Akbank Caz Festivali

Argos Dergisi ve Rock Tarihine Bir Bakış

Esin Hamamcı, 1980’lerin imza dergilerinden Argos’ta yer alan Rock Around The World dosyasındaki yazıları ve Plak Kapaklarında Rock adlı incelemeyi arşivden çıkarıyor, günümüz okurlarına tekrar hatırlatıyor.

Dergilere bayılan ve mütevazı bir süreli yayın koleksiyonuna sahip birisi olarak Dark Blue Notes’daki bu yazımda Türkiye’nin en önemli kültür-sanat dergilerinden Argos’a değinmek istedim. Daha doğrusu burada yayımlanan bir rock müzik soruşturması dosyasını tekrar hatırlamak… Dergilerde müzik arşivini kazdığım bir önceki yazımda Forum dergisinde İlhan Mimaroğlu’nun müzik yazılarına yakından bakmıştık. Şimdi ise Argos’ta yapılan müzik yazılarına bakalım.

Argos dergisi, aslında kendinden önce yayımlanan kültür-sanat dergisi Gergedan’ın yayın hayatının sonlanması üzerine çıkar. Gergedan’da da bir müzik köşesi bulunmaktadır. Argos’a geldiğimizde derginin ismi değişse de yazar ve yayın kadrosunda büyük bir değişiklik olmadığını görürüz. İlk sayısı Eylül 1988’de çıkan dergi, toplamda 44 sayı devam eder. Kültür-sanat, edebiyat mecmualarının, dergilerinin, genel adıyla süreli yayınların Türk edebiyatının, kültür-sanatın tarihî gelişimine her dönemde bir katkısı vardır. Yazar Tuncay Birkan’ın da belirttiği üzere, dergiler Türkiye’nin modernleşme serüveni hakkında dahi ipuçları verir. 1980’lerde yayımlanan Argos dergisinin ve bu zamana gelene kadar kültür birikiminin yine dergiler vasıtasıyla geliştiği ya da dergiciliğin bu alana epeyce katkısı olduğu muhakkaktır. Argos da, günümüze dahi tesir etmiş, önemli yazarların, düşünce insanlarının kaleminden izler bırakan bir etki yaratmıştır.

Argos Dergisinin Kuruluşu

Argos dergisi, Eylül 1988’de yayın hayatına başlayıp Nisan 1922’ye kadar çıkan kırk dört sayılık bir dergidir. Dergi, sanat ve edebiyat hayatına dair yayımladığı yazılarla literatüre de pek çok katkıda bulunmuştur. Döneminin kültür sanat cemiyetini barındıran kadrosuyla sanat ve edebiyatın daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Şiir, hikâye, sanat incelemeleri, özel dosyalar, her ay gerçekleştirdiği fotobiyografiler ve makaleleriyle her açıdan çok zengin bir dergidir.

Argos, Yunan mitolojisinde Truva Savaşı’ndan önce yaşayan kahramanlar topluluğu olan “Argonatlar”a ait geminin adıdır. Mitolojide Argonotlar kahramanlıklarıyla anılır ve adlarını, gemileri Argos’tan alır. Derginin ilk sayılarında Argonotlar hakkında da yazılar bulunmaktadır. İlk sayısının kapağında da mitolojide temsil edilen geminin simgesi bulunmaktadır.

Derginin başlıca politikası kültür ve sanata ağırlık vermektir. Bu nedenle kadrosu ve içeriği de buna göre şekillenmiştir. Yayın yönetmeni Enis Batur olan dergi şu sloganla çıkar: “Biz demiri aldık, gidiyoruz, bizimle gelenleri bağrımıza basarak. Tam yol ileri! Karada kalanlara Selam(!) olsun!

İlk sayısında Demir Alırken başlıklı ve A.S. imzasıyla yayımlanan yazıda derginin serüveni anlatılır. Burada kaliteden ödün vermemek adına dostlarıyla düşman olduğunu ancak yine de güçlü bir kadroyla önemli dergiler çıkardığını yazar. Fakat bazı “küçük beyinciklerin” dergileri ‘Türkiye için fazla lüks’ bulduklarını ve yayımlanmaması için elinden geleni yaptıklarını söyler ve şöyle ekler:

Sonunda da amaçlarına ulaşmışlar. Korkmasınlar artık onlar için sandıkları alanda bir tehlike oluşturmuyoruz. Ama hiç bilmedikleri ve hiç beklemedikleri bir alanda son derece ciddi bir tehlike oluşturmaya devam ediyoruz: Eğer bu kez ARGOS tutarsa, eğer peş peşe çıkaracağımız öteki iki dergi RAPSODI ve BOOM, istediğimiz hedeflere ulaşırlarsa, yani Türkiye’de birçok alanda çoktan kanıtlanmış olan şey basın alanında da kanıtlamış olursa, yani kaliteli şeylerle de para kazanılabileceği hatta daha çok para kazanılabileceği anlaşılırsa, yandılar demektir, hem de çıra gibi çünkü onlar her şeyi üretebilirler; ama kaliteyi, asla!”

