Thelonious Monk Tek Başına
Bazen, sevgili Turgay Yalçın’ın da tavsiyesiyle bazı caz albümlerinin üzerinde uzun uzun çalışıyorum. “Çalışıyorum” derken kastettiğim şey, o albümlerle uzun süre vakit geçirmek, o albümlere mümkün olduğu kadar dikkatle kulak kabartmak ve mümkün olan her ortamda en az bir kez o albümleri dinlemek. İşe giderken, işten dönerken, çalışma odasında, yatak odasında, ofiste, salonda, balkonda… Böylece hislerimi ve izlenimlerimi farklı ortamlarda da test etme fırsatı buluyorum. Turgay Bey’in tavsiye ettiği mihenk taşı albümler de bana olanca güçleriyle eşlik ediyor. Bu pratiğin son halkası, bir Thelonious Monk albümüydü. Bu albümlerle bu kadar uzun zaman geçirme nedenim de, aslında klasik müzik dinleyicisi olarak caz müzikle ilgileniyor olmam. Bambaşka pratikler ve bambaşka dinamiklerin dünyasından geliyorum caz müziğe. Eh, dolayısıyla da, cazın bana ilginç gelen yanlarına daha dikkatle bakmam gerekiyor. Yargı geliştirirken de olabildiğince esnek olmam gerekiyor tabii. Bu klasik müzik-caz müzik ikiliğini bir ara kişisel bir gözle anlatacağım. Fakat şimdi Monk zamanı.
Bir klasik müzik dinleyicisi için piyanonun tam olarak nerede durduğunu bilirsiniz. Besteciler yüzyıllarca piyanoyla (ve klavsenle) çalıştı bestelerini. Dolayısıyla piyano ve piyanonun akrabaları bizim için güvenli limandır. Muhtemelen dinleyiciler için de en güvenli limandır çoğu zaman. Dolayısıyla caz piyanistleriyle karşılaştığımda da onların piyanoyla yaptıkları benim için çok heyecan verici oluyor. Turgay Bey’in bana son önerdiği albüm piyanoda bambaşka bir üslubun, bambaşka bir duruşun temsilcisi olan Thelonious Monk’un Monk Alone başlığını da taşıyan uzun isimli bir albümüydü: The Complete Columbia Studio Solo Recordings of Thelonious Monk.
Thelonious Monk, piyanonun başına geçtiğinde, defalarca anlatılmış bir hikayeyi anlatıyor olsa bile iyi bir hikaye anlatıcının her zaman yaptığı gibi gözlerinizi üzerinden alamayacağınız işlere imza atıyor. “The Complete Columbia Studio Solo Recordings of Thelonious Monk” albümünü dinlerken pek çok noktada şaşkınlığımı gizleyemedim. Bu elbette benim ilk Monk dinleme deneyimim değildi. Fakat işte diyorum ya, Monk’u çalıştım son birkaç haftada. Bu albüm üzerinden de bana heyecan veren bir sürü izlenime sahip oldum. Kapı kapıyı, albüm albümü açtı. Albüm albümü açtı, derken gerçekten öyle oldu. Birkaç performanstan ve birkaç farklı kayıttan bahsedeceğim.
Bir solo kayıtlar seçkisi
The Complete Columbia Studio Solo Recordings of Thelonious Monk, 1962-1968 yılları arasında Monk’un piyanonun başına -tek başına-geçtiği günlerin bir belgesi. İçinde pek çok caz standardı barındırıyor. Bu caz standartlarından bahsederken bana rehber olması için Ted Giolia’nın Alfa Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Caz Standartları: Bir Repertuar Rehberi kitabını referans aldım. Kitapta bahsi geçen kayıtlarla Monk’un performanslarını karşılaştırınca da Thelonious’un neler yaptığını daha net görme imkanım oldu. Açılış parçasıyla başlayalım.
Albümün açılış kaydı, Johnny Green tarafından bestelenen ve Giolia’nın “caz baladlarının büyükbabası” diyerek tarif ettiği Body and Soul. Başından itibaren onlarca, yüzlerce müzisyen tarafından seslendirilen bu parça, tenor saksofoncular için bir referans noktası. Kritik bir eşik. Parçanın yükselmesinde en büyük pay sahiplerinden biri de Coleman Hawkins. Kendisinin bir kaydını dinledim tekrar tekrar, sonra ise Monk’a geçtim.
