Susturulamayan İç Ses: İletişemediklerimizden misiniz?
Ya da kendimizi çok önemli sanmanın dayanılmaz iticiliği üzerine…
Sevgili okuyucu! Bu yazıyı okurken gizli öznelere iğneyi batırırken kendime kılıç sokup çıkardığımı akılda tutunuz!
Öyle zamanlardan geçiyoruz ki, insanlar kendi kendilerine bir “24/7 çevrimiçi olma mecburiyeti” icat ettiler. Asıl patlama, pandemiyle birlikte gecemizin gündüzümüzün birbirine girmesiyle yaşandı galiba. Sonra da bu durumun önüne kimse geçemedi.
Cep telefonundan, WhatsApp mesajlarından, sosyal medyanın her bir kolundan gelen bildirimlerden, e-postalardan başımızı kaldıramıyoruz.
Dın! Dın! (WhatsApp bildirim sesi): “Sana mail attım!”
Zır! Zır! (Şirket içi dahili hat): “Sana mail attım, onu söylemek için aradım.”
Dın! (Mail bildirimi): “1 okunmamış mesaj.” (Mail attığını, seni elinin altında bulduğu her mecradan bildiren bir arkadaşınız mutlaka vardır, değil mi? Var deyin! Böyleleri bir tek beni buluyor olamaz.)
Tüm bu bildirim yağmuru yüzünden kendimi bozulmuş bir top fırlatma makinesinin ortasındaki tenis kortunda gibi hissediyorum. Hatta bazen daha kötüsü: Orta Çağ’da bir kalenin içindeymişim de dört bir yandan top atışlarına tutuluyormuşum gibi… Korttan kaçsan kurtulursun belki ama kaleden çıkmak zor!

Ben uyanıksam sen de uyanıksın!
Üstelik bu durum artık öyle çığırından çıktı ki, bir Ekim ayı pazar sabahı saat 07.00’de “Günaydın, 20 Kasım’daki konsere iki kişilik davetiye talebim olacaktı” diye gelen mesajlar bile var. Gece 03.00’te gelen, “Prova için sanatçıyı otelden alacak aracın plakası nedir? Dönüşünüzü bekliyorum” mesajına ne demeli? Üstelik mesajı gönderenler, bu işlerle ilgilenen kişinin ben olmadığımı bile biliyor. Ama olsun, “Ben uyanıksam sen de uyanıksın” sloganını benimsemiş, yaptığı işi dünyanın en önemli işi sanan ve talebi olduğunda anında cevap bekleyen bir sürü insan var. Bu insanlar, adeta 7/24 işle meşgul olmak zorundaymışız gibi bizi kodlamış durumdalar.
Hani ne oldu 8-5 mesai kavramına? Bitti mi?
Hayır, aslında bitmedi. Ama buraya kadar anlattıklarım işin sadece “aperatif” kısmıydı. Bu yazıda madalyonun iki tarafına da bakmak istiyorum:
1- 7/24 iletişim hakkını kendinde görenler, mesainin “off” düğmesine basıldığını unutanlar veya hatırlamak istemeyenler.
2- İşi “iletişim” olan ama nedense iletişimin en temel eylemi olan “cevap vermeyi” bizlere çok gören PR’cılar (Public Relations).