Gergedan’dan sonra Argos’un tutulmamasından da korkarlar. Aynı kadro ile devam etmek istediklerini, kadronun dağılmasını istemediklerini söylerler. Bu giriş yazısı niteliğindeki başlangıcı yazan kişi ise derginin genel müdürü Ali Saydam’dır. Enis Batur, kaleme aldığı Seyir Defteri yazısında ise şöyle yazar:

Güneş Yayınları adına Mehmet Ali Yılmaz’la ARGOS hakkında görüşürken, onun özerk yayın politikasının dokunulmazlığından çok geleceği üzerinde durduk. Yayın politikamızın özerkliğinin tartışılacak bir yanı yoktu; bir buçuk yıl boyunca okur önünde sınanmıştı. Tersine, ARGOS’un geleceği bağlı, bağımlıydı. Yolculuk uzun, serüvenler yakıcı, Altın Post ‘a doğru dümen kırmak kaçınılmazdı. Söz alındı, söz verildi.

Argos’un ebatları 23×29.5 ve birinci hamur basımdır. Derginin ana zemini her sayıda siyah olmakla birlikte, kapakta dikdörtgen içerisinde yer alan görsel, sayılara ve dosyalara farklılık gösterir.

Rock Around The World

Dergi, dördüncü sayısında bir Soruşturma bölümü açar. Dosya konusu ise Rock‘tır. Rock soruşturmasında Yavuz Baydar “Ana Caddenin Sürgünleri” yazısıyla, Burak Eldem “Müzik Sonuçta Müziktir”, Murat Ertel “İiii”, Cumhur Okan ve Demet Bilgen “Punk, Dark ve New Wave” ve Murat Beşer “Rock, Tavır Aldığı Mekanizmanın Bir Parçası” başlıklı yazılarıyla yer almaktadır.

Yine bu sayıda “Şiir” bölümünde Küçük İskender, Sina Akyol, Bedri Gencer ve Guiseppe Ungaretti’ye rastlarız. “Hikâye” bölümünde Cem Akaş’ın “Tanrıların da Burnu Kaşınır” ile Karen Blixen’in “Yenilmez Köleciler’i” vardır. “Edebiyat Kuramı”nda Lucien Goldmann’ın “Roman Sosyolojisine Giriş” yazısının çevirisi, “Sanat” bölümünde Ferit Edgü’nün Yüksel Arslan’ın son resimleri üzerine yazısı, Mehmet Ergüven’in 1980’lerde Nuri İyem’i anlattığı yazısı ve ayrıca Canan Beykal’ın “Mustafa Ata’nın Kyldopsları” ile “60’lardan Bugüne Plak Kapaklarında Rock” yazısı yer almaktadır. “Fotobiyografi”de ise bu sayıda Güner Sümer yer alır. Daha birçok önemli ismin imzasını attığı kıymetli yazıların olduğu bir sayıdır.

Rock: Yumuşak Makine

Argos’un Aralık 88’de yayınlanan dördüncü sayısındaki“Rock Around The World” soruşturma dosyasında Yavuz Baydar’ın “Ana Caddenin Sürgünleri” yazısı yüzyılımız insanının varoluşunun her geçen gün bulanıklaştığını söyleyerek başlar. Bu yazı, soruşturmanın en geniş kapsamlı yazısıdır, sayfalarca süren yazıda rock tarihi ele alınır. Sinemada dönemin ışıltılı rock ruhunu yansıtan en iyi filmin ise Antonioni’ye nasip olduğunu söyleyerek konuyu “Blow-Up” filmine getirir. Filmdeki meşhur sahneyi hatırlatır. Fotoğrafçı Thomas’ın, çiftin buluşmasını fotoğrafladığı görüntülere bakarken yaşadığı kuşku… Thomas kendini 1966’lı yılların cıvıltılı Londra sokaklarında bulur. Bir kapıdan içeri girer ve sahnede bir grup gözümüze çarpar: The Yardbirds. Arka kısımda, davulda Jim McCarthy, önde gitaristler vardır: Jimmy Page ve Jeff Beck. Sahnede gitatın parçalanışına tanıklık ederiz bu sahnede. Baydar, yazısında bu sahneden bahseder ve sahneyi, “bütün yalnızlığı ve belirsizliği içinde taşımasıyla Rock’un bireysel ve toplumsal bir eda olarak açık seçik bir özeti” olarak tanımlar ve sorar;

Neyi görmüştür Antonioni burada? Batılı bireyin derin bunalımı/ amaçsızlığı mı? Bir Black-Out mu? İstencin körelmesini mi? Ya da içinde yaşanan an’ın özverili bir gülümsemeyle kendine dönüşünü mü?”