Coleman Hawkins’in kaydında her şey havada süzülüyor. Bestelendiği dönem itibarıyla da ölçüsü, saçı, başı, gözü çok yerinde ve akışı da çok net belli bir kayıt. Tenor saksofonun verdiği “akışta kalma” hissiyle dolu. Hawkins’in bu parçayla özdeşleşmesinin şaşkınlık veren bir yanı yok.
Thelonious Monk kaydı ise apayrı bir evrenden gelmiş gibi. Monk’un evreninde bu parçanın yerleştiği yer insanı çok heyecanlandırıyor. Heyecanın en büyük nedeni de Monk’un kendi “ölçüleriyle” parçayı yeniden yaratması. Body And Soul hem bildiğimiz Body And Soul, hem de değil. O artık Monk’un bir yaratısı, bir düşü belki. Her bir nota kendi içinde ve partisyonlar içinde çok daha baskın, daha köşeli. Parçanın Hawkins kaydında yalnızca bir eşlikçi olan piyano, Monk’ta soliste dönüşünce kendine yepyeni bir koltuk ediniyor. Bana göre Monk’a dair ve üslup üzerine düşünülmesi gereken her şeyi açıkça ortaya koyan bir performans. İri parmakları piyanonun üzerinde gezinen Thelonious, bize Body And Soul’un başka bir gözle anlatılmış hikayesini aktarıyor. Tek taraflı anlatılardan bıkan dinleyici için müthiş bir fırsat. Köşeli, kabına ve tanımlara sığmaz notalar peş peşe sıralanıyor. Benim gibi “nazik piyano dokunuşlarına” alışık bir dinleyici için ise gerçek bir test aracı.
Albümde Monk’un ellerinden çıkan Ruby My Dear ve ‘Round Midnight gibi besteler de var elbette. Tek başına Monk’un çaldığı ‘Round Midnight, bana bu parçanın en saf halini başlı başına hissettirdi mesela. Monk’un kafasında dönenleri anlayabiliyorum. Özgürleşen bir notalar bütünü, özgürleşen bir piyano virtüözü, kalıplardan sıyrılan ve akışkanlığını koruyan bir beste. Monk’un karmaşık gibi görünen icrasında apayrı bir gramer olduğunu, ancak onun evrenine daha da daldığınızda, onunla daha fazla zaman geçirdiğinizde fark ediyorsunuz. Bunu hissetmek ve fark etmek de sizi Monk’un müziğine daha da fazla dalmaya sevk ediyor.
Şu efsanevi kayıt mesela. Miles Davis, John Coltrane, Red Garland, Paul Chambers, Philly Joe Jones… Bir araya geldiği zaman dünyayı sırtlayabileceğine emin olduğunuz bir ekip. Nitekim bu albüm de o ekibin dünyayı sırtlamakla kalmayıp daha fazlasını yaptığını gösteriyor. Burada ‘Round Midnight, yine saksofonun yumuşak ses evreninde akıyor. Monk’un piyanosuyla var ettiği ‘Round Midnight ise bambaşka bir dünyanın parçası. Monk bir dahi. Kendi dehasını aktardığı besteyi de kendi içinde tekrar doğurmaya kalkışan bir dahi.
Miles ve diğer usta müzisyenlerin kaydettiği ‘Round Midnight yorumlarına alışık herkes için Monk’un ‘Round Midnight’ı bir tür test. Parçayı bildiğinize eminsiniz. Ama peki parçayı “okumayı” biliyor musunuz? Monk, bir dilde yazdığı notaları başka bir dilde okumayı bilen bir müzisyen. Kendi üretimlerini bu becerisinin üzerinden var etmesi de hiçbir şey değilse bile heyecan verici. ‘Round Midnight’ta yaptığı şey, parçayı söküp takmak, tıpkı bir lego gibi yeniden inşa etmek. O tanıdık saksofon yürüyüşüne piyanoyla bambaşka bir akış yaratıyor. Bu akışta yine notalar köşeli. Bazı yerlerde hayal edebileceğinizden daha yüksek tınlayan tek tük notalarla karşılaşıyorsunuz. Hani başka bir yerde duysanız “Ne acayip bir ‘Round Midnight ya bu” dersiniz. Ama Monk’un elinden çıkınca da acayipliğini korumasına rağmen yersiz olmadığına emin olduğunuz bir tondan dinliyorsunuz parçayı. Üstelik konu yalnızca piyanonun üstüne basıla basıla tıngırdayan tuşları değil. Monk sadece daha keskin ifadelere sahip değil. Bana göre en büyük icadı kendi zaman algısı.
