Bora Çeliker ile NRGZD ve Ankara Caz Festivali
Besteci, gitarist ve vokalist Bora Çeliker, 28. Uluslararası Ankara Caz Festivali kapsamında 22 Kasım 2024‘de, basta Oğuz Alp Erdoğmuş ve davulda Mustafa Kemal Emirel‘den oluşan üçlüsüyle birlikte Türk Amerikan Derneği’nde sahne alacak. Bunu fırsat bildik, Bora Çeliker’le Ankara geçmişi, NRGZD, blues kökleri ve caz kariyeri de dahil birçok konuya değinecek şekilde muhabbet ettik. Konser için biletinizi şuradan temin edebileceğinizi not edeyim ve sizi bu uzunca ama keyifli sohbetle baş başa bırakayım.
■
Turgay Yalçın: Konserin başlığındaki NRGZD nedir?
Bora Çeliker: Energized kelimesinin sessiz harfleri. İki farklı göndermesi var. Ankara Caz Festivali, her sene farklı bir tema seçiyor biliyorsunuz, bu yılki tema Cazın Enerjisi. Özlem Oktar Varoğlu, sağ olsun, beni enerjik bir insan gördüğü için bu yılki festivale davet etti. Fahri Ankaralıyım, severek kabul ettim. Aslında biraz da telkin ve temenni olarak düşünülebilir, yani festival ve hazırlık süreci kendi grubum, kendi müziğimle ilgili bir enerji takviyesi olur diye düşünüyorum.
Şöyle ki, 2022’den bu yana sabit bir ekiple benim müziklerimi çalageldik. Festivalde birlikte çalacağımız Mustafa Kemal Emirel davuldaydı. Zaman zaman bir üflemeli de katılıyor ve quartet oluyorduk. Çoğu kez Barış Ertürk çalıyordu. Bazen de sevgili Maya Muz’un katılımıyla piyanolu programlar yapıyoruz. Kontrabasta ise Aydın Balpınar’la bütün projelerde birlikte çalıyorduk. Hem benim projelerim hem de eşlik ettiğimiz şarkıcılarınkiler ya da diğer enstrümantalistlerinkiler olsun, birçok projede birlikte yer alıyorduk.
Hiç beklemediğimiz bir şekilde Aydın’ı kaybettik, geçtiğimiz Mart ayında aramızdan ayrıldı. Hepimiz üzerinde çok ağır bir etki yarattı ve çok büyük bir boşluk hissi oldu. Çok sık bir aradaydık o dönemler. Önceden verilmiş sözler, angajmanlar vardı. Genç arkadaşımız Oğuz Alp Erdoğmuş katıldı ve sezonun son konserlerine bu ekiple çıktık.
Turgay Yalçın: Sonra da yaz sezonu başladı. Son dönemde nerelerde sahne aldınız?
Bora Çeliker: Mayıs ayından itibaren de pazar sabahları düzenli olarak İzmir Özdere’de Club Marvy’de, Ozan Musluoğlu ile duo çalmaya başladık. Alışık olmadığım bir tempo, sabah erkenden kalkmak, uçmak, Ateş Tezer abimin tabiriyle Süpermen gibi, bir kahve içip ufak bir şey atıştırıp bir buçuk saat program yapmak….
Sonra Ark Alaçatı isminde Ozan Musluoğlu’nun bir arkadaşının mekanında dinletiler yapmaya başladık. Küçük bir sahnesi var ve çok lezzetli yemekler sunuyorlar. İstanbul’da da işler devam etti. Yani yaz boyunca yoğun bir tempo ile çalıştım.
Turgay Yalçın: Yoğun ama daha light bir tempo.
Bora Çeliker: Evet, caz kulübü ya da konserde çalmak gibi bir his değil, repertuvar da farklı. Açık uzun doğaçlamalara fazla yer vermeden icraları kısa tutmak zorundasınız. Aslında yaz boyunca yaptığımız programlardaki repertuvarı çalmaktan da büyük keyif alıyorum, ayrı bir zevki var. Ama tabii ki tekrara da giriyor ister istemez, enerjimizin düşmesine de neden olmuyor değil.
Bu uzun yaz döneminin ardından Ankara Caz Festivali konseri yeni sezona güzel bir başlangıç olacak, özgürce doğaçlamaya imkan verecek şekilde kendi müziğimi yapmaya geri dönmek enerjimizi olağan seviyesine geri döndürecek. Bu nedenle de NRGZD, energized kavramını kullanmak istedim.
Turgay Yalçın: Sizi İstanbul’dan önce Ankara tanıdı. 30 yıl öncesinin Ankara’sı nasıldı?