Rock olayının temel bakış tarzını ise bu cevaplarda arar. Film, bu değerleri yansıtmakta ve kavramsal olarak özdeşlik kurmaktadır. Savaş gibi acılı bir deneyimden sonra çürüyen dünyanın bilincine varan ve haykıran bireyin hikâyesidir.

Rock, sokak çocuğu, kent çocuğudur. Savaş yıkıntıları içinde çocukluğu geçenler, babalarını savaşta kaybeden, cepheden dönmeyen, dönenlerin ise bilinçdışına bastırmaya çalıştığı ‘harabe’yi hatırlar. Bilinçdışına itilenler bir isyanla dışarı çıkacaktır. Bu karanlık dünyanın rengi siyah olacak, “BLACK! BLACK!” diye haykıracaklardır. Baydar, yazısına 1950’lerin ortalarına doğru İngiltere’de biçim kazanmaya başlayan Rock’ın kaynaklarına inerek devam eder. Bu yazı on bölümden oluşan uzunca bir araştırma yazısıdır. Üçüncü bölümde Neil Young’ın “Broken Arrow”unun Rock Ruhu’nu içinde barındıran bir beste olduğunu söyler. Yazının devamında Neil Young’ın New York’a gelişinden, müzik dehasından bahseder.

Bob Dylan’ı ise “küstah ve asi bir ozan” olarak anar ve art arda çıkardığı albümlerle toplumu silkelediğini söyler. Stephen Stills, Dewey Martin, Richie Furay ve Bruce Palmer’in de aralarına katılmasıyla oluşan yaratıcı beşli, Batı Yakası’nda gelişen Rock’ın zemininde oturmaktadır. O sıralarda ise bölgenin egemeni The Beach Boys’tur. The Beach Boys, alışılmamış kayıt tekniklerini rock’a aşılarken müzikte bir pop-art etkisi yaratır. Ancak başkaldırıdan uzaktır. “Pet Sounds” adlı “uzunca” albümleriyle psychedelic akımının en yetkin örneklerinden birini veren “Kumsal Çocukları”nın en büyük rekabeti ise The Beatles’dır.

O dönemde sıkça sorulan sorulardan biri ise “Neden Vietnam’dayız?”dır. Her şeyin bayrak, vatan, millet uğruna yapıldığı iddia edilmektedir. Bunlar ise “kör inançlar” olarak görülür. 1960’ların kuşağına ışık gösteren yazarlar ise Ginsberg, Kerouac, Burroughts, Ferlinghetti, Kesey’dir. Zen ve Tao’dan beslenmektedirler. Ulusal kültürün yerini, bireysel kültür alır ve yavaş yavaş evrenin merkezi “bireyin bilinci”ne kayar. Böylece iki yeni grup doğar ve kaynakları Tibetian Book of Death’tir. İlki, adını yazar Ken Kesey’le birlikte yaşanan bir acid trip’ten sonra bulur: The Greatful Dead. Jerry Garcia, Bob Weir , Ron Pigpen McKernan, Bill Kreutzmann ve Phil Lesh’in omurgasını oluşturduğu hippie grubudur. Baydar, yazısında bu grubu anarken saatler süren konserlerinin renkliliğinden, zengin doğaçlamalarından bahseder. Bir diğer grup ise Jefferson Airplane’dır. Şarkıcı Marty Balin’in Paul Kantner ve Jorma Kaukonen’le kurduğu grup, kadın şarkıcı Grace Slick’in de katılmasıyla Batı Yakası’nın ikinci kalesi olur. Bu grup ise dönem kaygılarını, multimedya yaklaşımını sahnelere taşır.

