Orhan Gencebay ile Halit Refiğ’in Kesişen Yollarında Bir Üvey Film: Leylâ ile Mecnun
Aslen bir Arap efsanesine dayanan ve nesilden nesile aktarılıp İran’dan Hindistan’a uzanan geniş bir edebi alanda karşılık bulan Leylâ ile Mecnun öyküsü Türk edebiyatına da girmiş, pek çok şair bu kadim aşk hikâyesini bir tema olarak kullanmış. Aralarında en bilineninin 16. asırda Fuzûlî’nin (1480/1490? – 1556) yazdığı mesnevi olduğu söylenebilir. Zamanla anonimleşen her halk hikâyesinde olduğu gibi bu öykünün de çeşitli varyantları ortaya çıkmış; fakat merkezinde aşk temasının yer aldığı, inanç kavramına vurgu yapılan, dolayısıyla uhrevi boyutu da olan bir hikâye olarak işlenmeye devam etmiş.
Yaşadığımız topraklar ve periferisinde yüzyıllar boyunca bu denli ilgi görmüş bir öykü doğal olarak Türk sinemasında da kendine yer bulmuş, aynı isim ve farklı senaryolarla beyaz perdeye aktarılmış. İşte bu yazının da konusu olan 1982 yapımı Leylâ ile Mecnun filmi şüphesiz ki bahsi geçen filmler arasında üzerine en çok söz söylenebilecek olanı. Yapımcılığını Türk sinemasının öncü isimlerinden Türker İnanoğlu’nun üstlendiği; Erdoğan Tünaş’ın eseri üzerine senaryosunu Fuat Özlüer’in yazdığı filmin başrollerinde Gülşen Bubikoğlu ile arabesk müziğin gelişiminde hem besteci ve söz yazarı hem de yorumcu olarak en önemli pay sahibi olan Orhan Gencebay’ın yer aldıklarını görüyoruz. Yönetmen koltuğunda ise bu tarz bir filmde görmeyi beklemediğimiz dev bir isim var: Halit Refiğ.
İlk bakışta konusu ve ele alınış biçimiyle Türk sinemasının bilindik melodram örneklerinden biri olduğu izlenimi verse de müzikleri açısından Leylâ ile Mecnun’un ayrı bir yerde durduğunu söylemek gerekiyor. Sinemaya küçük yaştan itibaren büyük ilgi duyan ve bu konudaki bilgisini olabildiğince artırmaya gayret eden biri olsam da filmi sinematografik açıdan değerlendirmek gibi bir hadsizliğe düşmeyeceğim. Niyetim, müzikleri üzerine ayrıntılı bir tahlile girişmek de değil; bunu daha uygun bir zeminde yapmak üzere geleceğe havale edip bir iki kelâm ettikten sonra asıl mevzuya yelken açmak arzusundayım.
Konuya merakı olanlar bilir; Türkiye, iki köklü müzik geleneğine, tüm yirminci asır boyunca gelişip çeşitlilik kazanmış zengin bir popüler müzik kültürüne ve aynı asrın başlarında temelleri atılmış uzun bir sinema serüvenine sahip olmasına rağmen, özgün film müziği alanında tam bir çöldür. Dolayısıyla alana katkı sağlamış az sayıdaki müzisyen ve onların çorak topraklara can suyu olmuş çalışmaları son derece kıymetli. Bunları ve çoraklığın muhtelif nedenlerini ayrı bir çalışmada ele almak üzere şimdilik kenara koyalım.
Ali Tekintüre’nin yazdığı, son sahnedeki Beklemek İbadet Kalmak Zulümdür isimli parçanın güftesi hariç, Leylâ ile Mecnun’daki söz ve müziklerde Gencebay’ın imzasını görüyoruz. Altını çizmemiz gereken üç nokta var. Birincisi, şarkıların ve çalgısal parçaların ekseriyetle doğrudan film için yazılmış olması. İkinci önemli husus filmin, arabeskin ikinci dönemine, yani müzikal yapısının, dinleyici kitlesinin ve toplumsal anlamının oturduğu yıllara denk düşmesi. Bu sayede konu, atmosfer ve karakterler açısından filmle müzikler arasında bir doku uyumu sağlanabilmiş. Üçüncüsü, filmdeki müziklerin 1983 yılının başında aynı adla, dokuz parçadan oluşan bir film müziği albümü sıfatıyla Gencebay’ın ortağı olduğu Kervan Plak’tan çıkmış olması. Dolayısıyla 1950’lerden itibaren Türk sinemasında çok az filme nasip olan özgün film müziği cephesinden bakıldığında bu çalışmanın kesinlikle ayrı bir yerde değerlendirilmesi gerekiyor.