Bora Çeliker: Evet, liseden sonra, üniversite okumak için 1995 eylül ayında İstanbul’dan Ankara’ya taşındım. Benim için çok heyecan verici bir deneyimdi, 18 yaşında ailemden ayrı bir eve çıktım. Şehrin bana göre hala en güzel semtlerinden olan Çevre Sokak/Farabi taraflarındaki Nergis Sokak’ta oturuyorduk. Manhattan evime yaklaşık 75-100 metre mesafedeydi. Ankara’ya taşındığım ilk günün akşamında direkt Manhattan’a gittim. Salı gecesiydi, sahnede Blues Express vardı, sonradan tüm grup üyeleriyle arkadaş oldum ve yıllarca aynı sahneleri paylaştık. Vokalde Alper Cengiz, gitarda Süleyman Bağcıoğlu, basta Caner Üstündağ ve davulda Utku Ünal vardı. Salı akşamı olmasına rağmen kulüp tıklım tıklım doluydu.
“Bilkent, Ankara’da yaşamak için bir bahane gibiydi, esas okulum Shades ve ‘90’lar Ankara canlı müzik sahnesiydi.”
Ankara’nın kışları soğuktur, ama sosyal hayat, kafeler, dükkanlar ve özellikle şehrin benim vaktimin çoğunluğunun geçtiği Kavaklıdere, Çankaya ve Kızılay tarafları hem mekanları hem de insanlarıyla bende hep çok sıcak hisler uyandırır.
Fransızca hazırlık okuduğum ilk sene okula servisle gidip geliyordum, evden Tunus Caddesi’ne yürüyüp servise biniyordum sabahları, o kuru soğuktan ellerim kanardı, sonradan krem sürmem gerektiğini öğrendim.
Çok iyi gruplar ve canlı müzik mekanları vardı, bir de tabii Tunalı Pasajındaki mabedimiz Shades Müzik. Okul haricindeki zamanımın çoğunu orada geçiriyordum, yalnızca Ankara simidi ve karton meyve suyuyla beslenip tüm harçlığımla CD alıyordum. Süleyman Özyıldırım’la sohbet eder, grup ve müzisyen tavsiyeleri alır, çaldığı örnekleri dinlerdim. Bir çok düzeyli dinleyici ve müzisyenle de orada tanıştım.
Bilkent Ankara’da yaşamak için bir bahane gibiydi, esas okulum Shades ve ‘90’lar Ankara canlı müzik sahnesiydi. İTÜ Evi vardı mesela, İTÜ mezunlarının kurduğu bir lokal. Orada Boogie People’ı dinlemeye gidiyordum, sonra Mehmet Ali Acet’le tanıştım, mızıka çaldığımı öğrenince beni sahneye çağırdı, bir iki parçada çaldım, çok hoşuna gitti. Sonrasında gittiğim her programda beni sahneye davet etti.
O kulüpte başka müzisyenlerle de tanıştım, Café Bien ve kaledeki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin karşısındaki Pandora isminde mekanda çaldım. Benden yaşça büyük ve tecrübeli birçok müzisyenle arkadaş oldum ve birlikte müzik yaptım.
Benim gibi İstanbul’dan gelen bazı arkadaşlarım ya da okulda tanıştığım İstanbulluların çoğu Ankara’ya ısınamadılar, her fırsatta İstanbul’a gidiyorlardı, her hafta sonu gidenler bile vardı. Ama ben hiç aramadım İstanbul’u, okulda da çok vakit geçirmezdim zaten. Bir sene Fransızca hazırlıktan sonra lisans eğitimimi 4 senede tamamladım ve 2000 senesinde mezun oldum, ama 1.5 sene daha Ankara’da kalmaya devam ettim.
Kuğulu Park’ın oradaki simitçi ve kestaneciler, Seğmenler parkı, Botanik Park, Göksu Restaurant, Körfez Lokantası, Washington Restaurant, Rumeli İşkembecisi, Beykoz, Aşiyan, Kıtır Piliç, Hacı Arif Bey, Gölbaşı’ndaki Chez Le Belge, El Torito, Arjantin caddesindeki kafeler, Cambo köftecisi, ‘Aspava’lar, Güven Park ve Farabi alt geçidinin oradaki seyyar köfteci ve midyeciler, RV restaurant, Atatürk Orman Çiftliği Lokantası ve çevresindeki piknikler, Ambrosia sandviç, Ankara Operası, Kavaklıdere ve Akün sinemaları, Papazın Bağı, Karum, İtfaiye meydanı, Sakarya caddesi ve dönemin sürekli çaldığımız Manhattan, Tenedos Café, Xir, Gölge Bar, Eski Limon, Jade, Café Bien gibi mekanları, aklımdan çıkmayan lezzetler ve sımsıcak anılar çağrıştırıyor bana…
Turgay Yalçın: The Crawling Snakes ve King Bees de bu dönemde ortaya çıktı. Blues’da size çekici gelen neydi?
