Akbank Caz Festivali

Atatürk’ün En Seveceği Şarkılar: Bir Artifişıl İntelıcıns Masalı

Bir mûsıkî türü taşıdığı mûsıkî değerleriyle savunulabilir ancak; Atatürk’ün dinlediği şarkılarla, türkülerle değil. Köklü, zengin bir mûsıkî geleneğinin devlet adamlarının iradesine sığınmaya çalışması kendini küçümsemesi demektir. Türk mûsıkîsi kendi haysiyetini yarattığı değerlerle savunabilirdi; bu mûsıkîyi temsil edenlerin bunu başardıklarını söylemek çok güç. Buna karşılık, gene büyük bir sanat olan Batı mûsıkîsinin de Atatürk’e ihtiyacı olmaması gerekir. Batı mûsıkîsine bağlanan insanlar da Atatürk’ten söz etmeden mûsıkî zevklerini savunabilmelidirler. Mûsıkî tartışmalarının göndergesi Atatürk, devrimler ve devlet olmamalıdır artık. Mûsıkînin kendi zemininde ve yalnız bu zeminde yürümenin zamanıdır. Hiçbir büyük devlet adamı hiçbir büyük sanatçıdan daha büyük değildir. Bach ile Beethoven’ın da, Itrî ile Dede Efendi’nin de Atatürk’e ihtiyaçları olamaz. Ars longa vita brevis!”

Bundan yirmi yedi sene önce yayınlanan Atatürk ve Mûsıkî başlıklı makalesinde işte tam da böyle diyordu Bülent Aksoy. Böyle deme ihtiyacı hissediyordu zira. Aynı duruşu sergilemenin, aynı nesnel yaklaşımı gösterip gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymanın neredeyse imkânsız hâle ge(tiril)diği günümüzden tamı tamına yirmi yedi sene önce…

Peki o günden bugüne, Aksoy’un işaret ettiği, ülkenin müziğinin ve kültür tarihinin gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri olan bu hususta bir şey değişti mi? Kaç kişi şu paragrafta anlatılan ideolojik zafiyetin farkına varıp onu kabullendi de zihnine vurulmuş prangadan kurtulma cesaretini gösterebildi? Ülke, geride bırakılan yirmi yedi yıl içinde bilim etiğinden haberdar olan, hakikate ulaşma yolunda nesnelliği düstur edinmiş kaç akademisyen, kaç araştırmacı çıkarabildi?

Hemen söyleyelim: Bir avuç! Eh, bir çiçekle bahar gelmez misali, onların varlığı da bilimin ve sanatın bu topraklarda yeşerebilmesi için yeterli olamadı; görünüşe bakılırsa bundan sonrası için de pek mümkün değil.

Bu ciddi ve kasvetli girişin ardından dilin ayarını birazcık gevşetiyor ve başlığın cazibesine kapılıp bağlantıya tıklayan, fakat beklenmedik giriş nedeniyle yüzünü ekşiten okurları da mutlu etmek üzere sadede geliyorum. Yalnız öncesinde küçük bir açıklama yapmama müsaade ediniz lütfen.

Çalışmalarımı yakından takip edenler bilir; tek derdi üzüm yetiştirmek olan bir adam olarak bağcılarla pek işim yoktur. Dolayısıyla bir fotoğrafa bakarken kişilerden ziyade kompozisyona odaklanır, insanları da kendi kişilikleriyle değil, kompozisyonun bağlamı içindeki konumlarına göre değerlendiririm. Özetle kişi değil olay odaklı bir yaklaşımı benimserim ve bunu yaparken de daima ödevime çalışırım. Böylece konuyu şahsileştirmeden olayın özünü kavramaya gayret ederim. Bu husustaki titizliğime rağmen farklı niyetlerle yaklaşan; konuyu ilmi sınırların dışına çıkararak şahsileştirme çabası içinde olanlar her zaman çıkar. Yine de gönül ister ki kimse böyle bir gaflete düşmesin.

İzleyenler hatırlayacaklardır; yaklaşık iki hafta önce Atatürk’ün En Seveceği Şarkılar adlı on bir dakika yirmi dört saniyelik bir “belgesel” videosu önümüze düştü. Tanınmış bir markanın sponsorluğunda hazırlanmış videonun açıklama kısmında yazana göre proje, akademisyenlerin, yapay zekâ sanatçılarının ve müzik araştırmacılarının dört aylık yoğun çalışmaları neticesinde ortaya çıkmış. Bu açıklamadan oldukça kalabalık bir ekibin çalıştığı izlenimi doğsa da videoda “Atatürk’ün en seveceği şarkıları” belirlemek üzere bir masada toplanmış dört kişiyi görüyoruz. Aralarındaki diyalogların ve projeyle alâkalı görüşlerinin ilmi/sanatsal değerini ve derinliğini, Allah selâmet versin demekle yetinerek izleyicilere bırakıyorum. Gelelim esas soruya; peki bu dört kişi şarkıları hangi yolla belirlemiş? Heh, işte zurnanın zırt dediği yer de burası.