“Blow-Up”taki Thomas, The Yardbirds’i izlerken önemli bir değişikliğin farkında değildir. Eric Clapton, yerini Jeff Beck’e bırakmış, yıllarca yankı yapacak dev bir projeye soyunmuştur. Clapton, kuşağının en yetkin gitaristi sayılır ve Cream ile rock’ta yeni bir çığır açar. Engelleri tek tek yıkarlar; blues ve rock arasındaki son uçurumlar da ortadan kalkar. Baydar, yazısında Cream’la birlikte üç gruptan daha bahseder. Biri “rock dünyasının üzerine bir meteor gibi akıp gidecek” olan Jimi Hendrix’tir. Hendrix’i Hendrix yapan ise İngiltere’dir. Animals’ın basgitaristi Chas Chandler vasıtasıyla Londra’ya getirilmiştir. Noel Redding (bas) ve Mitch Mitchell (davul) ile The Jimi Hendrix Experience’i kurar. Baydar, bunun için “birkaç ay içinde yalnızca İngiliz Rock elitinin değil Almanya, Fransa ve İskandinavya’nın da gözdesi haline geldi. Bu kırılgan görünüşlü, uzun parmaklı adamın tekniği öylesine göz kamaştırıcıydı ki benzerinin Rock’ta ancak yüzyıl sonra görüleceği söyleniyordu. Coltrane’inkini anımsatan armoni anlayışı, Miles Davis’e ‘keşke bir jazz müzisyeni olsaydı’ dedirtecekti. İstediği her sesi çıkartabiliyordu Hendrix gitarından. Elleriyle yetinmeyerek ağzıyla da çalıyordu. Sahnede gitarıyla sevişiyor, konserini gitarını yakarak bitiriyordu.” der. Hendrix, 18 Eylül 1970’te yüksek doz eroinden ölü olarak bulunur. Baydar’ın deyişiyle “Rock, kendi çocuklarını yemeye başlar.”

Yazının devamında dünyanın hemen her yerinde her kuşağın onlarla büyüdüğü The Beatles’tan bahseder ve “Rolling Stones, onlar kadar parlak zekâya sahip değillerdi.” diyerek Stones’u umursamaz, somurtkan, isyanın temsilcisi olarak adlandırır. Beatles ise güler yüzlü, müstehzi anarşizmi seçmiştir: “Dünyaya dilini çıkaran iki parçalı bir maskeydi onlar; bir yanı alaycı, öbür yanı küstah ifadeli bir maske.” Tho Who ile rock tarihine devam edilir. The Who, 1965’te kendisine, Beatles ve Stones gölgesinde kurtarılmış bir bölge arar. 70’lerde ise söz sahibi olacak isim Led Zeppelin olacaktır.

The Who’nun açtığı yolu Deep Purple izler. Ritch Blackmore’un yoğun titreşimli gitarından ve Ian Gillian’ın güçlü sesinden ilham alan beşli, önce sert ile senfonik arası bir ‘rock sound’u tutturur. Daha sonra gerilimi yavaş yavaş arttırır. Böylece heavy metal gruplarına öncülük eder. Rainbow, Whitesnake, Gillian gibi gruplar Deep Purple’dan doğar. Uriah Heep ise daha yumuşak ve esnek bir müzik çizgisinde ilerler ve Queen’e ilham olur.

Baydar yazısının yedinci bölümünde şöyle der;

Rock’un sanatsal ekseninin 1967’de Londra’nın psychedelic çevresinden gelen çabalarla oluşturulduğunu belirtmek gerekiyor. Rock’un ölümsüzleştirilme/sanat türü kılınma girişimi bu çevrede bütünleşen bir avuç avantgarde müzisyenden kaynaklanıyor. İçtenlik, coşku, deney açlığı, önyargısızlılık ve özgürlük tutkusuydu bu müzisyenlerin ortak paydası. Her Rock tutkununun kürkçü dükkânıdır bu çevre ve Traffic, Pink Floyd, King Crimson, Soft Machine ve Genesis’e, belli ölçülerde de Yes’e, birer rock grubundan da öte, sanat kuruluşu statüsü kazandırmıştır. 2000’lere giden müzik biçimini bu çevreden alacaktır.

Sekizinci bölümde “Rock: Terli Asfalt” adlı yazısıyla punk tarihine giriş yapar. Punk yıllarını hazırlayan iki grup vardır. The Doors ve The Velvet Underground. Deri ceketli, kara gözlüklü, donuk tavırlıdırlar. Özellikleri ise Beat uzantısı bir şiiri, tırmalayıcı elektroniği, Coltrane/Coleman kökenli free-jazz formlarını müziklerinde kullanmaları, umarsız bir eda takınmaları, modern insanın yabancılaşmasını, kötülüğe baş eğmesini, paranoyayı anlatacak olmalarıdır.

