özellikle seyircisine yer açıyor. Bu yüzden sanıyorum, sahnede seyirci ile kurduğu ilişkinin onun için çok önemli olduğunu söylüyor.
“İnsanların varlığının gücüne çok fazla boyun eğiyorum ve kısmen bu güç tarafından yönlendiriliyorum, bu çok güzel, manyetik bir güç ve içimde çok fazla anne sevgisi oluşturuyor, ki bu çok tuhaf.” Sanatçının bu sözleri gerçekten bana da tuhaf geliyor çünkü onu tanır tanımaz sizde uyandırdığı duygu annelik, şefkat ve her nedense sarılma hissi diyebilirim. Şarkı söylemek karşılıklı ruhani bir inşa aynı zamanda. En başta söylediğim gibi birlikte hareket etmeyeceksek onunla, bu hikayede nasıl yer alırız? Konseri deneyimleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır, hareketli olmayan şarkılarında dahi yerinde durmanız mümkün değil. Sahi sandalyede oturan o insanlar nasıl oturdu?
“Sözcüklerin beni yönlendirdiğini hissediyorum,” diyor Wright, bir başka röportajında “ve onların kendi hayatlarına sahip olmalarına ve açılmalarına izin vermeye çalışıyorum. Beni bir nevi zorluyorlar ve söylemeliyim ki konu boşluk çalışması.”
Burada Wright’ın boşluk kavramı üzerinden örnek vermesi ve kendi müziğini bu kavram üzerinden yorumlaması ona olan ilgimi ikiye katlıyor. Boşluk, varlığıyla hayatımızın somut ve soyut olmak üzere (veya maddi ve manevi diyebiliriz) her anını kapsarken üzerine düşünmeyi ertelediğimiz kavramlardan birisi. Özellikle sanat yapıtları, yalnızca müzik değil heykel, mimari ve resim olmak üzere plastik sanatların tamamı özelinde hatta hak ettiği kadar felsefesi yapılmayan bir yerde. Müzik hakkında hep konuşuruz ancak notalara asıl değerini veren ve vurgulayan es’ler hakkında o kadar konuşmayız değil mi? Lizz Wright, müziğindeki derinliği ve notalar arasında oluşturduğu boşluk hissinin bize yansıyan duygusunun oldukça farkında, çünkü bu birlikteliğin farkında olarak şarkı söylüyor. Çok ilginç ama onu sahnede izlerken o yükseltide değil de bir masa etrafında karşımda oturmuş olarak dinlediğimi hayal ediyorum.
Bu hayalimin ya da onun kendisi için söylediği “insanlara karşı şefkat hisseden bir anne” benzetmesinin hiç tesadüf ya da mucizevi olmadığını düşünüyorum. Lizz Wright turne ve festivallere çıkmadığı dönemlerinde haftanın beş gününü Chicago’da sahibi olduğu kafede şeflik yaparak geçiriyor. Toprakla iç içe olması hem evinin hem kafesinin bahçesinde sebzeler yetiştirmesi beni hiç şaşırtmadı. Doğup büyüdüğü yer olan Georgia’nın Hahira kasabasında babası evin bahçesinde türlü sebzeler yetiştirir, kamyonetin arkasına doldurarak kiliseye götürürmüş. Oradaki her detayı ve duyguyu şimdi yaşadığı yer olan Chicago’ya taşımış gibi görünüyor. Köklerine her açıdan bağlı olan Wright’ın bu anlamda toprakla olan ilişkisinin de özel olduğu aşikar. Komşuluk ve insanları beslemek, onun için şarkı söylemek kadar müthiş bir duygu.
“Soğan, sarımsak, arpacık soğanı. Yemek konusunda çok titizimdir ama bu, içine sevgi katmakla ilgilidir ve bazen en basit yemekler ve malzemeler en iyi yemeği yapar. Müzik de böyle bir şey. Kesinlikle böyle bir bağlantı var.” 2003 yılında çıkardığı ilk albümü olan “Salt”ın ismini nereden aldığı da bu sayede anlaşılıyor aslında.
Salt’tan sonra, Dreaming Wide Awake (2005), The Orchard (2008) ve Fellowship (2010) Freedom & Surrender (2015) ve Grace (2017) olmak üzere inanılmaz çeşitlilik ve derinlikteki altı stüdyo albümüyle Wright, gospel, blues, folk ve caz arasında yapaylık olmadan, devingen bir ruh ve üretim çabasıyla hareket edebilen nadir sanatçılardan biri olduğunu gösteriyor.
Fellowship albümü ismini doğrudan kiliseden alıyor; Fellowship Hall, kilisenin çeşitli etkinlik, toplantı veya atölye vb. olduğu salona verilen isim. Bununla beraber albümdeki tüm şarkılar kendi içinde şükran duygusu, doğayla iç içe bir yaşamı savunma, beraberlik ve dayanışmaya vurgu yapıyor. Buraya kadar anlaşılacağı üzere Lizz Wright, esasında idealindeki gibi bir yaşamı arzulamakla kalmayıp bunu hem kendi elleriyle inşa eden hem de şarkılarına yansıtan bir sanatçıdır diyebiliriz.