Monk’un zaman algısını keşfetmek, yepyeni bir gezegende bir günün, bir ayın, bir yılın ne demek olduğunu keşfetmek gibi. Çoğu zaman “lineer” olmayan, temel müzik ölçülerine teoride bağlı olan ama pratikte bu ölçülerden gerektiği kadar sıyrılarak kendi metronomunu icat eden bir zaman pratiği ve kavramı Monk’unki. Elinde olsa zaman kavramını yeniden tanımlar. Elinde olsa yeniden icat eder. Koştuğu yerler, nefes aldığı alanlar, sakinlediği köşeler, bugünden düne gittiği ölçüler ve daha fazlası, piyanoya yeni bir zaman fısıldıyor. Kendi yazdığı notalara da başkalarının bestelediği parçalara da zamanı yeniden fısıldıyor.
Thelonious Monk’u izlemek
Neden sonra Monk’un çalarken nasıl göründüğünü merak ettim. Albüme bir parça ara verdim. Piyanosundan “böyle” sesler çıkaran adamın piyanoyu nasıl çaldığını görmek istiyordum. O yüzden, YouTube’da yer alan bir kaydına bakışlarımı çevirdim. Dikkatlice baktım çalışına. Bir elin tüm kıvrımlarının, her bir milimetresinin nasıl piyano çalabildiğini gördüm.
Yıl 1969, Berliner Jazztage festivalinde Thelonious Monk’u izliyoruz. Sırasıyla Satin Doll, Sophisticated Lady, Caravan, Solitude, Blues for Duke ve And I Love Her seslendiriliyor. Ben özellikle Monk’un tek başına olduğu ve konserin ilk 5 parçasının seslendirildiği kısma odaklandım. Burası benim ilgimi çeken kısım.
Yukarıda “Monk’un iri parmakları” dedim. Burada tam olarak neyi kastettiğimi daha açıkça görüyoruz. İri parmakları, piyanonun üzerinde hem kendine ait bir ritimle hem de daha önce görmediğim cinsten bir temasla dolanıyor. Tuşlara kararlı, keskin ve ikna edici bir şekilde dokunuyor. Nazikçe değil, ikna edici bir şekilde. O notayı istediği tonda ve gürlükte almak istediğini piyanoya açıkça söylüyor her dokunuşunda. Bir klasik müzik dinleyicisi olarak izlediğim pek çok piyanistten çok daha farklı bir temas biçimi bu. Piyanoya gerçekten vurmalı çalgı olduğunu hatırlatıyor. Ortaya çıkan sesler bütünü ise aslında piyanonun hoşuna gidiyor. Piyano vurmalı bir çalgı olmaktan çok memnun. Monk’un ellerinin büyük kısmıyla (yalnızca parmak uçlarıyla değil) temasta olmaktan pekala memnun sanki.
İki Duke Ellington kaydı
Yukarda Monk’un piyano üslubuna odaklanmaya çalıştığım performansta Thelonious’un çaldığı Caravan, Solitude ve Sophisticated Lady, birer Duke Ellington bestesi. Monk’un Duke Ellington parçalarıyla sıkça vakit geçirdiği, onları sık sık çaldığı da malum. Bu konserden de ilhamla elim 1955 yayını bir albüme gidiyor: Thelonious Monk Plays Duke Ellington.
Karşılaştırmalı Monk külliyatı yapacaksak bir Duke Ellington başlığı da açmamız gerekiyor sanırım. Özellikle Turgay Yalçın’ın da tavsiyesi bu yöndeydi. Ben de yukardaki performansın ışığında bu kayda bir yer açmak istedim. Zira başka türlü Monk bahsi eksik kalacak gibi görünüyor.