Buraya kadar erkek egemen bir dünyaya kapı araladık diyebiliriz. Baydar yazısının dokuzuncu bölümünde Janis Joplin’e, Patti Smith’e ve kadınlara ayrı bir parantez açar. Onu “Rock’un dişi pathos’unun dışavurumu” olarak tanımlar. Ve ekler: “Geri bakınca, erkeklerin duygusal derinliği yakalamada kadınlar kadar başarıya ulaşamadığı gibi bir düşünce sarıyor beni. Belki yanılıyorumdur, bilemem.”

Yine Patti Smith’i, “kapkara bir anarşizmle Rock’a can katan, “Wave” ya da “Radio Ethiopia” gibi albümleri hiçbir zaman eskimeyecek olan” şeklinde tarif eder. Chrisse Hynde ve Joni Mitchell’e de bu bölümde selam gönderilir.

Rock deyince gözler ister istemez 1960’lara çevriliyor. Baydar da o zamandan bugüne geniş bir çerçeve çizip dönüm noktalarını anlatıyor yazısında. Adeta rock tarihi üzerine kısa bir hap bilgi, küçük bir harita oluşturuyor gibi. Onuncu bölümde Roxy Music’i anıyor, David Bowie, Peter Gabriel, Bryan Perry’den, Talkings Head’den bahsediyor. Asıl Rock’ın 1980’lere New Jerseyli Bruce Springsteen’le aktığından, onların bir sahne sihirbazı olduğundan, Monterey, Altamont ve Woodstock’tan söz açıyor. Yazısında aynı zamanda Rock’un ruhunu besleyen felsefeden, dönemin toplumsal olaylarından, tarihî gelişimlerinden yani Rock’a zemin hazırlayan kültürel unsurlardan da alt zemin oluşturarak ilerler. Yazının en sonunda ise kronolojik olarak verdiği bir liste mevcuttur: “Ana Caddenin En İyi 25’i”.

Rock’ın Yakın Geçmişinden Gezintiler

Orhan Kahyaoğlu’nun “Rock’ın Yakın Geçmişinden Gezintiler” başlıklı üç sayfalık yazısı, Rock’ta hümanist-politik etkinliklerin ilk izlerinin görüldüğü Stevie Wonder’ın şarkılarından bahseder. Tarihi uzun sürmese de Punk, Batı kültürüne ve müziğine derin izler bırakmıştır. Çünkü 68’ kuşağının devamı sayılır. Kahyaoğlu’na göre “68’ ruhunun büyük oranda köreltilmesinde en önemli desteği sağlayan unsurun, güçlü teknolojik gelişmeyle yakın ilintisini yadsımak da, ne yazık ki mümkün olmuyor. Gerçi teknik, birçok yanıyla, yeni beğeni düzeylerini oluşmasını da destek olabilirdi. Ancak bu desteğin, belli bir sınıfın hegemonyası altında şekillenmesi, ideolojik kuşatıcılık gücünü de beraberinde getiriyordu.” der.

Müziğin 68’ ruhunun içinde biçimlenişi, deneysel ve yaratıcı kimliği, birkaç yıl sonra bambaşka şekilde karşımıza çıkacaktır. Radikal gençlik alt kültürleri oluşacak, ekonomiyi, endüstriyi eleştirecektir. Kural tanımayan giyimleri, estetiğe duydukları öfke, punk’ın kısa sürede yükselmesini sağlayacaktır. Sex Pistols adı ilk anılan isimlerden olacaktır. The Smiths’in popüler ve entelektüel kişisi olan Steven Morrisey ise değişik olabilmek için, hırpaniligin ve dağınık tavırların belirleyici olmadığına inanıyordu.

Kahyaoğlu, yazısına “video-müzik” başlıklı bir parantez açar. Burada 80’lerin ortasına gelmeden başlayan video-müzik-kaset patlamasından bahsedecektir. Rock’ın ilk yaygınlaştırıcısı olan long-play’ler 60’lerde modadır. 70’lerde kaset piyasası gelişmiştir. Sonrasında buna görsel boyut eklenir. Kasetlerin satış kârı gittikçe yükselmekte, plağın estetiği bir köşeye atılmaktadır. Plağın ölümü anlamına gelmese de rekabete bakılırsa bir süre kasetler önde gider, sonrasında buna walkman’ler ve compact disk’ler eklenir. Ancak yine görsel boyut eksiktir. Michael Jackson’ın patlama yapmasının ardındaki en önemli adımı Jackson, Rock’ın gerçek anlamda ilk büyük video filmini John Landes’in yönetmenliğinde çekerek gerçekleştirmiştir. Konser filmleri kimi grupların ödül almasını sağlamış, kimilerini ise star yapmıştır.