Bora Çeliker: Bu gruplar aslında benim müzik serüvenimin doğal uzantıları. Çocuklukta evde sürekli çalan Frank Sinatra, Nat King Cole, Shirley Bassey, Tom Jones, Yves Montand ve Charles Aznavour plakları, bir yandan da evdeki kalabalık rakı sofralarında söylenen Türk Sanat müziği şarkıları, Ferdi Özbeğen, Sezen Aksu, Samime Sanay, Muazzez Abacı plaklarını duyduktan sonra, ilkokul 5 sınıfta Elvis Presley’i merak ettim. Annemlere söyledim, gittik bir kasetini aldık ve takıntılı bir biçimde o kaseti dinlemeye başladım. 1 ay sonra başka bir yerde bir kasetini daha bulduk, bahsettiğim 86-87 senesi. Sonra bir video kasetini bulduk ve ben gerçek bir Elvis fanatiği oldum.
Sabahları kalkıp saçımı briyantinliyor, saçımı onun gibi tarayıp okula gidiyordum. Annemden videolarda gördüğüm kıyafetleri istiyordum. 5. sınıfta okuluma 1 saat kadar uzaklıktaki yazlığımızda oturuyorduk, sabahleyin okula giderken arabada Elvis kasetini dinliyor, akşam okuldan dönüşte yine arabada aynı kasedi dinlemeye devam ediyordum. Eve gidip müzik sesine kulaklığı bağlayıp evde de dinlemeye devam ediyordum.
“Bluesun folkloru, dönemsel ve bölgesel nüansları, hikayeleri ve tınıları beni çok heyecanlandırıyordu, bu heyecanı dinleyicilere aktarma fırsatı bulduğum için çok şanslıydım.”
Ortaokul başlayınca yeni arkadaşların da etkisiyle Elvis saplantımdan bir şekilde sıyrılıp, Bon Jovi, Def Leppard gibi grupları dinlemeye başladım. Sonra bir sene içerisinde Metallica, Slayer, Megadeth, Anthrax gibi trash ve speed metal gruplarına yöneldim.
Aynı yıl annemler bana bir klasik gitar aldılar ve Bakırköy’deki Önder Bali müzik kursunda gitar derslerine başladım Bir yandan bahsettiğim metal gruplarını dinlerken, bir yandan da onların öncüsü kabul edilen The Yardbirds, Led Zeppelin, Deep Purple gibi grupları ve daha da önemlisi Jimi Hendrix’i keşfettim. Tabii o zamanlar internet yoktu, Blue Jean dergisinin Heavy Metal sayfaları, nadiren bulup, satın alabildiğimiz Metal Hammer, Kerrang dergileri, Stüdyo İmge’nin yayınladığı kitaplar çok önemli kaynaklardı bizim için. Bir de Bakırköy’de plaklardan kaset çektirdiğimiz iki adres vardı; postanenin yanındaki Burak Stüdyo ve daha sonra İncirli caddesindeki rahmetli Hakan Yürüsün’ün Eloy müzik dükkanı.
İlk grubumuzu ilkokuldaki en yakın arkadaşım Oğuz Ardal ve Yeşilköy Yeşilyurt’tan arkadaşımız Orçun Baştürk ile beraber mahallede kurmuştuk. O zaman elektro gitarımız yoktu, para biriktirip Bakırköy’de bir prova stüdyosu kiralıyorduk. Orada bize döküntü elektro gitarlar ve distortion pedalları veriyorlardı, ses sistemine direkt bağlayıp cayır cuyur seslerle çalıyorduk. Hurda bir Cümbüş davul vardı, Orçun da onu çalıyordu. Metallica cover’ları yapıyorduk, Orçun’un söylediği bir iki Misfits parçası da hatırlıyorum.. Bir kaset de vardı orada kaydettiğimiz, kim bilir ne olmuştur. Birkaç sefer üst üste gittik, çok hevesliydik o döküntü aletlerle çalmaya. İsim koymadığımız bu grupta birlikte çaldığımız Orçun daha sonra Oğuz’un Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nden sınıf arkadaşları Barkın Engin ve Gökçe Akçelik’le birlikte Replikas’ı kurdu.
Ortaokul ikinci sınıfta ailem bana elektro gitar aldı. Okul orkestrasında çalıyordum, en yakın arkadaşım Yiğit Güner de orkestrada bas çalmaya başlamıştı. Bir yıl sonra Yiğit’in çocukluk arkadaşlarıyla birlikte The Hot Duck adında bir rock grubu kurduk. Kendi prova mekanımız vardı, her haftasonu buluşup saatlerce çalıyorduk. 12 Şubat 1994 günü babamın çocukluk arkadaşı Ahmet Ünverdi’nin 1000 kişilik sinemasında Metallica, Guns ‘n’ Roses, Nirvana ve Led Zeppelin parçaları çaldığımız bir konser verdik. Kendi çabamızla 450 bilet satmayı başardık.
Aynı yıl yayımlanan Jimi Hendrix – Blues isimli toplama CD blues’a yönelmemde çok etkili oldu. CD’nin kapağındaki illüstrasyonda Hendrix’in ilham aldığı bluescuların fotoğrafları vardı, kartonette yorumladığı parçalarla ilgili bilgiler ve kapaktaki müzisyenlerin listesi vardı. Birer birer kayıtlarını toplamaya başladım. Her bulduğum kaydı defalarca dinliyor, gitar soloları tüm nüanslarıyla kulaktan çıkarmaya çalışıyordum. Orta sondan beri Aerosmith ve Led Zeppelin’in etkisiyle mızıkayla da haşır neşir olmuştum. Sanırım gayem çalmayı çok sevdiğim enstrümanın izini sürmek, ilk kullanıldığı kayıtlara ulaşıncaya kadar araştırmaktı.
Ankara’da geçirdiğim ilk yıl bütün iştahımla devam ettim müziğin izini sürmeye. Daha önce de bahsettiğim gibi Shades Müzik’ten çıkmıyordum, sürekli CD’ler kasetler topluyor, mekanlara gidip müzisyenlerle tanışıyor, zaman zaman sahnelerine misafir oluyordum.
Ortaokul orkestrası ve The Hot Duck’ta birlikte çaldığım arkadaşım Yiğit, mikrobiyoloji okumak üzere Tucson Arizona’ya yerleşmişti, ona öğrenmesi için bir şarkı listesi gönderdim, birkaç tane de cd sipariş ettim. 1996 yaz tatilinde önce Ankara’ya geldi, birkaç günlük provadan sonra Bodrum, Turgutreis’te Blues Bar isimli kulüpte 1,5 ay kadar program yaptık. Grubumuza The Wailin’ Cats ismini verdim. Çoğunluğu İngiliz olan müşteriler bizi çok sevdiler, haftanın 6 gecesi çalıyorduk.
Sonbaharda tekrar Ankara’ya döndüm ve Hacettepe Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim üyesi olan sevgili Nihat Ülner ile tanıştım. Nihat, bir süre Mehmet Ali Acet’ten ders almış, Boogie People’da bas çalmıştı. Bas ve davul çalan iki öğrencisiyle bir grup kurma niyetindeydi, kendisi de ritim gitar çalacaktı. Solo gitar çalacak birisini arıyorlardı, bir de solist tabii… Hacettepe Amerikan futbolu takımında oynayan bir öğrencisi de mızıka satın almış, öğrenmeye çalışıyordu, biraz ilerletince gruba katılacaktı. Tanıştık ve bir kez buluşup birlikte çaldık, joker eleman gibi hem solo gitar çalıyor, hem şarkı söylüyor, hem de mızıka çalıyordum. Böylelikle Ankara’daki ilk grubumuzu kurmuş olduk. Sömestr tatilinde basçı Merih Kocabay ve davulcu Emre’yle bir hafta kadar annemlerin yazlığında kamp yaptık. Yiğit’le yazın Turgutreis’te çaldığımız repertuara yeni parçalar da ekledim. Şubat ortasında Olgunlar sokaktaki Sinema Bar’da ilk programımızı çaldık, gruba, John Lee Hooker parçasından esinlenerek, The Crawling Kingsnakes ismini verdim. Deneme mahiyetinde yaptığımız program çok beğenildi, barın sahibi her çarşamba çalmamızı istedi.
“30 yıldır sahne alan bir müzisyenim, kimsenin dinlemeyeceği bir üçüncü albüm için maddi manevi zorluklara katlanmak, sonrasında kariyer anlamında da bir ivme olmayacağını bilmek cesaretimi kırıyor.”
