Bir Beyaz Gömlek, Bir Esinti ve Eternity And A Day
Bir Cumartesi günü. Üstümde beyaz gömlek var. Evden kendimi dışarı atmışım. İçim koşmak istiyor ama ayaklarım kendi ritminde beni dizginliyor. Müzik dönüyor kulaklarımda. Rastgele bir sırayla çalınıyor her şarkı. Sonra Eleni Karaindrou müzikleri arka arkaya denk geliyor kulaklarıma. Sırasıyla çalan Eternity And A Day: Hearing Time, By The Sea ve Eternity Theme müziklerinin sürükleyiciliğini duyuyorum.
Bir esinti vuruyor. Üstümdeki beyaz gömlek uçuşuyor, ben sanki kaldırımlarda süzülüyormuşum gibi hissediyorum. Filmi hatırlıyorum. Üstümdeki beyaz gömleği, bir heyecanın peşinden koşarken farkına vardığım ve hep bir şeylere denk gelen lekelerini düşünüyorum. Kendimce çocuk hevesiyle içine atıldığım meselelerde titreyen sesimi, terleyen avuçlarımı hissediyorum. Cümle göz kaçırmalarım, tüm görmezden gelinmelerim aklımın iplerini gevşetiyor. Düşünceler, kesik kesik sanki bir yerlere yetişmeye çalışıyor ya da bir şeylerden kaçırmıyormuş gibi birinden bir diğerine atlıyor. Müzik devam ediyor. Bir esinti daha vuruyor. Üstümdeki beyaz gömlek tekrar uçuşuyor. Bir arkadaşımın bana daha önce söylediği “her şey elbet geçer” cümlesi müziğin içine karışıyor, enstrümantal çalan müzik birden kendinden olmayan bir şekilde fazlaca şeyler söylemeye başlıyor.
Sinemaya giriyorum, sinemadan çıkıyorum. Film kötü çıkıyor, önemli değil. Eternity And A Day filmini düşünmeye devam ediyorum. Yokluğuna alıştığım bir duygudan bir kişiden mesaj alıyorum, bir çocuk gülümsemesine denk geliyorum. Ben de kocaman gülümsüyorum. Sonsuzluğu o anın içine sığdırmak istiyorum. Her şey yolunda, her mesafe avuçlarımda can alıp verebiliyor bunu fark ediyorum ve gün boyunca bu farkındalığı yanımda taşıyorum. Sonsuzluğu o günün içine hapsetmek istiyorum. Başkalarına ve kendime bakışımın şeffaflaştığını hissediyorum. Sonsuzluğu o bakışı attığım pencere arkasında zapt etmek istiyorum. Bir beyaz gömlek ve bir esintiye denk gelen müziğin sürükleyiciliği beni kocaman bir dünya hissiyatıyla meydana getirilmiş bir filmin peşine takıyor. Hepsi geçiyor. Yarın olmak zorunda. İmkanlar yarının içinde de soluk alıyor. “Sonsuzluk Ve Bir Gün” imkanını ıskalamamak için bu filmi düşünüyorum. Şimdi onu yazıyorum, yakında da bu yazı okuyanın olacak. Belki birlikte bir esinti hissederiz, ne dersiniz?
Zaman Bir Çocuk, Deniz Kenarında Deniz Kabuklarıyla Oynayan
Eternity And A Day ölümcül hastalığa yakalanan Alexander isimli şairin son gününde, sokakta tanıştığı küçük bir Arnavut çocukla hikayesini anlatır. Son gününü yaşayan yaşamla, geçmişle, gelecekle mücadelesi olan bu adamın yolu yaşamın henüz başında tüm bunlardan habersiz bir çocukla kesişir. Alexander kendi mücadelesini verirken bir yandan da çocuğu başka ellere, bilinmez sokaklara teslim etmemek için elinden geleni yapar.
Theo Angelopoulos göçler, kayıplar, arayışlar ve hayal kırıklıkları ile bezenen filmlerinde zamanı bir nevi yay gibi kullanır. Gelecek; şimdi ile geçmişin, zaman ve mekanın daralmasından oluşan bir zaman dilimine dönüşür. Kullandığı plan sekanslarla geçmişi, şimdiyi, geleceği bir çizgi üzere koyan Angelopoulos, karakterlerini zamanın içinde yolculuğa çıkarır.
Angelopoulos, Theo’nun Bakışı belgeselinde şöyle demiştir: “İnsanlık serüveninin tarihsel yaralarını tekrar tekrar ele alıyorsam, tarihten gereğince ders alınmadığı, geçmişteki olaylar, travmalar, unutulduğu ve insanlar aynı hataları kadermişçesine tekrar yaşamak zorunda bırakıldığı için… Geçmiş hakkında konuşmaya çalışarak ve bugünü geçmiş üzerinden anlatarak, yaşanmış deneyimlerin işe yaramadığını, geçmişin kanlı izlerini yeniden kanattığımızı anlatmaya çalışıyorum. Bu da kendi içinde bir trajedidir.”
“Büyükbabam diyor ki, zaman bir çocukmuş, deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan.”
Her Yarın Sonsuzluk ve Bir Gün Kadar
Dünyaya ben yaşayabildim diyebilmek için çırpınıp duruyoruz. Her yer evimiz gibi her eyleme muhtaçmışız gibi davranıp kendimizi yalandan bir girdabın içine hapsediyoruz. Birbirimizin zamanlarından çalarak hayatlarımıza dahil oluyoruz. Bildiğimiz sokakları bilmediğimiz bir sağa, görmediğimiz bir sola saparak onları birer labirent haline getirdik. Bilmek isteme, bir şeyler yapma çabası, dünyada iz bırakma hevesi hayal etme gücümüzü elimizden alıyor. Başka diyarların hevesini kursağımızda hissetmek için bazen bilmemek en iyisi. Küçük bir anı aramalı, küçük bir anı kovalamalı bir çocuk gibi. Ya da en kötü ihtimalle onun peşinde koşarken çocuk olmayı ummalı. Ufak bir karşılaşma yeter daha itinalı yaşamaya. Zamanın içinde yaşamanın ağırlığı üzerimize yapışmış durumda. Bazen bir leke gibi bazen de üzerimizde açan bir çiçek gibi. Geçmişin acı hatıraları şimdinin buruk sevinçleri oluyor.
Tüm bunlar, gelecekte de aradığımız geçmiş ve mutluluk sebeplerimiz olacaklar. Hepsi aynı çizgi üzerinde. Yaralar, şifalar ve atılacak adımlar aynı çizgi üzerinde. Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın dediği gibi “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında“. Zaman kavramı olmadan bir hayat mücadelesinde kendimizi tanımlamamız ve varlığımızdan bahsetmemiz zorlaşır. Zaman bu yüzden omuzlarımızda ve zihinlerimizde büyük yük olur. Düne, bugüne ve geleceğe hükmettiğimiz düşünür, bunun gerçek olmasını umarız. Dün ve yarın, bugünün içini kemiriyor. Aslında bugün elimizdeki tek şey. Dünde kalanla hesaplaşmak ve yarının gelmesini sağlayacak şey bugün.
Hepimiz yaşamayı, ancak bekleyecek hiçbir şeyimiz kalmadığında öğreniyoruz. Bazen ne bedene ne de zamana söz geçirebiliriz. Argadini (çok geç) dememek lazım çünkü her yarın sonsuzluk ve bir gün kadar sürecek…