Kahyaoğlu yazısında 1980’lerin rock dünyasına kapı aralar. Siyah müzik okulu, Motown, siyah öfke… Karşımıza çıkan isimler ise Michael Jackson olacaktır. Michael Jackson’ın öne çıkan süreç nasıl işledi, toplumsal dalgalanmaları nasıl gelişti ve müzik dünyası nasıl bir isim ve özellik ararken Jackson’ı buldu? Bunlar incelenir. Satışı 30 milyona yaklaşan Thriller plağıyla, defalarca liste başı olan şarkıları Billie Jean, Beat İt, Wanna be Starting Something, PYT, Human Nature’la Jackson tahta kurulmuştur. Bir yandan ise Rock’ta yumuşak inişi sağlayan Lionel Riche’yle birlikte Diana Ross popüler müzikte başka bir kanadı üstlenir. Bir de “çok güzel olmasa da ince sesiyle başka bir idol olmayı başaran” Madonna yer almaktadır. Kahyaoğlu, yazısının devamında Rock’ta hümanist-politik etkinliklerden bahseder ve burada andığı isimler Stevie Wonder, Billy Joel, Clash, Bob Geldof, Ray Charles olacaktır.

Kahyaoğlu bu yazıyı Rock tarihinde bir gezinti olarak düşünmüştür ve tabii ismini anmadığı birçok ismin olduğunu belirtir. Ancak tema olarak önümüze serilen gerçeklik Rock müziğinin hemen tür türlere kapısını açmış ve yaşama biçimi olmaya aday bir gerçeklik olmasıdır.

Müzik Sonuçta Müziktir

Burak Eldem’in 2 sayfa süren yazısı “Müzik Sonuçta Müziktir”, bizi biraz daha Rock müzik kavramının tarihi gelişimi üzerine düşündürüyor. Rock müziğin tarihi, toplumsal tarihle de bağlantılıdır diyor. Kimi olayların tarihçesi, Rock’a yön verir. Önce planstasyonda çalışan köleler vatanlarından taşınıp kendine özgü ritimler üretip çalgılarla hüzünlü şarkılar söylediler diye bilinir. Bando artığı çalgılarla iç savaş sonrasının New Orleans’ındaki genelevleri şenlendiren garip bir müzik türer. Derken bu müzik “beyaz”ların hoşuna gider. Müzik ve lüks lokallere kadar girer. Arkasından sivil akıllı bir folk şarkıcısı Western ile karıştırır. Bu da startı verir. Kamyon şoförünün biri inanılmaz kalça hareketleriyle ve ses tonuyla yeni müziğin “star”ı olur. Liverpoollu dört serseri olayı Britanya’da patlatır, okyanusun ötesine uzanacak bir histerinin kahramanları haline gelir. Kimileri uzun LSD triplerinin ardından distorsiyonlu seslerle ürettikleri besteleri elektronik efektlerle süsler. Sonra biri çıkar ve birkaç yüzyıl öncesinin minstrellerinden kalan mirası yeni müziğin kural tanımaz küstahlığıyla kaynaştırır. Derken o küstahlık sinizm ile içli dışlı metropol lümpenleri tarafından “kutsallığa sövgü” biçimine sokulur. Elektro gitarların yırtıcı soloları ve teknoloji harikası synhesizer’ların uçuşları arasında kâh Marks’ın sakalı göründü, kâh Führer’in badem bıyıkları… Derken bu müzik türü on yıllar aşarak bugüne gelir.

Eldem, Rock tarihini bu şekilde anlatırken bilimsel sayılamayacak verileri kullanarak böylesi bir panorama halinde sunduğu ve bunun mümkün olduğu söyler. İlk blues örneklerinden punk-rock ve heavy metal’e dek uzanan bir süreci bu denli uçuşan kilometre taşlarıyla özetleyebileceği gibi, detaylar arasında da yitip gidilebilecek kırk yıllık öyküsü vardır. Bu çok daha kapsamlı bir araştırmaya girer ki, dallanıp budaklanacak bu serüven dünya tarihiyle de bağlantılıdır. Anglo-Sakson geleneğindeki minstrel olgusunu yakalar, İngiliz folk müziğine şöyle bir değinir, özgün Afrika ritimlerinin Yenidünya’da bir kez daha yeşerip Britanya baladlarıyla karşılaşmasından dem vurur, blues-country-western karışımını tahlil eder, savaş sonrası dünyanın hırçın yeni gençlerini Yitik Kuşak ve Beat Generation ile paralellikler kurarak inceler. Bu tarihî serüveni 1988’de anlatırken Türkiye’de Rock müziği tartışma gündemine taşıyıp sorgulanmasının, Türkiye’de alışık bir olay olmadığını söyler;