Sadece benim en sevdiğim şarkısı olmadığıma emin olduğum o şarkıda şöyle diyor Lizz: “Gave me a song to sing and sent me on my way I raise my voice for justice, I believe…” (Bana söyleyecek bir şarkı verdi ve beni yoluma gönderdi/ Adalet için sesimi yükseltiyorum, inanıyorum…”)
Art Blakey’in “caz, günlük hayatın tozunu temizler” sözü geliyor aklıma Lizz Wright’ın şarkı sözlerine dikkat kesilince. Ben bu cümleyi caz diye sınırlamak istemiyorum elbette ve Lizz Wright’ın sanat ve yaşam pratiğine baktığım zaman, üretmek, ortaya sermek, paylaşmak ve günün sonunda minnettarlık duygusuyla doğadan aldığını ona geri vermek… Şarkı sözünde söylediği gibi: “Everything gets out everything gets in”. (“Her şey dışarı çıkar, her şey içeri girer”).
Bu karşılıklı alış-veriş ile hem günlük hayatın tozunu hem de geçmişle olan hesaplaşmalarla nasıl iştigal olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bu anlam arayışı bana bir sanatçının müzik pratiğinde “dayanışma” biçimlerini görmenin ne anlama geldiğini düşündürüyor bir yandan. Sanat, yaşamdan aldıklarınla hesaplaşma biçimidir bir nevi. Müzik, bir söz ve ses sanatı olmasından ötürü bu hesaplaşmanın en tepeden dahi duyulabildiği çığlıktır bana göre. Bu çığlığı duymak için ise bir tuşa basmanız ya da konsere gitmeniz yeterli olabilir.
Hayatla, toprakla, insan/doğa ilişkileri ve tanrıyla olan bağını şarkılarının neredeyse tamamında ifade eden sanatçının albümlerine kronolojik olarak şöyle bir baktığımızda da bu hesaplaşma ve mücadelenin nasıl dile geldiğini ve zamanla bu ifade biçimindeki çeşitliliği görmemiz mümkün oluyor.
Son yaptığı albümünde Lizz Wright ve ekibi tek tek yeteneklerini ortaya sermeyi amaç edinmiş gibi duruyor. Albümde, Wright’in söylemeyi çok sevdiği, kendisine ait olmayan ama her nasılsa okuduğu andan itibaren tamamiyle onu kendine ait yapan eski şarkılar da yer alıyor. Neil Young’un “Old Man”i bu albümde bu şekilde yer alanlardan. Ben bu şarkıyı sanıyorum bundan sonra uzun bir süre Lizz Wright’tan dinleyeceğim!
Daha önce Freedom & Surrender albümünde olan “Somewhere Down The Mystic” şarkısını son albümünde yeniden okuyarak dinleyicisinin zaruri umut yolcusu olmaktan vazgeçmemesini istiyor Wright. Ya da istemeye devam ediyor diyelim.
“I saw the world as a grand design
I saw the moon that saw the Earth
Something there it seemed was dying
Something there was giving birth”
(“Dünyayı büyük bir tasarım olarak gördüm
Dünya’yı gören Ay’ı gördüm
Orada bir şey ölüyor gibiydi.
Orada bir şey doğum yapıyordu”)
“Walk With Me, Lord” şarkısıyla ise sevgiyle kiliseye götürüyor dinleyicisini. Bu şarkıdaki enstrümanlar, şarkının sonlarına doğru esrik bir ruh haline sürükleyerek ve sürüklenerek çalarken Lizz Wright’ın araya giren sesi bir anda ortadaki esrikliği alıp yeryüzüne çıkarıyor duyguyu. Sanatçının bu şekilde hem dinginleştiren hem de istediği zaman esrik denizlere sürükleyen sesi yaşamın içinde, başucumuzda taşıdığımız ikiliklerinin bana göre müziksel bir yansıması açıkçası.
Bir sanatçının sanat yaşamı ve yapıtlarına odaklanarak yazı kaleme almak gibi bir yükün altına kendimi sokup, bu işin ancak neredeyse yarısını dile getirebildiğimin yani konuya kıyısından yakınlaştığımın farkında olarak bu yazıyı bitiriyorum. Sanatçının elinde, avucunda ruhunda neleri biriktirdiği her zaman ilgimi çeken ilk şey oluyor ne yazık ki, sanırım sanat tarihi eğitiminin bana bıraktığı mirastan ötürü; bu sebepten giriştiğim müzik yazıları salt müzik hakkında, spesifik ve odaklanmayı amaçladığı müziği anlatmaktan biraz uzak oluyor. Ama neyse ki derginin diğer tüm yazıları müziği didik didik ederek anlatan çok iyi yazılarla dolu ve bu açığı o yazılarla kapatmak, dahası beslenmek mümkün oluyor.
43 yaşındaki vokal sanatçı Wright, daha uzun yıllar sahip olduğu bu sesle, yazdığı sözlerle ve hakikaten insanı serin sularda nefes aldıran müzik tarzıyla kendinden söz ettireceğe benziyor. Onun toprakla ve yaşamla olan duygusal bağlantısını her şeyin üstünde tuttuğunu, yalnızca sanatını değil, yaşamı da her gün, arka bahçesindeki toprak gibi yeniden ve yeniden üretim için eşelediğini düşünüyorum. Lizz Wright müziğindeki her susuşta bunu dile getiriyor.
Lizz Wright hakkında detaylı bilgiye BURADAN ulaşabilirsiniz.
Hatimet Miral’in bir önceki yazısına BURADAN ulaşabilirsiniz.