Akbank Caz Festivali

“Ardında” mı, “öncesinde” mi?

Yaşım ilerlediğinden mi nedir, artık herhangi bir yılın “ardından” diye bakamıyorum. Bir “önalış” olmalı, belki gelmekte olan yılı daha karşılamak, ileriye bakmayı alışkanlık hâline getirmek, belki de her şeyin bir takvim cilvesi olduğunu anlamakla alakalı ama yılbaşlarının bendeki tezahürü bu. Yazarı olmaktan çok mutlu olduğum DBN için, benim için “eski usul” de olsa, bir yazı yazmamazlık da edemem. Buyurun, geçen yılın bendeki müzikal izleri ki hepsi bir “işe” dayanır. “İş” sözcüğünü seviyorum, insanın sadece bedenini değil aklını da kullandığını hatırlatan kullanışlı bir sözcük. Marx, “yapan insan” (Homo Faber) derken insan aklının da bir “üretim yeri” (birden çok insanın çalıştığı bir atölye) olduğuna göndermede bulunuyordu. Dinleyicisi olmayan bir müzik yapılamayacağına göre, çok haklı. Ben, övünerek söylüyorum, iyi bir dinleyici olmanın müziğin esası olduğuna inanlardanım. Müzisyenleri asla küçümsemiyorum, aksine bu işin yapısal olarak “diyalog” esaslı olduğunun altını çizmeye çalışıyorum. Müzikler, eğer etkiliyse, dinleyiciler tarafından birbirlerine aktarılır. Sevmek de “solo” bir “iş” değildir. Bir egoizm meselesi ise hiç değildir. Ne olacak, sevdiğiniz müziklerle mi öte dünyaya gideceksiniz? Notaların, bestelerin, ezgilerin ölümsüz olduğunu hatırlatıp susayım.

Barkev Balımyan, Sadettin Davran ve Orhan Tekelioğlu

Peki, 2024’ün, hangi işlerle hasbıhal içinde olduğum bir yıl oldu diye sorarsanız, temelde “eskiler” ve bir iki de yeni “iş” olduğunu söyleyebilirim. Özellikle altını çizmeliyim, aklıma sadece “caz” işleri gelmiyor, yıl boyunca açtığım dersler, düzenlediğim müzik atölyeleri nedeniyle ister istemez, cazın yanısıra bir dizi “dünya müziği” (berbat bir tarif biliyorum ama, bir fikir verebildiği için kullanıyorum) ve ilaveten, birçok da “yerel” müzik dinledim. Bazılarını severek, bazılarını da anlamak, öğrenmek için. Keçiboynuzu misali, benim için çoğu, sevenlerin kalbini kırmak istemem, sadece bir bilgi parçacığı, bazıları ilginç de olsa, çoğu sıkıcı.

O hâlde, sevdiklerimden söz edeyim. Öncelikle, ne kadar çok sevdiğimi hatırladıklarımdan. Ne yazık ki, çok fazla müzik dinleyince, eskiden sevdiklerinizle araya mesafe girebiliyor, uzun süre dinlemesem de kafamda sanıyorsunuz. Ve ortaya çıkıyor, boşlamamanız gerekiyormuş, o müziğe gerçekten ihtiyacınız varmış. Örnek mi? Şostakoviç. Ne mi oldu?

Neşet Ertaş, Dmitri Şostakoviç ve Hrant Lusigyan

Facebook’da yıllardır üyesi olduğum Şostakoviç ile ilgili bir sitede Türkçe bir kitap başlığı gördüm. Onu koyan kişi (Türk değil bir yabancı), bu kitap önemli mi diye soruyordu? Baktım, çok uzun olmayan bir zaman diliminde önemli bir yazar tarafından yazılan bir biyografi. Güzel değil mi, birisi üşenmemiş kitabı çevirmiş, bir yayınevi de yayımlamış. Ama orada ukalanın biri (başka bir yabancı), acaba geçerli bir çeviri mi diye sorunca, istemeden ben de konuya dahil olup şahsa Türkiye’deki çeviri tarihini anlatmak zorunda kaldım. Neyse, işin bu kısmı çok önemli değil ama, bu vesileyle ben de Şostakoviç’e tekrar kavuşabildim, ukala dümbeleğine hayatıma yaptığı katkısından dolayı teşekkürlerimi sunmak isterim. Velhasıl, bol bol Şostakoviç ve ilaveten, Prokofyev ve Stravinsky dinleme şansını da yakalamış oldum. Güzeldi, gelecek yıl da müzik mönümden eksik olmayacaklar.

Geçtiğimiz yılın benim açımdan en güzel keşiflerinden bir Kalan Müziğin yayınladığı “Abdallar’a Kalan” başlıklı dört CD’lik arşiv çalışması oldu. “Keşif” diyorum, çünkü, Anadolu Abdal müziğinin can çekiştiğine dair hatalı bir kanıya kapıldığımı ben de farkettim. Her daim arşiv işleriyle bizi zenginleştiren, müzikal hafızamızı tazeleyen Kalan’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Üstelik, bu bir “güncel arşiv” (alanda “hücum kayıtlar”, minimal düzeltmeler ve harika bir mastering) ve böylece, arşiv sözcüğünün sadece tarihsel bir anlamı olmadığının da altını çiziyor. Demem o ki, elimizde çok daha iyi ve ucuz cihazlar, sevdiğiniz müzikleri mümkün olduğunca çok kaydedin. Yazının son kısmında sözünü edeceğim Hrant Lusigyan’ın elimizde bir tane bile kaydı yok, en azından, dinlenebilecek, müzisyenin niteliğini anlayabilecek seviyede bir kayıt bulunmuyor.

Ali Farka Toure, Fela Kuti ve Nusrat Fateh Khan

Şimdi caz ve dünya müzikleri faslına geçeyim. Eğer kavramı yerli yerine oturtursanız, belki de “caz” zorunlu göçler nedeniyle oluşan ilk dünya müziklerine örnek olabilir. Bunu ben tersine yolla keşfedenlerdenim (dikkat ederseniz hep keşif diye yazıyorum, çünkü müzikte bir şeyler “bulmak” neredeyse imkânsız, hep bir keşif, her zaman keşif), örneğin Mali’li Ali Farka Toure’yi dinlerseniz “Blues”un nereden geldiğini kolayca duyabilirsiniz. Plak şirketleri Toure’nin müziğine utanmadan “African Blues” diye isimlendirerek anlatıyı tersyüz etmeye çalışsalar da zırva tevil götürmez, ABD’de melezleşen “Blues” tabii ki Afrika kökenlidir.

Don Cherry, Miles Davis ve Nils Petter Molvaer

Neyse, Afrika’dan devam edelim, yıllardır dinlemekten usanmadığım Fela Kuti’yi dinlemeyi, daha doğrusu YouTube’a yüklenen yeni videolarla izlemeyi sürdürdüm. Adam vahşi, sahnesi törensel, göz alıcı. Bu arada, Oslo’daki Pakistanlı bir bakkalda ilk kez keşfettiğim (seksenlerin ortası) Nusrat Fateh Khan’ı da asla boşlamadım, belli ki, o benim “ruhanî” liderim! Caz bahsindeyse eski avangartlarıma devam ettim, Don Cherry’den şaşmadım (meraklılar için not: Colin Walcott, Nana Vasconcelos ve Don Cherry’nin buluştuğu o muhteşem Codona üçlemesini atlamayın), dinledikçe hayranlığım arttı. Miles’ın “elektrik” dönemini deşmeye devam ettim, kim ne derse desin, bence en yaratıcı dönem o yıllar. En sevdiğim enstrüman olan piyanoda ise hemen her döneme yüz verdim, Bill Evans’tan Keith Jarrett’a, Fred Hersch’den Thelonious Monk’a tüm “klasiklerle” (benim klasiklerim) bolca zaman geçirdim. Bu arada, o tuhaf trompetçi Nils Petter Molvaer’in İstanbul konseri güzel bir sürpriz oldu ve böylece Khmer isimli şahane albümden başlayarak eski albümlerini dinleme imkânım oldu.

Müziklerdeki çorba zevkimi (leziz bir Borsch Çorbası olduğunu düşünüyorum) bir yana bırakırsak, geçtiğimiz yılın benim için en önemli “işi” Beyoğlu Caz Festivali oldu desem yeridir. Önceden hiçbirini tanımadığım (tanıdıklarımdan bir hayır gelmediğini bilerek özellikle belirtiyorum) bu genç “tayfa” beni eski bir öğrenicimin (İdil Meşe ki, okuldayken kızın müziklerini eleştirirdim, o da en terbiyeli haliyle işlerini savunurdu, ne mutlu ki o haklı çıktı, ben yanıldım) tavsiyesi ile buldular. Gerçekten çok efendi insanlar, onlara uzun uzun ne yapmamaları gerektiğini anlatmama dertlenmeden katlandılar, bu da yetmedi benim önerimle (evet, övünmem gerek, fikir benden çıktı) Hrant Lusigyan’ı anmayı da programa eklediler ve ortaya nefis bir toplantı çıktı. Barkev Balımyan, Sadettin Davran ile güzel bir söyleşi yaptık, ardından ikramlarla beraber güzel bir konser de yapıldı. Kanımca, Beyoğlu Üç Horan Kilisesi’ndeki bu “hatırlama”, saygı gösterme işi ile Lusigyan’ın yeri hafızamızda tazelendi. Radyo kayıtlarında bulunmayan, plağı olmayan, doğru dürüst yapılmış herhangi bir kaydı olmayan ama eski ustaların sitayişle bahsettikleri bu şahane cazcıyı bu vesileyle anmış olduk.

Sanırım, gelecek yıl da Beyoğlu Caz ekibiyle devam edeceğiz, hatta gelecek yıl kimi ya da neyi hatırlamamız gerektiğine dair fikrimi de onaylamış gibiler. İstanbul’da, Pera gibi cazın kalbinin attığı bir yerde “unutulanları” hatırlatmak, adında Beyoğlu olan bir caz festivalinin asıl işi olmalı. Bu “iş”, önceden yaptığı gibi basit bir ödül töreniyle geçiştirilemez, hakkıyla yapılacaksa, o insana dair bir panel düzenlenmeli, elde belgeler varsa sergilenmeli, üstüne konuşulmalı.

2024’ün ardından aklımda işte bunlar, meraklısına sevgiyle, muhabbetle…

■ Ardından: 2024
Dark Blue Notes’da Orhan Tekelioğlu

Orhan Tekelioğlu

Sosyolog, iletişimci, akademisyen, çevirmen, yazar, şair, müzik tutkunu.

Orhan Tekelioğlu 'in 2 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Orhan Tekelioğlu ait tüm yazıları gör

Avatar photo