Tabii ki “ai” yoluyla. Eşek anırma nidası olan “ai”den bahsetmiyorum elbette; hani şu ey-ay dediğimiz şey canım. Hâlâ mı anlayamadınız? Yahu artifişıl intelıcıns işte. Peki anlaşıldı illâ ki Türkçesini söyleteceksiniz; “yapay zekâ”dan bahsediyorum. Şimdi kafaları fazla karıştırmadan olayı özetlemeye çalışıp ardından değerlendirme kısmına geçelim.

Meselenin özü, videonun başında da söylendiği üzere, Atatürk’ün sevdiği [kabul edilen] bazı şarkıların ortak özelliklerinin yapay zekâ aracılığıyla tespit edilerek aynı özelliklere sahip başka şarkılarla eşleştirilmesi. Bu yolla Atatürk’ün en seveceği şarkılara ulaşılabileceğini savunan bir grup insan işe koyulmuş ve günün sonunda bir çalma listesi ortaya çıkmış. Bunun teknik açıdan ne ölçüde mümkün olduğuna geçmeden önce, aslında yazının bundan sonraki kısmını beyhude bir çabaya dönüştürecek şu soruyu sormak gerekiyor:

Peki ama böyle bir şeye gerek var mı?

Mavi ekrana geçmeyenlerle küçük, küçücük bir not (!) düşerek devam edelim. Yapay zekâya bu işlemi yaptırırken dikkat edilmesi gereken iki önemli husus var. İlki, şarkılar arasında ilişki kurulacak ortak özellikler saptanırken hangi şarkıların esas alındığı ve kaç tane örnek seçildiği; bununla bağlantılı olarak, bugüne dek yazılmış sözlü ve çalgısal müziklerden ne kadarının (tür ayrımı yapmaksızın) veri tabanına dahil edildiği. İkinci nokta ise bu ortak özellikler saptanırken baz alınan teknik parametrelerin ne kadar sabit ve ölçülebilir olduğu.

Atatürk’ün sevdiği müzikler ağırlıklı olarak geleneksel Osmanlı Türk müziği çatısı altında yer alan; 19. yüzyılın ikinci yarısında Hacı Arif Bey (1831-1885), Şevki Bey (1860-1891) gibi bestecilerle başlayıp 1930’lu yıllarda Saadettin Kaynak (1895-1961) ve Selahattin Pınar (1902-1960) gibi isimlerle devam eden süreçte klasik yapısının dışına çıkarak değişime uğramış olan şarkı formundaki eserlerdir. İlâveten Rumeli türkülerini de sevdiği söylenir. Dolayısıyla teknik parametreleri değerlendirirken merkeze koyulacak müzikleri doğru saptamak gerekiyor.

Videoda da geçen “perde”, “gürlük”, “tempo” ve “ritim” gibi kavramlar her ne kadar müziğin temel ölçütleri arasında olsa da, müziğin türüne ve tarzına göre içerik ve yoğunluk bakımından farklılık gösterir. Nitekim gerek teknik ölçütler gerekse çalgısal ve vokal icra açısından standart kalıplara sokulabilecek bir yapısı olmadığından, geleneksel musikiyi ölçülebilir değerlerle ifade etmek pek mümkün değildir.

Batı müziğinden farklı olarak perdelerin hayli değişken olduğu makam müziğinde frekanslar tümüyle sabitlenemez. Gürlük de geleneksel musikide karşılığı olan bir kavram değildir; sözlü ve sözsüz eserler icradan icraya, hatta icracıdan icracıya değişen geniş bir sonorite aralığı içinde seslendirilir. Aynısı tempo için de geçerlidir; Batı müziğindeki gibi standartize edilmiş birtakım hız sınırlarından bahsetmeye imkân yoktur. Ritim de usûl denilen çeşitli kalıplar üzerine oturur. O nedenle videoda zikredilen melez yapıdaki popüler şarkıların ritmik yapılarıyla usûller içinde kurgulanmış şarkıları karşılaştırmak teknik açıdan doğru ve gerçekçi olmaz.

Bir de hâlet-i ruhiye konusu var ki sınırlarını çizip beğeniye olan etkisini kesin ve ölçülebilir verilerle ortaya koyabilen kişi direkt peygamberliğini ilân edebilir. Bu alanın muğlaklığı ekibin de kafasını karıştırmış olacak ki şarkıların karakterini anlatmak için kullanılan “ağır”, “oynak”, “kıvrak” ve “hareketli” gibi aslında daha çok tempoya işaret eden terimlerin ruh hâlini yansıttığı yanılgısına düşülmüş. Oysa ki bunun, müziği alımlayan kişinin ruh hâli üzerinde doğrudan nasıl bir etki uyandırdığını bilmemize imkân olmadığı gibi, oluşan etkinin değişmez olduğunu iddia etmek de olanaksız.