Dünyamıza Göktaşı Çarpmayacak, Hayır! Sadece Konser Yapacağız!
Bu iki konuyu ele almadan önce minicik bir parantez açayım. Kültür-sanat işleri yapıyoruz; dünyayı kurtarmıyoruz. Üzerimize göktaşı da çarpmayacak, çarpsa bile senle ben dünyayı kurtaran süper kahramanlar olmayacağız. Muhtemelen o “kaçış gemilerine” de bizi almazlar. Mars’ta yaşam kurma ekibinde değiliz, iklim krizine çözüm üreten bilim insanları değiliz, bir pandemi mikrobu değil, sıradan bir gribe bile ilaç bulacak halimiz yok. Ve evet, belki “dünyayı sanat kurtaracak” ama biz ikimiz blok flüt bile üfleyemiyoruz. Dolayısıyla, kendimizi biraz fazla önemli sanmayı bırakmanın vakti gelmedi mi?
Elbette bir konserin duyurusunu yapmak, biletlerini düzenlemek ya da prova saatlerini netleştirmek önemli işler. Ama hiçbiri insan hayatını kurtarmıyor. Fakat “iletişememe” sorunumuz yüzünden senle ben birbirimizin hayatını zorlaştırıyoruz.
İşimiz değerli, tamam. Ama acelecilik ve panik içinde bir “iletişim zorbalığı” yaratmak da zorunda değiliz. Sonuçta sanat, insanlara nefes aldırmak, ruhu rahatlatmak için var. Peki biz birbirimizi neden boğuyoruz?

Bireyciliğin Sosyal Medya Çığlığı ve İletişim Zorbaları
Pandemiyle birlikte dijital hayatımız adeta “zincirlerinden boşanmış” bir şekilde akmaya başladı. Aslında sosyal medyanın bireyciliği körüklemesi zaten sorunlu bir süreçti; pandemi ise bu süreci iyice hızlandırdı. Bakın, Alone Together adlı kitabında Psikolog Sherry Turkle, sosyal medyanın insanları yalnızlaştırırken aynı zamanda “sahte bir önem duygusu” aşıladığını söyler. Herkes fotoğraflar, anlık paylaşımlar ve “like”larla onay arayışına girmiş durumda. Bu da “Bakın ne kadar önemli ve meşgulüm!” diyen kocaman bir çığlığa dönüşüyor. Pandemi kısıtlamaları yüzünden evde kapalı kalırken bile, iş yapma veya yoğun görünme çabasını sürdüren pek çok insan, sosyal medya kanallarında adeta “Ben hâlâ çok önemliyim!” mesajı vermeyi bırakmadı.
Bu çığlık, iş hayatına da her yönden sızdı. LinkedIn gibi platformlarda abartılmış başarı hikâyeleri paylaşılıyor, projeler olağanüstüymüş gibi gösteriliyor ve herkes kendi önemini parlatmanın peşinde. Harvard Business Review, bu “kendini abartma” hallerinin tükenmişliğe yol açtığını ve kişisel sınırları ortadan kaldırdığını yazıyor. Öyle ki sanat dünyası bile aynı panik ruh haline kapılıp işlerini “kriz modunda” sürdürmeye başladı. Düşünsenize, biz kültür-sanat işi yapıyoruz; ne bir doktoruz, ne de bir itfaiyeci. Gerçekte kimsenin hayatını kurtarmadığımız hâlde, dünyayı kurtarmaya soyunmuşuz gibi davranıyoruz.

Bu tabloya bir de “iletişim zorbalığı” eklenince iş çığırından çıktı. Gece yarıları ya da sabahın köründe gelen mesajlar, insanların kortizol seviyesini tepelere çıkarıyor. “Ya acilse?” endişesiyle telefona bakıyor, bir yandan da “Bu saatte mesaj atılır mı?” diye öfkeleniyoruz. Pandeminin getirdiği kaygı ve belirsizlik ortamı, insanları zaten yeterince gerdiği için “ya şimdi cevap vermezsem?” korkusu çoğumuzu esir almış durumda. Albert Camus’nün “absürt” kavramı var ya, işte tam da bu: Gece yarısı gelen bir mesajın tuhaflığına isyan edemeden “Görüldü” baskısının altına girmek… Oysa işte, cevap vermemek ya da “Sabah bakarım” demek, ayıp falan değil. Bu tamamen modern zamanların “bireysel sınır” sorunuyla ilgili.
Sosyal medya’nın şişirdiği bireycilik pandeminin yarattığı sınırsız çevrimiçi olma haliyle birleşince, ortalık tam bir “iletişim kasırgasına” dönüştü. Kendini en önemli hisseden, en hızlı cevap bekleyen, en çok gösteriş yapan kazanıyormuş gibi görünüyor. Ne kadar “önemli” görünmeye çalışırsak çalışalım, bazen sadece “insan” olduğumuzu hatırlamak en büyük rahatlama yolu. Ve nihayetinde, dünyanın yükünü her an omuzlamak zorunda değiliz; zira dünyayı gerçekten kurtarmamız gerekmiyor. Sadece önce kendimizi ve sınırlarımızı koruyarak yaşamayı öğrenmemiz yeterli.