Çok bilinmeyen blues şarkılarını, dönem ve yörelerin nüanslarına sadık kalarak yorumluyorduk. İlk zamanlar babamın şık takım elbiseleriyle sahneye çıkıyordum, salaş mekanda soundumuz, kılık kıyafetimizle fark yarattık. Bizi dinlemek için Sinema Bar’a bir çok kalburüstü müzisyen gelmeye başladı. Aynı dönem Nihat’ın lise arkadaşı organizatör Hakan Erdoğan’ın vasıtasıyla Fransız Kültür Merkezi sahnesinde bir konser verdik. Mehmet Ali Acet bizimle programın büyük bir kısmında davul çalacağı ‘Blues Union’ bir isimli proje yapmak istedi, birlikte Saklıkent’te çalmaya başladık.
Sonra bir akşam Sadık Sağlam Sinema Bar’a geldi, müziği çok beğendiğini söyledi ve benimle birlikte bir grup kurmak istediğini söyledi. Boogie People, Fender Blenders ve daha birçok grupta bas çalarken izlemiştim onu, bu yeni grupta gitar çalacağını söyledi, davulda Nusret Gürs’ü düşünüyordu, basa da The Crawling Kingsnakes’te birlikte çaldığım Merih’i çağırdık. 1997 sonbaharında Nene Hatun caddesinde ismini hatırlamadığım bir stüdyoda yaptığımız tek prova sonrasında Manhattan’da ilk programımızı çaldık. Bu kez gruba Slim Harpo’nun I’m A King Bee şarkısından esinlenerek The King Bees ismini verdim. Grup çok beğenildi, sağda solda benden “40 yaşlarında bir gitarist, acayip çalıyor” diye bahsediyorlardı. Aslında tam 20 yaşındaydım, ama takım elbise, bıyık, ve ‘40’lı, ‘50’li yılların müziklerini yorumlamam böyle bir algı uyandırmış olmalı.
Nusret ve Sadık Ağabey Ankara’nın çok sevilen müzisyenleri idi, her ikisi de geçmişte müzisyenliğin yanı sıra kulüp işletmeciliği yapmıştı. Çevreleri genişti, bu sayede The King Bees’le o dönemin en gözde kulüplerinde çalmaya başladık. Çaldığımız şarkıların çoğunu kimse bilmiyordu, ama üslup, kılık kıyafet ve enerjimizle ilgi çekmeyi başardık. T – Bone Walker, Freddie King, Clarence Gatemouth Brown, Little Walter, Jimmy Rogers, Guitar Slim, Lazy Lester, Chuck Berry ve Elvis şarkılarıyla Xir, Jade, Manhattan ve Tenedos Café’de hafta sonu grubu olarak program yapıyorduk. Bu mekanların çoğu Çankaya, Kavaklıdere bölgesindeydi, belli bir kesim ve yaş grubuna hitap ediyordu. Sonra ben Kızılay, Sakarya caddesi üzerinde bulunan SSK iş hanındaki Gölge Bar’da bir program ayarladım. Burası diğer çaldığımız mekanlara kıyasla daha salaş ve hesaplı bir yerdi. Gençler ve üniversite öğrencileri dolduruyordu mekanı. Bizim grubun enerjisi daha çok rock, hatta Türkçe sözlü rock dinleyen bu kitleyle de bir şekilde uyuştu, bizi çok sevdiler ve perşembeleri çalmaya başladık. Fakat bir süre sonra Nusret ve Sadık ağabey Gölge’nin kimi zaman 3 set süren programları, iptidai ses sistemi ve ekipmanından biraz yoruldular, çaldıkları başka gruplar da vardı, bir yandan da gündüz işleri, aile hayatı vs. derken, Gölge Bar’da çalmaya ara verdiler. Diğer mekanlarda devam ediyorduk, hatta Tenedos Café’de çaldığımız programdan görüntüler eşliğinde röportajlarımızla Ctv kanalında yayınlanan Oktav adlı müzik programına konuk olduk.
Ben bu arada Gölge Bar ve yine gençlere hitap eden başka adreslerde çalmaya devam etmek için The Jukes isminde bir side project başlattım, bu aslında Little Walter’ın 1952 yılında hit olan enstrümantal single’ının ismiydi, Walter, Muddy Waters’ın grubunda çalarken kaydettiği bu parça tutunca, gruptan ayrılıp solo kariyere yönelmişti ve plaklarda ona eşlik eden grup Little Walter and his Jukes olarak geçiyordu. Bu grupta ikinci gitarı 1996 yılında Ankara kalesindeki Pandora’da ilk düzenli sahne tecrübemi yaşamama vesile olan tecrübeli müzisyen Ali Metin Can, davulu ise Fransız Kültür Merkezindeki konserden itibaren Emre’nin yerine The Crawling Kingsnakes’e katılan Oğuz Erdin çalıyordu. Onlarla parçaları daha detaylı ve aslına yakın yorumluyorduk. Nusret ve Sadık ağabey rahatsızlandıklarında veya iş seyahatine çıktıklarında Ali Can ve Oğuz The King Bees’e de destek veriyorlardı.
The King Bees daha göz önünde bir gruptu, Oktav haricinde başka televizyon ve radyo programlarından davetler aldık, canlı yayınlara katıldık, festivaller, üniversite partileri, özel etkinliklerde sahne aldık. Ankara Caz Derneği’nin radarına da girmiştik, 1999’da ODTÜ Caz Günleri’nde (şimdiki Ankara Caz Festivali) yer aldık. Aynı yıl çarşamba akşamları düzenli olarak İstanbul Beyoğlu’nda, Mojo isimli kulüpte program yapmaya başladık, sonra Kadıköy’deki Shaft’ten de teklif geldi ve iki haftada bir perşembe akşamları da orada çaldık. Çok güzel zamanlardı.
Bluesun folkloru, dönemsel ve bölgesel nüansları, hikayeleri ve tınıları beni çok heyecanlandırıyordu, bu heyecanı dinleyicilere aktarma fırsatı bulduğum için çok şanslıydım.
Turgay Yalçın: Kariyerinizde caz ve blues hala yan yana. Blueseum | Bora Çeliker Blues Trio olarak bir şarkı yayınladınız: She Moves Me. Tümüyle blues yorumlarından oluşan bir albüm planınız var mı?
Bora Çeliker: Olası telif gelirlerinin bir kısmından vazgeçerek müzik platformlarına ücretsiz dağıtım hizmeti veren bir firmayı denemek için yüklemiştim o parçayı.. Aslında her ay çaldığımız programlardan kayıt alıp bunları bir albüm haline getirmek kolayca kotarabileceğimiz bir iş. Daha bugün Ergin de benzer bir düşüncesini paylaşmak için aradı beni.. Muhtemelen yaparız..
Turgay Yalçın: Blues çalarken müziğin yıldızı ve esas adamı iken, caza geçince -doğası gereği- grubun eşit üyesi oldunuz. Siz mi değiştiniz ve cazın çekimine kapıldınız yoksa caz mı sizi değiştirdi?
Bora Çeliker: Değiştiğim kesin, ama dinlediklerim, okuduklarım ve yaşadıklarım bu değişimin kaynağı..
Blues müziğine baktığımızda, 1930’lardan günümüze form ve müzikal malzeme açısından fazla değişmediğini söyleyebiliriz. Fakat cazda 5 ila 10 yılda bir farklı akım ve stillerin geliştiğini görüyoruz.
Baştaki motivasyonum swing dönemi cazının bluesla kesiştiği alanı keşfetmekti. Jump blues, swing ve rockabilly çalan, armonik olarak da geleneksel blues ve country blues’dan biraz farklı duyulan gitaristlerden etkilendim. Sonra kulağım o kayıtlarda çalan diğer enstrümanlara da yönelmeye başladı. Önce nefesli sazlara ilgi duydum ve Benny Goodman, Lester Young, Artie Shaw, Cootie Williams, Coleman Hawkins, sonra Charlie Parker, Dizzy Gillespie, Art Pepper, Lee Konitz, Wardell Gray, Sonny Rollins, Chet Baker, Dexter Gordon, John Coltrane, Miles Davis.. Daha sonra piyanistlere ilgi duymaya başladım Lennie Tristano, Bill Evans, Keith Jarrett, Paul Bley, Herbie Hancock, Chick Corea cazın kronolojik gelişimini takip ettim uzun bir süre.. dinleyip, çalmaya uğraşıp 1960’ların ortasına kadar geldikten sonra, tüm dönemlerden farklı akımları dinlemeye ve beğenmeye başladım. Artık kronolojiden bağımsız, daha non-linear algılıyorum müziği..
Bir önceki soruda kariyerimden blues ve cazın hala yan yana olduğunu söylemiştiniz, aslında 2003 – 2015 arası neredeyse hiç blues programı çalmadım, bu türde müzik de dinlemedim.. Bu yıllarda John Mayer, Joe Bonamassa, Josh Smith, Tomo Fujita ve Kirk Fletcher gibi gitaristler blues ve blues rock tarzı müziklerle hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşmışlar.. Ben o aralar caz müziği evrimin izini sürmekle meşguldüm..
Yıllar sonra Ergin Özler beni arayıp, Bekar sokaktaki Ağaç Ev’de The Glooms grup adıyla yaptıkları programları birlikte çalmamızı teklif edinceye kadar genre olarak blues’dan uzaktım.. Lise yıllarımdan, üniversite ikinci sınıfa kadar, ilgilenmiş, araştırıp çalmayı öğrenmiştim, sonra da birkaç sene keyifle sahnede icra etmiş, ama esas odağımı caza yöneltmiştim.
Esas adam, yıldız ve grubun eşit üyesi karşılaştırmasını da aslında bence bu iki müzik icrasındaki farkla açıklayabiliriz. Blues’da çoğu zaman şahsi dertler, cinsellik, sömürü, ayrılık, ihanet, geçim sıkıntısı vs.den bahseden bir şarkı söylüyor, sonra da gitar, mızıka, hammond org vs. gibi enstrümanlarla anlattıklarımızın biz de uyandırdığı hisleri dışa vurmaya yönelik, genelde formüle dayalı ve otomatize müzikal jestler içeren doğaçlamalar çalıyoruz. Çoğu durumda şarkıyı söyleyen ve enstrümantal doğaçlamayı yapan aynı kişi oluyor, hikayeyi o anlatıyor, diğer grup elemanları ona eşlik ediyorlar. Cazda sözlü müzik blues’daki gibi baskın bir orana sahip değil, tamamen soyut kavramlar üzerine bestelenmiş enstrümantal bir tema olabilir veya sözleri olan bir parçayı enstrümantal çalmayı tercih edebiliriz. Çalarken de grupta tek bir kişinin bağıra bağıra yaptığı bir monolog’dan ziyade, tüm müzisyenlerin birbirlerini dinleyerek sohbet gibi bir anlatımı benimsemeleri bana heyecan veriyor. Tabii sohbetin düzeyi ve seyri, müzisyenlerin deneyim, ustalık, yaşam tecrübesi ve gustosuna göre şekilleniyor.. Yıllardır farklı ortamlarda bu tür müzikal sohbetlerde yer alsam da, daha yeni yeni sohbeti dinlenir bir müzisyen olarak görmeye başlıyorum kendimi..
Turgay Yalçın: Janusz Szprot ve Tuna Ötenel’le birlikte çalışmak size neler kattı?
Bora Çeliker: Heyecan ve tecrübe… Janusz sesime ve stilime uyacağını düşündüğü parçalar önerirdi.. Bazen setlist yaparken yakın tempo ve stillerde veya aynı tonda parçaları peşpeşe koyduğumda beni uyarırdı.
Tuna Ağabey’le de çok güzel sohbetlerimiz oldu, program çıkışı bazen onu Şiringölköy’deki evlerine bırakırdım, evden bir kaset getirirdi, arabada oturup müzik dinler, biraz da demlenirdik. Birkaç kez Cinnah caddesi üzerindeki Berliner Kafehaus’ta duo çalmıştık, “East Of The Sun’ı öğren beraber çalalım” demişti, o günden beri çok severek çalıp söylerim.. Alan Ginter’ın Amerika’ya döneceği zaman Hilton otelinin altındaki Murphy’s Dance Bar’da bir veda etkinliği düzenlendi. Alan, Tuna Ağabey ve ben house band’deydik, bir set çaldık, ikinci set de öğrenciler ve müzisyen arkadaşların katılımıyla jam session’a devam edecektik. Arada içki almak için bara gittik, barmen bize ikram içki hakkımızın dolduğunu söyleyince, Tuna Ağabey “Gel!” dedi, otelin karşısındaki Tekel’den bir şişe cin aldık, barmenden buz ve tonik istedik, gece boyunca onu içtik, kalanı da eve götürdük.
1998 – 2001 arası onlarla çaldığım programlarda caz repertuarı açısından form takibi, armoni ve duyumla ilgili çok eksiğim olduğunun farkına vardım, tamamen kulaktan ve sınırlı akor bilgisiyle yapılabilecekler de sınırlıydı.
Turgay Yalçın: Alaylı dönemin ardından mektepli oldunuz. Bilgi’nin ortamı nasıldı ve kapanması sizce caz alemimizde ciddi bir boşluk yarattı mı?
Bora Çeliker: 2001 Şubat’ında İstanbul’a döndükten sonra, bir yandan Mojo ve Shaft’te The King Bees’in yeni versiyonlarıyla düzenli programlar yaparken, bir yandan da kendi kendime Charlie Parker transcription’ları çalışıp bir şeyler öğrenmeye uğraşıyordum. Q Jazz Bar’da yapılan jam session’lara da katılıyordum.