Daha bundan birkaç yıl öncesine dek “ciddi” tanımlamasına uyacak hiçbir gazete ya da dergi, Rock müziği magazinel değerinin ötesinde düşünmez ve dikkate almazdı. Şimdiyse işler biraz daha değişmiş görünüyor. Henüz parmakla sayılacak kadar olsa, Rock müzik üzerine düşünen, tartışan, inceleyen, izleyen kişilerin yazıları basında belirmeye başladı. Ne var ki diğer yandan dinleyicinin kalitesi özellikle son on yılda alabildiğine düştü. Eskiden büyük çoğunlukla Rock müziği background’u ile tanıyıp izlemeye çalışan, seçici insanlar dinleyici kitlesini oluşturdu. Şimdi ise yirminci yüzyıl tarihine ilişkin asgari bir ön bilgiye sahip olmadığı gibi bu yolda herhangi bir kaygı da duymayan, son derece depolitize edilmiş yeni bir kuşak “mass culture” endüstrisinin hedef kitlesi durumunda. İşin garibi, artık iyice azınlığı oluşturan 68 ruhunu tatmış insanların talepleriyle yazılıp çiziliyor Rock müzik ile ilgili yazılar, denemeler…”

20. Yüzyılın Klasik Müziği Rock’ın Yeni Müzikal Yaşam Formları: Punk, Dark ve New Wave

Cumhur Okan ve Demet Bilgen’in iki sayfalık ortak yazısı, rotayı Rock yaşam tarzına çeviriyor. Bo Didley, Chuck Berry, Little Richard için Rock’N’Roll’un ilk temsilcileri denebilir. Sonraki yıllarda The Beatles, Rolling Stones, Jimi Hendrix, The Doors, Yardbirds, Velvet Underground, The Stooges, Van Der Graaf Generator, King Crimson ve Led Zeppelin efsaneleri gelir. Okan & Bilgen, çocukluk yıllarında bu isimleri ülkemizde yan feodal etiğin egemen olduğu geleneksel kültür ve aile yapısı nedeniyle, Beat kuşağının müziklerini ve yaşam biçimlerini algılamakta güçlük çekerdik, der. “Uzun saçlı züppe, LSD tüketicileri” şeklinde tanıtılan bu insanları hep merak ederlermiş: “Rock müziğin gelip geçici bir medya, bir moda olduğuna inanmadık. Ve gençliği mekanikleştirerek diskolar içerisine tıkan sıradan Batı özentiliği yerine, Rock dünyasının içerikli müzisyenleriyle dinleyici ya da müzisyen olarak tanışmayı yeğledik.”

Onları en çok etkileyen gruplar arasında “şiirsel çığlıklı vokali ile insan bedeninin çevresindeki tinsel dış oluşumlarda yeniden bulgulatan ve bu müzikte ilk kez bas klavyeyi kullanmış” Jim Morrison’lu The Doors gelir. 1976’dan itibaren İngiltere’deki rock gençliği kapitalist efendilerine karşıt, burjuva kültürünün midesini bulandıran eylemlerinde Rock’ın artık klasikleşmiş olan eylem pratiklerinin yetersiz kalması nedeniyle yeni alt kültür ve müziği doğar. Rengarenk graffiti’lerde simgeleşen gençliğin anarşist tepkileri Sex Pistols’ın fatal “Anarchy in UK Tour’unda birleşir. 78’de “Rock Against Racism” konserleri “Dark” evreninin kapısını aralar. Bu “Dark evreni”ni şöyle tanımlarlar;

Senfonik ve engebeli bir entelektüel-underground kültürün, karanlıktaki bir çizgi oluşumunda, beyaz diyagramdan sıçrayan policromatik sıçramalardır. Gündelik yaşamdaki gelip geçici zaman sığıntısı iç ve dış mekan içerisindeki burjuva toplumlarının ro­mantik dekadansının derisini yüzer bir sessizliktir. Tüm dark konserlerinde görüldüğü gibi rijit beden, bir armoni sekansı boyunca enstrümantal diyaloğa katılır. Tüm bu oluşumlar, 80’ler sonrasında ABD’de oluşan bir punk-new wave-dark-underground ve new psychedelic karışımı olan “Garage” türünde de görülür. Ancak zamanla Amerika’da, İngiltere’de İrlanda’da Avustralya’da, İtalya’da (punk-İslam), Rock anlayışları ve gençliği çok değişir ve farklılık gösterir.”

Okan& Bilgen, yazıyı bitirirken ülkemizde Rock endüstrisine dayalı plak, konser, yayın gibi hiçbir çabanın olmamasının “saçmalığı”na da değinir.