Peki parçaların müzikal yapısından bahsedip güftelere ilişkin kısa da olsa bir tahlile girişmek yok mu? diye sual eden üç beş okur çıkabilir; güzel olurdu elbette fakat şimdilik onu başka bir bahara erteliyoruz. Yazının ikinci kısmında bazı noktalara işaret edip ilgilisini düşündürmesini ümit ettiğim ilginç bir anekdot var.
Talebeliğini “eski Türkiye” olarak adlandırılan dönemde ifa etmiş biri olarak, konservatuvar yılları bilhassa farkındalığımı artıran deneyimler açısından oldukça verimli geçmişti. Bu sayısız deneyimden biri yer yer müzikle koşut ilerleyen sinema dersinde yaşanmış, büyük bir heves ve heyecanla bulunduğum girişim hiç ihtimâl vermediğim bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı.
Henüz lisanstayken ileride çalışmayı planladığım konuları kafamda netleştirmiş, arabeski de listenin başına koymuştum. Leylâ ile Mecnun’u ise ilk defa çocukken izleyip doğal olarak hiçbir şey anlayamamış olsam da yukarıda bahsettiğim noktaları yıllar sonra fark edip günü geldiğinde çıkarmak üzere ilgili klasöre atmıştım. Nitekim ilk adımı atacağım o gün gelmiş, sağlıklı bilgiye doğrudan kaynağından ulaşma şansına erişmiş olmanın mutluluğuyla sinema dersindeki yerimi almıştım.
Anlaşıldığı üzere dersi veren hocamız Leylâ ile Mecnun’da da imzası bulunan usta yönetmen Halit Refiğ’di. Bölüm başkanımızın eşi olmasının da payıyla yakaladığımız fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek için her hafta büyük bir ciddiyetle ve saygıyla orada oluyorduk. Üstelik mesele sinema tarihi de değildi; yalnızca kişisel deneyimlerini bile aktarsa bizim için çok büyük değeri vardı, zira hocayla iki saat boyunca aynı ortamı paylaşmayı büyük bir şans olarak görüyorduk.
İştikayla çalışmayı planladığım konu için önemli bir veri olarak gördüğüm filmin yönetmeni hocamızdı ve her hafta kendisiyle ders yapma fırsatını yakalamış hevesli bir talebe olarak Leylâ ile Mecnun’u onunla konuşmamak, filmini ondan dinlememek söz konusu dahi olamazdı. Tabii bir de soracağım sorular vardı ki bunları düşünmek bile beni heyecanlandırmaya yetiyordu. İşte bu duygu ve düşüncelerle uygun zamanı kollayıp bir dersimizde mevzuyu açtım. Filmin ismini duymasıyla hocanın yüzündeki ifadenin aniden nasıl değiştiği, kısa süreli bir sessizlikten sonra mütereddit biçimde söze girişi, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen tüm netliğiyle gözlerimin önünde. O anki şaşkınlığımı ve hayal kırıklığımı tarif edebilmem kolay değil; meselenin kişisel boyutuyla alâkalı olduğu için üstünde durmaya da gerek yok zaten.
Konuyla ilgili kısa bir konuşma yapan hoca, özetle isteksiz olarak filmi çekmek durumunda kaldığını anladığımız kısa bir açıklamayla ve muhtemelen kendi cephesinde bir daha açmamak üzere mevzuyu kapattı; tıpkı çok sevdiği Wagner’in tristan akoru misali çözül(e)meden, öylece havada bırakarak…
Evet, hoca kendince bir sebepten rahatsızlık duymuş, konuyu kapatmayı tercih etmişti. Bana düşen onun bu tercihine saygı duymaktı. Ben de öyle yaptım ve bir daha herhangi bir girişimde bulunmadım. Bugün, aradan yıllar geçtikten sonra bu hadiseyi aktarmamın nedeni, ne doğrudan kendisini eleştirmek ne de içimde kalan bir ukdeyi okurla paylaşmak. Derdim, her zamanki gibi bir şeye işaret etmek, bunu yaparken de bir noktadan yola çıkmak; dolayısıyla aktardığım olay, bağlamı kurmak için bir vesile sadece.
