Miles Davis ile Beyin Fırtınası
Son günlerde, Chet Baker ve Miles Davis’e kendimi bıraktığım, orjin misali başlangıç noktasında durup, eğriyi ve doğruyu objektif göz ile ayırmaya çalıştığım anlar geçiriyorum. Şarabım yanımda olsa da, Chet ile görüşmelerim biraz verimsiz geçiyor. Sanıyorum Miles Davis, içinde bulunduğum zaman biriminde, beni Chet Baker’a göre daha “canlı” tutuyor. Aramızdaki bu mütalaanın adını “Miles Davis Beyin Fırtınası” koydum.
Buyrun terennüme. Birlikte mütalaa edelim. Sanki bir zaman kapsülündeyim. 1985 yılı. Miles Davis, Kind Of Blue ve Bitches Brew gibi caz başyapıtlarını birlikte kaydettiği, (ki sanıyorum otuz yıl müddetince çalıştığı), uzun süreli plak şirketi Columbia Records‘tan ayrılarak Warner Brothers‘a geçti. Son kayıtları olan albümleri, Warner Brothers etiketi altında çıkardı. 1980’li yılların, synthesizer ile zenginleştirilmiş müzikal ortamında çalışırken, Tutu ve Amandla gibi albümlerini kaydetti. Marcus Miller ile önemli kayıtlar yaptı. Miles Davis, 1985 yılında 60 yaşına basmak üzereydi. İzole döneminden henüz çıkmıştı. Columbia Records’la birlikte çalışmaktan çeşitli nedenlerle memnun değildi. Şirketin, Aura adıyla yayınlanacak olan yeni bir kayıt projesini yeterince desteklemediğini düşünüyordu. Bir de Miles, daha fazla para istiyordu. Columbia’nın, Wynton Marsalis’e verdiği değerden rahatsızdı. Çünkü Wynton Marsalis, Miles Davis’in 1960’lı yılların ortalarından sonraki müziği hakkında, caz medyasına pek de hoş olmayan açıklamalarda bulunuyordu. Miles bu durumu “toy” bir davranış olarak görüyordu.
Warner Brothers’da çalıştığı süre boyunca Miles Davis, müzik eleştirmeni Paul Tingen’in “kromatik funk” olarak tanımladığı, 1980’lerin sound’unu oluşturmaya devam etti. Chaka Khan, Cameo ve Scritti Politti gibi pop ve R&B sanatçılarının kayıtlarında da çaldı. Pek çok kişinin geç dönem başyapıtı olarak kabul ettiği Tutu adlı bir stüdyo albümü yaptı. Ancak Davis’in Warner Brothers için yaptığı ilk kayıtların hepsi yayınlanmadı. Henüz gün yüzüne çıkmayan kayıtlar var. Bu kayıtların bir kısmı, “Rubber Band” albümünü oluşturdu. Albüm içinde kullanılmayan birkaç kayıt ise stüdyo arşivlerinde muhafaza ediliyor. Rubber Band kayıtları, Tutu albümüne dönüşecek olan sound’un temelleriydi. İçerik olarak kayıtlar, Miles’ın son yıllarına denk gelen daha sert bir pop-funk sound’una sahipti.
Miles’ın Warner Brothers yıllarındaki en önemli işbirliklerinden biri, o sıralar ticari şöhretinin zirvesinde olan, Purple Rain albümü ve filmiyle yıldızı parlayan, hem kendisi, hem de diğer sanatçılar için üretken bir şekilde besteler yapan pop sanatçısı Prince ile gerçekleşti. Prince, Davis’e hayrandı. Miles’a kendine ait bestelerinin ve çalışmalarının olduğu bir kaset gönderdi. O yıllarda biliyorsunuz kasetler vardı. “Kasetler fora!…” Prince, Miles’a, bu kaset üzerinde kulağa hoş gelen her şeyi çalabileceğine inandığını ve ona çok güvendiğini söyledi. Miles, Prince’in hayranlığına karşılık vererek “Bana göre, eğer devam edersen zamanımızın yeni Duke Ellington’ı olabilirsin” dedi. Miles’ın bu yorumu, Village Voice ve New Republic’te, 1960’lı yıllar sonrası, müzikal manevraları nedeniyle Davis’i eleştiren, caz eleştirmeni Stanley Crouch‘u öfkelendirdi. 1980’li yıllarda bu kadar ruhani konuşan Miles Davis, Stanley Crouch’a cevaben “Bu eleştiriler, yavan yazarların ve aptal dinleyicilerin sıcak havasında yüzen kanatlı bir ölü kafasından başka bir şey değil.” dedi. Asabi Stanley Crouch ise “caz tarihinin, en parlak satılmış trompetçisi” diyerek Miles’a saldırdı.
Basın cephesinde olaylar böyle gelişirken, Prince ve Davis birlikte bir stüdyo kaydı ve canlı performans yaptılar. Prince şarkıları, arada bir Davis’in konser setlerinde yer almış olsa da, ikili hiçbir zaman birlikte bir albüm yapmadı, yapamadı.
Miles’ın son dönemindeki en önemli işbirlikçisi, 1980’lerin başında Davis’le birlikte çalmış olan basçı ve besteci Marcus Miller oldu. Miller, Miles’a, Warner Brothers’ın yapımcısı Tommy LiPuma tarafından önerilmişti. Marcus Miller, Miles Davis’in kompleks davul setleri, synthesizer’lar ve diğer canlı stüdyo dışı unsurlarla çalışmaya açık olduğunu fark etti. Bestelerin çoğunu kendisi yazıp kaydederek, Miles’ın trompet bölümlerini, besteler içinde yukarıda tutarak, Tutu’ya giden yolda ilerlemeye başladı. Miles Davis’in yüzünü gösteren dramatik bir siyah-beyaz kapak fotoğrafına da sahip olan Tutu, 1980’li yılların ortalarında, dinleyicinin kulağına çok hoş gelen bir müzikal manzara sundu. Bu albüm, bazı hayranlarını, Miles’ın 1950’li yılların sonunda aranjör Gil Evans ile yaptıklarının güncellenmiş bir versiyonu olarak da etkiledi.