Tıpkı hâlet-i ruhiye gibi sınırları muğlak olan bir diğer unsur ses rengidir. Bunu yiyecekler üzerinden anlatabiliriz. Sözgelimi bir yemeğin tadını tarif ederken kullanılan sözcükler bellidir; genellikle tatlı, tuzlu, acı veya ekşi diyerek lezzetini anlatmaya çalışırız. Oysa bunlar daha çok o yemeğin içinde hangi malzemenin baskın oluğunu gösterir. İş lezzetin kendisini tarif etmeye gelince diller lâl olur; zira yediğinin tatlı olduğunu söyleyen birine tatlının nasıl bir şey olduğu sorulduğunda alınan cevap genellikle aynıdır: Tatlı işte. Anatomik özelliklerden mimiklere dek birçok unsura bağlı olarak şekillenen ses rengi de parmak izi gibidir. Hem herkeste farklı hem de tarifi güçtür. Bunun, sayısız uyarıcıya bağlı olarak değişkenlik gösteren ruh hâli üzerindeki etkisinin ne ölçüde saptanabileceğini de size bırakıyorum.

Tüm bunlara, ismi geçen şarkıların farklı dönemlere ait olup altyapılarında sentetik seslerin kullanıldığı, dijital ortamlarda icra edilerek kaydedildikleri bilgisini de eklediğimizde karşımıza bambaşka bir tablo çıkacağı açık. Örnekleri çoğaltıp ayrıntılara girmek mümkünse de bu kadarı kâfi. Meselenin siyasi ve kültürel boyutuna dair de bir iki kelâm edip yazıyı sonlandırayım.

Müziği, amaçladığı toplumsal dönüşüm programı bağlamında kültür politikalarının vitrinine koyacak kadar önemsemiş; bu uğurda tanıdığı, sevdiği müziğin kültürel bağlamını yitirmesine cevaz vermiş; genç bestecileri yurt dışına göndererek kendilerini geliştirmelerini sağlamış; ilk Türk operasını bizzat sipariş ederek kurumsal ve bireysel ölçekte müziğin, sanatın önünü açmış bir liderin vefatından seksen beş sene sonra, kıymeti kendinden menkul bir projeye imza atarak onun yaklaşımı ve gayretiyle en ufak bir ilgisi olmayan çıkarımlarda bulunmak, tek kelimeyle izaha muhtaç.

Videonun sonunda yapay zekâyla elde edilen verileri değerlendiren ekibin yorumlarını, tüm iyi niyetimizle, hoşluk olsun diye yapılmış fakat amacına ulaşamamış kötü bir şaka olarak ifade etmiş olalım. Zira birbiriyle alâkası olmayan onca isim ve şarkıdan bahsedildikten sonra, listeye Mozart’ın Alla Turca’sının giremeyişinin hayal kırıklığını, teselli ikramiyesi kabilinden Sezen Aksu’nun Alaturka’sının sevinciyle dengeleyen bir anlayışa başka türlü tahammül edebilmenin bir yolu yok.

Sevgi dediğimiz duyguya eşlik eden ve yanına en çok yakışan kavram hiç şüphesiz ki saygı; gerçekten sevdiğimiz insanlara mutlaka saygı da duyarız, çünkü bu kavramlar bir elmanın iki yarısı gibidir.

Aralarında fersah fersah mesafe olmasına karşın sevgiyle en çok karıştırılan kavram ne tuhaf ki fetişizmdir. Fetişizme eşlik eden, onunla vücut bulan duygu ise saplantıdır. Maalesef bunlar zihnin rasyonel ve mantıklı işleyişini engelleyen duygulardır.

Fetişizm ve saplantının en zararlı, en tehlikeli hâli ise fetişize edilen kişinin ya da kavramın bir ideoloji veya siyasi görüşle maskelenip meşrulaştırılmasıdır. Bu kişiler amaçlarına ulaşmak için gerçeği eğip bükmekten çekinmeyecekleri gibi, sözde değer verdikleri ilmi kendi hastalıklı fikirlerine ve seküler tercihlerine kalkan yapmakta da bir beis görmezler.

Ne acı ki yaşadığımız toplumun önemli bir bölümü yıllardır bu illetin pençesinde gerçeklikle olan bağını her geçen gün biraz daha yitiriyor ve maalesef artık onlar için yapılabilecek bir şey yok.

*

Uğur Küçükkaplan’ın Dark Blue Notes’daki yazıları.

Atatürk’ün En Seveceği Şarkılar Spotify listesi.

Uğur Küçükkaplan

Müzikolog, piyanist ve müzik eğitimcisi. Arabesk, Türkiye'nin Pop Müziği ve Türk Beşleri isimli üç kitabı yayımlandı.

Uğur Küçükkaplan 'in 21 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Uğur Küçükkaplan ait tüm yazıları gör

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir