90’ların Renkli Dünyasında Şanzelize’den Urfa’ya Bir Müzik Yolculuğu
Çağın kıyıcılığından kaçma ihtiyacı duyduklarında geçmişi temize çekerek tozpembe bir fon üzerine resmettikleri maziye yüzünü dönenler, ahlâki açıdan “masum”, uygulamada pratik olan bu yolla kendi “güvenli” limanlarını inşa ederler. Modernizmin dayatmalarına, gitgide ağırlaşan yaşam koşullarına, değişime ayak uyduramamanın verdiği sıkışmışlık hissine ve beklentilerinin boşa çıkmasından doğan hayal kırıklıklarına karşı “meşru müdafaa” hakkını kullanan günümüz insanı için de durum pek farklı değil; özetle onlarca yıldır dert de derman olarak görülen şey de aynı aslında.
Son yıllarda popüler kültürü tesiri altına alan nostalji fetişizminin vazgeçilmez öğesi 90’lar, gerek müziği gerekse her biri fetiş nesnesi hâline gelmiş türlü gereciyle birçok insanın zihninde “kutsanmış” bir döneme karşılık geliyor. Yalnızca magazinsel açıdan değil, politik gündemi ve toplumsal olaylarıyla da oldukça yoğun geçmesine karşın temize çekilirken farklı bir sosyolojik perspektife oturtulan 1990’lı yıllar, böylece tüm olumsuz çağrışımlarından arındırılarak nostalji için elverişli duruma getiriliyor. Bir kesim, esasen farkında olduğu bu kurguya türlü şekillerde nemalandığı için cevaz verirken; daha geniş bir kesim, “geçmişe özlem duyma” kisvesi altında doğal ve masum bir yönelim olarak sunulan nostaljinin renkli sahnesinde sarhoşça dans ediyor.

Peki hemen herkesin bir köşesinden tuttuğu şu 90’lar nedir? Kendilerine özgü dans figürleri, tekerlemeyi andıran, suya tirit şarkı sözleriyle her gün onlarcası piyasaya sürülen genç popçular mı yoksa güneydoğudaki gerilimin giderek tırmanmasıyla arka arkaya yaşanan elim olaylar mı? Geniş vatkalı ceketler, oduncu gömlekler, soluk renkli kot pantolonlar mı yoksa ülkede taşların yerinden oynadığı Susurluk Kazası mı? Beverly Hills, Dawson’s Creek, Bizimkiler, Süper Baba gibi televizyon dizileri mi yoksa yıllarca yaraları sarılamayan, dönemin perdesini acı bir şekilde kapatan 17 Ağustos depremi mi?

Cevap E, hepsi…
Bir çeşit simülasyon olarak kurgulanıp dolaşıma sokulan nostalji, bugün artık tıkanmış olan popüler kültüre hizmet eden bir araç değil, onu tamamen etkisi altına alarak biçimlendiren, hatta yerine geçip popüler sanat algısının/estetiğinin doğal seyrini sekteye uğratan bir kara delik gibi. Fakat buradaki esas meselemiz, bu denli kanıksanıp yaygınlaşmasının nasıl mümkün olabildiği. Bunun birkaç nedeni varsa da en önemlisi, Türkiye’deki popüler kültürün, dolayısıyla popüler müziğin, bilhassa bazı sol eğilimli (veya kendilerini öyle göstermeyi seven) müzik yazarlarının zannettiklerinin aksine, devrinin siyasi koşullarından doğrudan ve yoğun olarak etkilenmemesi. Nitekim popüler Türk müziğinin arterlerinden arabeskin 1960’lı ve 1970’li yıllardaki gelişimi; hakeza 12 Eylül darbesinin kaotik iklimine rağmen pop müziğin 1980’lerde en parlak dönemini yaşayarak özgün bir kimlik kazanması bunun açık bir ispatı. Kaldı ki politik çalkantıların ya da toplumsal olayların, yeni oluşumlar açısından yaratıcılığı tetikleyen bir katalizör olduğuna dair sayısız örnek verilebilir.
On yıllık zaman diliminde ülkede bunca acı yaşanırken, gençler başta olmak üzere toplumun geniş bir kesiminin magazini baş tacı yapıp kendini mısır patlağı kıvamındaki şıkıdım şarkıların kollarına bırakması da yine aynı sosyolojik gerçeğin bir tezahürü. Eh, artık nedenlerini de varsın memleketin güzide sosyologları anlatsın.
Biz gelelim başlıkta vadedilen müzik yolculuğuna…
1970’lerin sonunda yıldızı parlayan, 1980’lerde oynadığı filmlerle geniş dinleyici kitlelerine ulaşan İbrahim Tatlıses’in kariyerinin olgunlaşma evresi tam da 1990’lara denk düşer. Dönemin açılışının ise 1990’da yayın hayatına başlayan ve ülkenin ilk özel kanalı olan Star 1’le olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Onu arka arkaya açılan diğer kanallar izledi ve televizyon denen aygıt adeta kimliğini bularak gerçek bir sihirli kutuya (magic box) dönüştü. Devrin popüler kültürüne ve müziğine geniş bir hareket alanı sağlayan özel kanallar, böylece uzun yıllar yayın dünyasını tekelinde tutan TRT’yi tahtından indirerek muhataplarına hayal bile edemeyecekleri bir evrenin kapılarını ardına kadar açtı.
Tatlıses de bu furyadan nasibini aldı, 1993’te yayın hayatına başlayan İbo Show programıyla dönemin televizyon dünyasından kendi adına en verimli şekilde istifade etti. Sonraki senelerde başka kanalları da dolaşan İbo Show 2020’den itibaren tekrar Star TV’de yayınlanmaya başladı, yeni sezonda da süreceği söyleniyor. Dile kolay, istikrara alerjisi olan bir toplumda kesintilerle de olsa otuz seneye yayılmış bir program.
Daha önce bu bölümü izlemiş olanların arasında gördüğü kareleri zihninin derin dehlizlerine atanlar vardır illâ ki. İlk defa izleyenlerin yaşayacağı küçük çaplı travmaya sebebiyet verdiğim içinse tuhaf bir haz duyduğumu itiraf etmeliyim. Video kesitinin alındığı bölüm 1998 yılına ait. Konuklar arasında pop müziğin önemli kadın vokallerinden Zerrin Özer, dönemin önde gelen söz yazarlarından Şehrazat ile yapımcı ve organizatör Erkan Özerman var. Ne var ki bu önemli isimlere rağmen programın ağır topu diyebileceğimiz kişi dünyaca tanınan bir Fransız piyanist: Richard Clayderman.
Clayderman, küçük yaşta müziğe başlayarak Paris Konservatuvarı’na girmiş fakat babasının sağlık sorunu ve zorlaşan hayat koşulları nedeniyle konser piyanistliği kariyerinden vazgeçmek zorunda kalmış. Bazı kaynaklarda bir süre banka memurluğu yaptığı yazan müzisyen, Johnny Hallyday ve Michel Sardou gibi Fransa’nın tanınmış popüler müzik şarkıcılarıyla da çalışmış. Kariyerinde pek çok albüme imza atan Clayderman’ın yolunun İbo Show’a düşmesi ise ülkeye gelen ecnebi ünlüleri “renk olsun diye” palas pandıras televizyon programlarına çıkarmayı pek seven yaratıcı (!) yapımcıların marifetiyle de açıklanabilirse de biraz daha fazlasına dayanıyor.
Videodaki kesitte de görüldüğü gibi; Tatlıses’in 1987’de çıkan aynı adlı albümünde yer alan, sözü ve müziği kendisine ait Allah Allah isimli şarkıyı çalan Clayderman, programla aynı sene, 1998’de yayınlanan Turquie Mon Amour başlıklı albümünde de bu parçayı seslendirmiş; Cemal Reşid Rey’den Bora Ayanoğlu’na, Dede Efendi’den Yaşar’a kadar, isimlerinin yan yana gelme ihtimalinin ihtimali dahi olmayan kişileri romantik soslu piyanosunun tınılarında buluşturmuş. Konuya biraz daha yakından bakınca anlıyoruz ki Özerman’ın konuklar arasında olması tesadüf değil; Fransız yapımcı Olivier Toussaint ile ortaklaşa albümün yapımcılığını üstlenmiş. Dahası, albümün fikir babası da kendisi. E tanıtılacağı yer de haliyle devrin en popüler programlarından İbo Show olarak düşünülmüş. Albümle ilgili kilit bilgiyi ise birazdan vereceğim.
Albümün ilk parçası Turquie… Mon Amour (Türkiye… Aşkım) ismiyle sunulan, Cemal Reşid Rey’in bestelediği 10. Yıl Marşı. Temposunu yere indirerek bir marştan aşk filmi soundtrack’i çıkarmayı başaranlar, Dede Efendi – Oriental Version ismiyle Dede’nin Gül Nihâl’ini de Arap müziğini çağrıştıran bir davul groove’uyla kimlik bunalımına sokmakta bir beis görmemişler. Diğerlerinde de durum aynı; birbirlerinden farklı tarzlarda olmakla birlikte çoğu piyanoyla solo olarak çalınmaya uygun olmayan parçalar ezgisel kıvrımları törpülenip müsamere şarkısı hâline getirilmiş. Altıncı sıradaki Allah Allah’ı ise yorumlama zahmetine girmeyip dilerseniz sadede gelelim.

Özerman’ın Cumhuriyet’in 75. yılı şerefine böyle bir albüm siparişi vermesini hoş bir jest, Clayderman’ın takım elbisesini giyip büyük bir ciddiyetle playback olarak Allah Allah’ı çalışını sempatik bulanlar olacaktır. Ne var ki bu albümü 90’larda revaçta olan Dünya müziğinin (world music) bir örneği olarak görenlerle aynı fikirde olmadığımı söylemeliyim. Çünkü bir ürünü bu şekilde etiketleyebilmenin şartlarından biri dünya pazarına sunulmasıdır. Oysa ki albüm sadece Türkiye’de satışa çıkmıştır. Üstelik Türk müziğine ilgi duyan, bu konuda belli bilgi birikimine sahip bir müzisyenin kişisel istek ve yönelimi sonucunda değil, bir Türk yapımcının teşvik ve siparişiyle.
Hemen hiçbir şarkıda müzikalitesini yansıtan piyanistik bir performans sergilemeyen, zaten böyle bir iddiası da olmayan Clayderman’ın parçalara nüfuz edemediği aşikârdır. Buna ilâveten düzenlemelerin de teknik ve müzikal bir derinlik taşımadığı albüm, döneminin ticarî işlerinden biridir aslında. Bunu doğrudan kişilere yönelik bir eleştiri olarak değil; yalnızca devrin popüler kültürünü, o günün panoramasını anlamak açısından önemli bulduğum için nereye oturduğunu tespit etmek amacıyla söylüyorum.
Özetle ifade edersek; ne kravatı ve takım elbisesiyle stüdyonun ortasında piyanosunu çalan Clayderman, ne de çaldığı parçanın dokusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan icrası o günün Türkiye’si ve müziğinden bir iz taşır. Çünkü 90’ları temize çekerken uygulanan nostalji filtresi, her ne kadar muhataplarına müziği de kapsayan “sıcacık bir samimiyet” duygusu vadedip onları bunun varlığına inandırsa da, 90’lar kendi içinde bir illüzyon barındırır. Bu illüzyon toplumsal ve siyasi tablonun üzerini örterek, popüler kültürün bir şubesi olan popüler müziğin bu tablodan kopuk, tümüyle piyasa koşullarına göre sanal bir dünya olarak tasarlanmasını sağlar. Bugünden geriye doğru bakan ve o yılların “sıcaklığını” hissetmeye teşne olanlar bu sanal dünyanın renkli sahnesini seyre dalarlar. Üstelik onu bugüne taşımaya kalktıklarında, günün kıyıcılığına kalkan ve bir tür alternatif olarak görüp yücelterek ikinci bir filtreden daha geçirirler; böylece bir devrin illüzyonu ile çağın yanılsaması arasında yapay bir köprü kurarak, hem geçmişi hem de bugünü kavrama noktasında hakikatin kıyısından giderek uzaklaşırlar.
İnsanın geçmişi yad etmesi, anlam yüklediği anları hatırlayarak kendini iyi hissetmesi tabii ki son derece anlaşılır ve insanî bir eğilim. Fakat rasyonel ya da pragmatik açıdan baktığımızda geçmişe dönüp bakmanın tek bir anlamlı sebebi olabilir; onu bağlamı içinde anlayarak bugüne kadar geçen zamanı olabildiğince nesnel biçimde kavramak. Müzik, geçmişe yapılan yolculuğu keyifli hâle getiren ve kültüre içkin olduğu için barındırdığı farklı unsurlarla değişimi doğrudan izleme imkânı sunan zengin bir alan. Fakat beslendiği kaynakların çeşitliliği avantaj sağlarken, onu manipülasyona elverişli hâle getirdiği ölçüde dezavantaja da dönüşebiliyor.
Peki bu kadar lâkırdının ardından merak edenler için soralım; Şanzelize’den Urfa’ya müzik yolculuğu yapabilecek bir yol var mıdır?
Olduğuna inanmak isteyenler için vardır illâ ki…
Uğur Küçükkaplan’ın TÜM YAZILARI.