Rock Kavramı Yeni Baştan

Argos dergisinin “Rock” soruşturması yaptığı dördüncü sayısının yüz yetmiş dokuzuncu sayfada Murat Ertel, “İiii” adlı bir yazı kaleme alır. Bu yazı neredeyse bir paragraf kadardır. Burada Jimi Hendrix’in kendinden önce gelenlerin blues müziğini hızlandırıp, rock and roll çaldığını, Hendrix’in ise her şeyi değiştirip rock kavramını tanımladığını söyler. Ondan sonra gelenler ufak tefek değişiklikler yapıp alt kültürler kurmuşlardır.

Rock: Tavır Aldığı Mekanizmanın Bir Parçası

Argos’un dördüncü sayısında yer alan “Rock Around The World” dosyasında Murat Beşer’in de “Rock: Tavır Aldığı Mekanizmanın Bir Parçası” başlıklı iki sayfalık kapanış yazısı yer alır. Rock olgusuna bakarken, popüler kültür söylemi içerisinde en kaba hatlarla bakıp, birkaç isim etrafında dönerek kısa bir çerçeve çizebilmek için, Rock’ın nasıl bir amaçla çıkıp nereye vardığını belirtmek gerektiğini belirtir. Rock müziğinin var olma sebebi, sanayileşmeye, muhafazakar aileye, endüstri ürünleri kullanımına bir başkaldırıdır aslında. Beşer, müziğin kendini çok kısa sürede tükettiğini söyler. Alınıp satılan bir meta olageldiği, bu nedenle tavır aldığı mekanizmanın bir parçası haline geldiğinin altını çizer. Rock müziği sektörü çokparçalı bir yapıdır, bu nedenle temas noktaları giderek muğlaklaşır. Beşer’e göre “sürekli bulanık ve uçları açık bir atmosfer” yaratır:

Rock’ı bu şekilde kakafonik bir hale getiren en belirgin tutumlardan biri de, ona sürekli katılım ve bindirme yapma yoluyla yeni arayışlar oldu. Bence bu yanlış tavır onu daha teenage ve metalik olmaya zorladı. Ve bu müziğin konumu, üreten ve tüketen açısından vampirik bir hal aldı. Oysa artırmak yerine çıkarma ve eksiltme yapmak (ki modem sanatın tüm dallarında görüldüğü üzere minimalizenin en önemli özelliği buydu) bu vampirik ilişkiyi kırmak açısından daha önemliydi. Rock içerisinde bu amaca yönelik ilk ambient çalışmalar Brian Eno ve Robert Fripp’ten geldi. Eno’nun 73’te bulguladığı bir kayır tekniği (Discreet) sayesinde, Eno ve Fripp gelecek için önemli bir zemin hazırlayacak olan bir ambient müzik yarattılar. Bu müzik ’77 sonrasının önemli olaylarından punk, post-punk ve new-wave için fon oldu. Bu akımlar içerisinde yer alan gruplar -Talking Head, Police, U2, Pere Ubu vb.- bu zemin üzerinde kendi anlayışlarını bindirerek çalışmalar yaptılar.

Bu geniş kapsamlı “Rock” soruşturma dosyasının yanı sıra derginin “Sanat” bölümünde yer alan “Plak Kapaklarında Rock” isimli bir bölüm dikkat çekmektedir. Başlangıcında yalnız Batı ülkelerinde var olan, yeni bir müzik anlayışına ve genç bir kitleye dayalı bir “gençlik ara kültürü”dür Rock. “Mustafa Ata’nın Kyldopslan 6o’lardan Bugüne Plak Kapaklarında Rock” yazısı, bir tanıtım giriş metniyle bazı plak kapağı görsellerine yer veriyor. Burada hangi plak kapakları var? derseniz sırayla;

-“Electric Ladyland”in iç kapağı-Jimi Hendrix-Experience-1968
-“Let It Bleed” -The Rolling Scones- 1969
-“Weasels Ripped My Flesh” – The Mothers Of Invention- 1970
-“Solo Plak ‘II”‘- Peter Gabriel – 1978
-“Litttle Creatures” – Talking Heads- 1985
-“1999” -Prince- 1982.

Esin Hamamcı’nın Dark Blue Notes’daki yazıları BURADA.

 

Esin Hamamcı

Edebiyat doktora öğrencisi, Açık Radyo’da programcı, Gazete Oksijen, K24’te yazar, Sanat Kritik editörü, çevirmen. Kent, arşiv, edebiyat ve müzik üzerine yazar, düşünür…

Esin Hamamcı 'in 14 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Esin Hamamcı ait tüm yazıları gör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir