42. İstanbul Film Festivali: Venedik’ten İstanbul’a
Bütün unutamadığım anılarımın sonu fırtınayla biter.
İstanbul Film Festivali, bu sene seçkisinde 79. Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasındaki filmlere de yer veriyor. Geçtiğimiz gün Atlas Sineması’nda Venedik’te Altın Aslan’ı kazanan Laura Poitras’ın All the Beauty and the Bloodshed’ini izledim. Gümüş Aslan’ı kazanan Alice Diop’un Saint Omer filminiyse Venedik’te izlediğim gece yarısı fırtınalar kopuyordu. All the Beauty and the Bloodshed’den çıktığımda yağmur yağmıyordu. Belki o nedenle Saint Omer’i daha çok seviyorumdur. İstanbul’da izlediğim All the Beauty and the Bloodshed ve onun beni sürüklediği şimşeklerin çaktığı Saint Omer günümden kalan anıları sizinle paylaşmak istiyorum.
*
Laura Poitras güncel Amerikan sinemasında eş zamanlı çektiği, yani olayların filmin çekimine paralel ilerlediği, politik konulardan kaçınmayan belgeselleriyle tanınan bir yönetmen. Edward Snowden’la yaptığı görüşmeler süresince kayda aldığı görüntülerden oluşan Citizenfour en bilinen filmi olmakla birlikte, dünya prömiyerini Venedik’te yapan All the Beauty and the Bloodshed’in ardından Poitras’ın adından bahsetmeye devam edeceğimizi tahmin ediyorum.
Poitras’ın bir röportajında belirttiği üzere, çekimlerine belgeselin odak noktası fotoğrafçı ve aktivist Nan Goldin’in başladığı film; Goldin’in yapımcı aradığı süreçten Poitras’ın yönetmenliği devralmasına kadar uzanarak bugün izlediğimiz hâlini alıyor. Film Nan Goldin’in yaşamı boyunca mücadele ettiği bütün zorluklar, içinde bulunduğu bütün güzellikler ve onlar sayesinde gerçekleştirdiği hayalleriyle dolu. Çocuklarına nasıl bakacaklarını bilmeyen ailesi, akıl hastanesine kapattıkları kız kardeşinin yaşadıkları ve intiharı, Goldin’in kız ve erkek arkadaşları, Amerika’daki 70 ve 80’ler underground kültürü, Cookie Mueller, David Wojnarowicz ve Nan Goldin’in kayıp jenerasyondan eski dostları, AIDS’e tüm kaybettikleri, onlara yokmuş muamelesi yapan toplum, halkı sömüren şirketler ve günümüzde Nan Goldin ve arkadaşlarının P.A.I.N. isimli grupla opioide karşı sürdürdükleri savaş, gözaltları ve bazense ulaştıkları zaferler… Hepsini Nan Goldin’in cümlelerinde, daha da önemlisi fotoğraflarında görüyoruz.
Görülmeye değer ama Goldin’in kamerası onlara doğrulana kadar çerçevelerin içine girmeyen, sergilerde duvarlara fotoğrafları asılmayan insanlar ve hikâyelerinin değerini anlıyor; yok olması gerektiği yerde müze duvarlarını süsleyen Sackler ailesinin adını altın harflerle gördüğümüzde, kültür-sanat dünyasının içinde bizlere dayatılan anılar ve unutturulanlar üzerine bir kez daha düşünüyoruz. Yarının partilerine gitmek isteyen, Cookie Mueller’ın dediği gibi kendileri çılgın oldukları için değil, çılgınlık yollarına çıkıp ayaklarına dolandığı için insanlara sıra dışı gelen Goldin ve arkadaşlarının bir kısmı yarına ulaşırken, bir kısmının hayatları yarını göremeden son buluyor.
Filmde Goldin’in geçmişte vedalaşmak zorunda kaldığı bütün arkadaşlarını, günümüzdeyse opioid krizi nedeniyle çocuklarını kaybeden aileleri görmemize rağmen; Sackler adının bir gün müzelerden kalkabileceğine inanıyoruz. Film boyunca zaman ilerliyor, gelişmelerin kalanını takip etmekse bize kalıyor. Filmin verdiği umutla Goldin, onun arkadaşları ve sevgililerinin neşe dolu fotoğraflarına bakarken çalan parçaları hatırlıyor; bir gün The Sugarhill Gang’in funk’ına başımızı sallayacağımız keyif dolu, The Velvet Underground’un verdiği huzura sahip, Suicide’ın Cheree’sini dinleyip insanların birbirini seveceği günleri bekliyoruz.
*
Filmden çıktığımdaysa müzikler kafamda çalsa da dışarıda yağmur yağmıyor, filmin içinde kopmasını beklediğim fırtınaları ne festivalin ve sinemanın içinde ne dışında bulabildiğimi fark ediyorum. Film belgesel olarak görevini yerine fazlasıyla getirse de gözüm Venedik’te güzel bir film izlemenin, filme dalıp gitmenin ve içinde kaybolmanın verdiği heyecanla içimde kopan fırtınaları arıyor.
Bu nedenle size İstanbul Film Festivali’nde izlemediğim ancak festival seçkisinde yer alan Saint Omer’i anlatmak istiyorum.
*
Atıldığım en zor ve en güzel macera Venedik yolculuğumdu. Şimdi dönüp bakınca bütün zorluklarını özlüyorum. Filmden filmde koşmanın yorgunluğu, film salonlarının arasını kaplayan yeşilliklerin içindeki bir ağacın altına oturduğumda diniyordu.
Saint Omer anım bana, içindeki fırtınalara rağmen, parkta oturup filmlerle ilgili notlar aldığım güneşli ve hafif rüzgârlı gün kadar mutlu hissettiriyor.
Aslında festivalde Saint Omer’i izleyemeyeceğimi düşünmüştüm. Çok zor çalışan akreditasyon sistemi ve ilk günlerimin acemiliğinde filmi kaçırdığıma inanmış, kendimi İstanbul Film Festivali’ne geleceğine ve orada izleyeceğime ikna etmiştim. Ancak son gün; henüz Altın ve Gümüş Aslan’ı kazananlar açıklanmadan önce ödülü kazanacak filmlere, hangileri olacaklarını bilmeden, bilet alabildik. O gün arkadaşımla sahilde otururken pizza ve spritz’in cazibesine kapılıp biletim olsa da izlemediğim film All the Beauty and the Bloodshed’di. Ondan sonra gerçekleşecek festivalin son film gösterimiyse gece 10’da olacaktı. İzleyeceğimiz filmin hangisi olacağıysa sürekli takılan telefon ekranımızdan izlediğimiz ödül töreni yayında birkaç dakika içinde açıklanacaktı. Kararmaya başlayan gri mavi gökyüzüne bakarken Saint Omer ismini duyduk.
Gece saat 10 oldu, hostelimize nasıl döneceğimizi nedense hiç dert etmiyordum. Aslında çok planlıyımdır, gecenin bir vakti çıkacağım filmden en az iki saat süren vapur ve otobüs yolculuğuyla hostelime dönmeyi göze almam her zaman. Ama o an umurumda değildi, son bir film izlemeden Venedik’ten dönmek istemiyordum. Saat 10 buçuk oldu, Sala Darsena hâlâ boşalmadı. Saat 11’e geldiğinde önceki filmin geç başladığı, bizi de bu nedenle geç alacakları duyuruldu. Kararlıydım, Saint Omer’i izleyecektim. Arkadaşımı ikna ettim ve sonunda 11 buçuğa doğru festivalde ilk kez girdiğim o güzel salon Sala Darsena’ya girdik. Hayatımda ilk kez gece yarısı bir sinema salonunda film izledim. Saint Omer kadar özel hisler uyandıracak bir film izleyeceğimi tahmin etmezdim.
Gümüş Aslan çoğunlukla ilk veya ikinci uzun metrajını çeken yönetmenlere verilse de Alice Diop, Saint Omer’den önce La mort de Danton, La permanence ve Nous gibi banliyö hayatına, işçi sınıfa ve kültürel çatışmalara yer veren uzun metrajlar çoktan çekmişti.
Saint Omer ise temelinde anne ve kız olmak üzerine yıllardır anlatılan hikâyelerden sadece bir tanesiyle hepsini hatırlatan küçük ama çarpıcı bir film. Fransız edebiyatı öğretmeni ve yazar Rama’nın dinlemek üzere katıldığı davayı anlatan filmin senaryosu, gerçek bir davadan esinlenerek yazılmış. Filmi bu nedenle Fransız edebiyatından, Fransız romanlarının ayrılmaz bir parçası olan gazete haberlerinden, Yunan mitlerinden, sonu ölümle biten bütün hikâyelerden ayrı düşünemiyorum.
Davasını izlediğimiz, kendi küçük kızını sahilde öldüren annenin anlattıkları, bir roman karakteriymişçesine yaptığı savunması, izleyicinin onu en az Meursault’nun davasında olduğu kadar haklı bulmasına neden oluyor. Ancak film o kadının hikâyesinden çıkıp Rama’nın hayatına, karnındaki kızına, kendi annesiyle ilişkisine uzanıyor. Rama annesinin kulağına taktığı büyük halka küpelerin, arkada sallanan perdenin savurduğu tozlardan saçılan ışıkla parladığı günü hatırlıyor; yaşadığı banliyönün geniş meydanından çapraz yöne ilerlerken ellerinde market poşetleri var. Annesinin yanına mı geliyor yoksa yalnız mı hatırlamıyorum. Hafızam hangisini tercih edeceğine karar veremediğinden iki olasılığın da hayali aklımda. Filmde yalnızca bir kez çalan ama aklımdan izlediğimden beri çıkmayan şarkıyı ise hiç unutmuyorum. Nina Simone’un sesiyle Little Girl Blue. Rama’nın kızı, şarkının anlattığı gibi üzgün bir küçük kız mı olacak? Yoksa annesi tarafından öldürülen kızı mı anlatıyor sözler? Nina Simone piyano çalmaya başladığında hiçbirinin önemi kalmıyor, gözümden bir yaş düşüyor.
Gözümden Venedik’e bu filmle veda etmenin verdiği mutlulukla düşen yaşları kendime saklamaya çalışırken bu yazıyı bugün yazacağımı bilmiyorum. Filmden çıkıp otobüs durağına gidecek vapura bindiğimizde vapurun açık kısmında duruyorduk. Gökyüzü ve kanalın suyu simsiyahtı, dolunay parlıyordu. Vapurun içi karanlıktı belki, hatırlamıyorum. Sadece ayın ve gittiğimiz yönde aniden çakan büyük şimşeklerin beyazlığını hatırlıyorum. Şimşeklere yaklaştık, gök gürültüsü sesleri her an yükseliyordu. Fırtınanın içine doğru ilerlerken, Nina Simone’un sesindeki sakin hüzün Venedik’le vedalaşmama eşlik ediyordu.
Vapurdan inip gece varacağımız hostele uzun yoldan giden otobüse binmek zorunda kaldığımızdaysa yağmur başlamıştı. Yağmur, fırtınaya döndü; sağanak yağmurun sesi otobüsün duvarlarına vuruyordu. Ama hiçbir zaman boş görmediğim Mestre otobüslerindeki kalabalık, camlara vuran su damlalarını görmeme izin vermiyordu. İnene kadar tabii. Yazlık kıyafetlerle indiğimiz otobüsten hostele kadar gülerek koştuğum an, Rama’nın Nina Simone’un sesiyle meydandan geçtiği ana benzemiyor belki. Ama şimdi hepsini aynı parçayı dinleyerek yazıyorum, hiçbirini unutmak istemiyorum. Little Girl Blue bana unutmak istemediklerimi hatırlatıyor.
Bütün unutamadığım anılarımın sonu fırtınayla biter.