Davis’in 45 yıllık kayıt kariyeri, inanılmaz renkliydi. Pek çok alt akımdan feyz aldı. Bebop, cool jazz, hardbop, free jazz, modal, elektrik ve yazımın başında da bahsettiğim Paul Tingen’in 1980’lerdeki geri dönüş döneminin “kromatik funk” olarak adlandırdığı akımları derinden tecrübe etti. Miles Davis hiçbir zaman yerinde saymaktan memnun olmadı. Onlarca yıl sonra, onun son dönemi, pop akımını kendi tarzıyla kucaklama girişimiydi. Gerçekten deli cesareti olan gerçek bir sanatçıydı. Bu tartışmaya bile kapalı bir konu bence.
Filmlerde ve “Miami Vice” gibi televizyon şovlarında yer aldı, Honda Scooter reklamında oynadı. (Loft Caz gazete için bu makaleyi yazmıştım.) Konserlerinde, seyirciye küsme dönemini geçirmişti, daha dışa dönük bir yapıda sahne almaya başladı. Tüm bunlar onun için yeni bir yaklaşım anlamına geliyordu. Müzisyen Jim Sangrey, Miles Davis’in kariyerinin bu yıllarını, “bazı caz hayranlarının alışageldikleri ve sevdikleri pek çok şeyi bulamayabileceklerini kabul ettikleri bir dönem” olarak nitelendirdi.
Davis’in Warner Brothers dönemi, Tutu’dan sonra Marcus Miller’ın, 1987 yılında İspanya’da çekilen Mary Lambert’in yönetmenliğini üstlendiği Jodie Foster ile Martin Sheen‘in de dahil olduğu yıldızlar geçidi bir film olan Siesta için yazdığı müzikle devam etti. Ardından gelen kayıt, bazı dinleyiciler için Miles Davis’in ve Gil Evans’la yaptığı Sketches Of Spain albümünü çağrıştırdı.
1980’lerin sonları, artan sağlık sorunlarına rağmen, Miles Davis için yoğun bir dönemdi. Quincy Troupe ile birlikte kaleme aldığı otobiyografisi, 1989 yılında yayımlandı. Kitapta Charlie Parker’a ilişkin sert gözlemler ve tartışmalara yol açan başka bölümler vardı. Nihayet, Columbia etiketiyle yayınlanan ve onun muhteşem çalışmalarından biri olarak kabul edilen Aura albümü, onun son döneminde çıktı. 1990 yılında Grammy kazandı. İzole dönemlerinde uğraştığı, resim ve eskiz çalışmalarına daha fazla zaman ayırdı. Miles Davis, turnelere çıkmaya ve yeni stüdyo projeleri yapmaya devam etti. 1989 tarihli Amandla albümü için Marcus Miller ile yeniden bir araya geldi.
1991’in başlarında yapımcı Easy Mo Bee ile caz-rap türünde bir double LP üzerinde çalışmaya başladı. Albüm içerisinde şahsen en sevdiğim parça, Marcus Miller’ın efsane basçı Jaco Pastorius için bestelediği “Mystery” şaheseri. Bunun da altını çizmeden geçemeyeceğim.
Miles Davis geçmişine dönmeye her zaman direndi. Yenilikçiydi. Ancak son yılında, Quincy Jones‘un ricalarını göz ardı edemedi. Aranjör Gil Evans ile 1950’li yılların sonunda Miles Ahead, Porgy And Bess ve Sketches Of Spain albümleri için birlikte kaydettikleri müziklerden oluşan bir konser verdi. Miles röportajlarında, Gil Evans’ın hayaletinin aynada kendisine göründüğünü ve konseri yapması için onu teşvik ettiğini söyledi. İnsanların olumsuz eleştirilerini hiç takmadığını söylüyordu. Quincy Jones’u iyi ki dinlemişti. Çok kazandı. Trompetçi arkadaşı Wallace Roney, trompetin yükünü hafifletmek için ona yardımcı oldu. Sağlık durumunun iyi olmadığı açıkça görülen Davis, Evans’la birlikte başyapıtlarının yeniden yorumlanmasında bazı unutulmaz anları, bu canlı performanslar dizisinde izleyiciye yeniden sundu.
Tam da bu çalışmaları anarken, altını çizmeden geçemeyeceğim, Miles Davis ve “Hannibal”, 25 Ağustos 1991’de Los Angeles’taki Hollywood Bowl‘da kaydedilen son canlı performansından muhteşem bir parçadır. Şiddetle dinlemenizi tavsiye ediyorum naçizane.
Bu konserden birkaç gün sonra Davis, kan kusmaya başladı. Santa Monica‘da bir hastaneye yatırıldı. Hastanede kaldığı süre içinde felç geçirdi. Maalesef komaya girdi. O meşum 28 Eylül günü, son 45 yıldır cazın ön saflarında yer alan bu dev gibi güçlü, nev-i şahsına münhasır adam, 65 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Tavrı ve stili o kadar taklit edilemez ve orijinaldi ki, boşluk ve sessizlik yedi kat göğü, yedi kat yeri kapladı. Pan flütünü o toprağa verilirken yeniden üfledi.
Onun için…
Bizler için…
–
Hızlı ve Öfkeli: Miles Davis yazısı BURADA