Yıllar sonra Arabesk kitabım üzerinde çalışırken Leylâ ile Mecnun’un müziklerinden de söz etmiş, müzikal ve edebi açıdan bazı tespitlerde bulunmuştum. Konuyla ilgilenen okurlar kitabın kapağında da filmin afişi olduğunu hatırlayacaklardır. Gönül isterdi ki gerek Gencebay’ın genel tavrı ve oyunculuğu gerek filmin müzikleriyle ilgili yönetmeninin görüşlerine de yer verebilmiş olalım. Maalesef ne bu ve benzeri soruların yanıtlarına ne de Leylâ ile Mecnun’u bir Halit Refiğ filmi (tabii eğer bunu söyleyebilirsek) yapan unsurların neler olduğu bilgisine sahibiz. Nitekim bugüne kadar Refiğ’nin yaşamını anlatan bir belgeselde veya kendisiyle yapılmış bir röportajda da filme dair en ufak bir yoruma rastlamadım. Yine de kıyıda köşede kalmış, gözümden kaçmış bir şey varsa ve birisi paylaşırsa büyük bir memnuniyetle yanıldığımı söylerim.
Malûm, hepimiz tercihlerimizle yaşıyoruz, bu hususta büyük lâflar etmenin lüzumu yok. Ne var ki bazen tercihlerimiz başkalarını da yakından etkiliyor. Yaptığımız işler söz konusu olunca, hele ki sanatın bir alanında çalışıp üreten ve ürettiğini toplumla paylaşan biriysek durum “basit bir tercih” olmanın ötesine geçiyor. Sanatın ve sanatçının sınırlarını yeniden tartışacak değiliz. Yine de uzlaşabileceğimiz bazı noktalar var; onlardan biri de dünyanın her yerinde olduğu gibi yaşadığımız toplumda da kültür tarihimizi oluşturan öğelerin bir yandan değişip dönüşürken bir yandan da yaşamın doğal akışı içinde yitip gittiği.
Tümüyle bunun önüne geçmenin imkânı yok. Fakat elimizden geleni yapma gayretinin çok gerisinde olduğumuzu da kabul etmemiz gerekiyor. Bu kısa yazıda ele alamayacağımız çeşitli nedenleri varsa da en önemlileri arasında “kişisel tercih” ifadesinin arkasına gizlenmiş, kendiyle ve yaptığı işle barışık olamama hâlinin doğurduğu ketumluğun önemli rolü olduğunu söylemek gerekiyor. Hemen yanı başımızda duran, hâlen nefes alıp veren ve bizimle paylaşabileceği çok şeyi olan insanların farkına varamayışımızı; yahut sonsuza dek yaşayacakları hissine kapılarak vaktimizi saçma sapan işlerle heba edip gözümüzün önünden kayıp gitmelerini izleyişimizi de buna eklediğimizde başka sebeplere gerek kalmıyor zaten.
20. asrı siyasi ve kültürel açıdan bir geçiş çağı olarak tanımlamak herhâlde yanlış olmaz. Bu devrin kültürünü, sanatını ve ilmini bizzat deneyimlemiş, onları yaşadığımız çağa aktarabilecek insan sermayesini büyük ölçüde yitirdik; kalanların ise 21. asrın ikinci çeyreğini çıkarabilmeleri mümkün değil. Uzunca bir zamandır yalnızca tüketmekle meşgûl olduğumuzu düşünürsek; tüm bunların ve sanatın insanlık için öneminin farkında olanların her zamankinden çok daha gayretli olmaları gerekiyor.
Bugün pek azımızı rahatsız eden kuraklığın, fazla değil, yüzyılın ortasında kültürü ve sanatı koca bir çöle çevirmesinin önüne bir nebze de olsa bu gayretlerle geçebiliriz.
*
Spotify: Orhan Gencebay’ın Kervan Plak’tan çıkan Leylâ ile Mecnun albümü
Uğur Küçükkaplan’ın Arabesk kitabını BURADAN satın alabilrsiniz.
Uğur Küçükkaplan’ın son kitabı Türk Beşleri tanıtımı BURADA.