Sonra Bilgi Müzik yüksek lisans programı açılacağını duydum, sınava girdim. Can Ağabey ve Ali Ağabey vardı seçmelerde, tek başıma Embraceable You çaldım, sonra da Ali Ağabeyin eşliğiyle hızlı bir rhythm changes. Can Ağabey biraz dinledikten sonra durdurdu ve “Güzel şimdi bunu yavaş çal bakalım” dedi. Zorlandım tabii, alışmışım hızlı tempoya, otomatiğe bağlayıp çalıyorum bir şeyler, Can Kozlu orada çok güzel bir müdahale yaptı, saydığı tempoda çalmak kesinlikle ustalık gerektiriyordu. Kabul edildim ve okul 2003 bahar döneminde başladı.
“Kurumsal eğitim eskisi kadar vazgeçilmez değil. Bilgiye ulaşmanın çok çeşitli yolları var. Son yıllarda yetenekli ve istekli arkadaşların çok genç yaşta, donanımlı ve olgun birer müzisyen olarak sahnedeki yerlerini aldığına sıklıkla şahit oluyoruz.”
Bilgi Müzik’le şimdiki okullar arasındaki fark biraz akademik kadro ile alakalı olabilir. Bilgi’nin kadrosu çok genişti, Ricky Ford, Donovan Mixon ve James Lewis cazın anavatanından gelen, farklı tecrübelerle donanmış isimlerdi. Neşet Ruacan, Nükhet Ruacan, Nilüfer Verdi, Can Kozlu, Aydın Esen, Ali Perret, Selen Gülün ve Cengiz Baysal seksenli ve doksanlı yıllarda Amerika’da Berklee College Of Music, New School gibi okullarda eğitim görmüşlerdi. Tuna Ötenel, İmer Demirer, Kamil Özler, Raci Pişmişoğlu, Volkan Hürsever ve Erkan Oğur gibi duayenler de kadrodaydı. Akademik bilgilerini bir kenara bırakalım, onlar ‘70’li yıllardan itibaren Türkiye’de caz müziğine yön veren müzisyenlerdi. Bu isimlerin haricinde klasik ve çağdaş müzik tarafında İlhan Usmanbaş, Ayşe Özbekligil, Jeff McAuley ve Müge Hendekli, müzik yazarlığı, sanat felsefesi gibi konularda da Francesco Martinelli ve rahmetli Hüseyin Bahri Alptekin vardı kadroda.. Bugünün şartlarında böyle bir okul kurmak mümkün olur mu bilmem.
Ama söylediğim gibi artık kurumsal eğitim eskisi kadar vazgeçilmez değil. Bilgiye ulaşmanın çok çeşitli yolları var. Son yıllarda yetenekli ve istekli arkadaşların çok genç yaşta, donanımlı ve olgun birer müzisyen olarak sahnedeki yerlerini aldığına sıklıkla şahit oluyoruz.
Turgay Yalçın: Borabook (2012) ve Ters Yüz (2018) olmak üzere iki albümünüz var. Üçüncü bir caz albümü için çok bekleyecek miyiz? Yoksa her şeyin alt üst olduğu günümüz müzik aleminde albüm yapmak imkansız ya da anlamsız hale mi geliyor?
Bora Çeliker: Bana kalsa o albümleri de yapmazdım, Burak’ın itelemesiyle oldu biraz.. Ama hoşnutum, ikisi de güzel tecrübelerdi.. Kaydetmek istediğim birkaç yeni bestem var aslında, ama neredeyse 30 yıldır sahne alan bir müzisyenim, kimsenin dinlemeyeceği bir üçüncü albüm için maddi manevi zorluklara katlanmak, sonrasında kariyer anlamında da bir ivme olmayacağını bilmek cesaretimi kırıyor.
Turgay Yalçın: Ankara Caz Festivali konseriniz için bir repertuvar planladınız mı?
Bora Çeliker: Evet, eski ve yeni bestelerimi çalacağım, birkaç tane de vokalli standard olacak.
Turgay Yalçın: Sevgili Bora, Ankara’nın yakın dönem sanat ve müzik dünyasına dair anılarını bu kadar berrak bir hafızayla paylaşmış olmandan ötürü çok mutlu oldum. Teşekkür ederim.
Bora Çeliker: Ben teşekkür ederim.
■
■ Besteci, gitarist ve vokalist Bora Çeliker, 28. Uluslararası Ankara Caz Festivali kapsamında 22 Kasım 2024’de Türk Amerikan Derneği’nde sahne alacak. Konser için biletinizi şuradan temin edebilirsiniz.
■ 28. Uluslararası Ankara Caz Festivali’nde Rustam Rahmedov Trio ile birlikte sahne alacak olan Meriç Çalışan ile röportajımızız burada.
■ 28. Uluslararası Ankara Caz Festivali programı ise şurada.