İletiş(e)meme İhtimali
Bir başka gariplik de şu: İşi iletişim olanlar (merhaba PR’cılar), bazen iletişim kurmamakta adeta ustalaşıyorlar. Tam bir ironi. Mail atarsın, cevap yok. Ararsın, ulaşamazsın. Mesaj atarsın, “13.01’de görüldü” yazar ama ne dönen var ne de soran.
Düşünsenize, “iletişim” diye bir meslek icat etmişiz ve bu mesleği yapan insanlar iletişim kanallarını kapatmış. Belki de gizli bir geçitleri var—yalnızca VIP mesajlar o kapıdan geçebiliyor. Biz ise, “özel olmadığımızı” anladığımız o talihsiz anda, sonsuza dek kapının önünde beklemeye mahkûm ediliyoruz. Tabii bir süre sonra o kapıya şöyle bir not iliştiriyorlar: “E-postanızı görmedim.” Favori bahanemiz. Ardından ekleniyor: “Spam’e düşmüş.” Ve tabii ki olmazsa olmaz: “Telefondaki rehber sorun veriyordu.”
Ama bu bahaneler yetmiyor. Çünkü aynı kişiler, bir konferansta “iletişim çağına nasıl liderlik ettiklerini” uzun uzun anlatırken sizi görmezden gelmeyi sürdürüyorlar.
Burada da bir parantez açalım eksik kalmasın: İletişim dediğimiz şey, iki yönlü bir yolculuk değil mi? Bir alışveriş. Sen bana seslenirsin, ben sana yanıt veririm. Peki ya PR’cılar? Onlar bu yolculukta pencereleri filmli, içeride Wi-Fi çekmeyen bir minibüs gibi ilerliyorlar. Hem içeriyi göremiyoruz hem de sesimizi duyuramıyoruz. Jean-Paul Sartre, “İnsan seçimleriyle var olur.” diyor. Burada seçim belli: Cevap vermemek. Çünkü cevap vermek, bazen “evet, sen de varsın” demek anlamına geliyor. Ve bu, bazıları için fazla bir yük.
Psikologlar insanların sosyal bağlara ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Sorun şu ki, bu bağı kurmada orta yolu bulamıyoruz. Ya iletişim kakafonisi içinde çıldırma seviyesine geliyor ya da iletişememe boşluğunda kendi yankımızı duyuyoruz.

Denge Meselesi
Dağıttığımı biraz toparlayayım.
Peki ne yapacağız? Bilmiyorum! Becerebilirsek önce sınırlarımızı netleştireceğiz belki. “Akşam 20.00’den sonra dönüş yapmıyorum.” diyeceğiz. Sonra empatiyle yaklaşacağız (bu kısım zor ama denemeye değer). Bir de bazen “Ben de insanım!” diyerek karşılık vereceğiz. Çünkü cevap vermemek bir lüksse, o lüksü bazen biz de hak ediyoruz.
İletişim dediğimiz şey, insana özgü bir beceri. Ama şu an ya fazla abartıyoruz ya da tamamen yok sayıyoruz. İkisi de bizi yoruyor. Bu kadar zıtlık, bu kadar dengesizlik neden? Belki gene “denge” meselesine gelip takılıyoruz.
O halde ne diyelim?
Dengeli iletişebildiğimiz günlere…
■ Ardından: 2024
■ Dark Blue Notes’da Sümeyra Gümrah Teltik
■ Instagram’da Sümeyra Gümrah Teltik