Burada karşılaştırmak için seçebileceğim kayıt elbette Ellington’un “uncut” bir performansı olabilirdi. Fakat onun yerine, Ellington ve Monk kayıtlarını olabildiğince makul düzlemde karşılaştırabileceğim bir kayıt seçmek istedim. Solitude dinliyoruz. Ellington burada, tam kadro tam faça bir kayıtla.
Burada Ellington’un solist piyano performansı, yine inceliğe dayalı ve zarif bir performans. Çok keyifli, olanca hikayesiyle akıp gidiyor. Bestenin kendine has müthişliği içinde akıp gidiyor piyano. Orkestra ise çok iyi bir sos oluşturuyor. Büyük bir müzisyenin, kendisine ait bir mücevheri parlatışına şahit oluyorsunuz dinlerken. Bu da elbette bir dinleyici olarak hem Ellington’a ve onun bestelerine hayranlığınızı hem de müziğe karşı beslediğiniz hayranlık ve iştahı artıracak bir performans. Üstelik bu besteyi Ellington’un ne kadar kısa bir sürede yaptığını öğrenince heyecanınız daha da artıyor. Giolia’nın kitabında alıntıladığına göre Ellington bu parçayı yalnızca yirmi dakikada bestelemiş.
Thelonious Monk’un Ellington parçalarını kaydettiği Plays Duke Ellington albümünde, bir solo piyano kaydıyla dinliyoruz Solitude’u. Burada ise daha önce dinlemediğim cinsten bir Monk ile karşılaştım. Yine tane tane notalar dökülüyor piyanodan. Fakat daha usul usul. Repetitif notalarda ve ölçülerde, tekrarın kendisinden ziyade tekrarın “tekrar gibi” hissettirmemesine odaklanıyor. Üzerine düşünülmüş, çalışılmış, uzun etütler yapılmış fakat asla “aşırı mühendislik yapılmış” izlenimi vermeyen bir performans. Üç dakika kırk beş saniyeye sığan meditatif bir hal var Monk’un Solitude’unda.
Yine aynı albümden Mood Indigo kaydında ise Monk’a eşlik eden fırça baget vuruşlarının ve bas notalarının nasıl da yakıştığını dinliyorsunuz. Fakat yukarıda çok fazla “zaman”dan bahsetmiştik ve işte bu parça da zaman konusuna ve metronom konusuna dönmek için büyük bir şans. Perküsyonun ritminden bütünüyle uzaklaşmasa bile Monk’un piyanosundan çıkan, kendi içinde apayrı bir yürüyüş hızı edinmiş bir Mood Indigo dinliyorsunuz. Kendi zaman aralıklarını, kendi nefeslerini, kendi adımlarını yaşamaya devam ediyor. Ancak etrafındaki diğer enstrümanların da sırıtmasını engelliyor. Bir ayağı bizim zamanımızda, bizim evrenimizde; diğer ayağı ise her zaman kendi evreninin trafiğinde.
Şu albüme yeniden dönünce
The Complete Columbia Studio Solo Recordings of Thelonious Monk, bir müzisyenle tanışma isteği taşıyan her dinleyici için büyük bir nimet sayılacak cinsten güzel bir koleksiyon. Farklı “take”lerle aynı parçaya Monk’un değişik yorumlarını dinlemenizi sağlayan, kendi besteleriyle farklı bestecilere getirdiği yorumları harmanlayan ve en güzeli de sizi Thelonious Monk ile baş başa bırakan bir albüm.
Saatlerimi vererek dinlediğim albümde beni en büyüleyen kayıtlardan biri de yine kendi bestesinin kaydı oldu: Ruby, My Dear. Gerçekten değerli birine yapılan bir bestenin nasıl da ustalıkla ve besteci özeniyle kaydedildiğini görmenin bundan daha iyi çok az yolu vardır. Beni heyecanlandıran bu kayıtta gördüğüm şey de pür samimiyet ile bezenmiş bir özen. Ruby, My Dear’ı çok kişiden dinleyebilirsiniz elbette. Çok fazla usta müzisyenin elinin dokunduğunu bilirsiniz. Bazıları da çok iyi çalar. Ama Monk’un kendi alfabesi, kendi grameri, kendi cümleleri, kendi dokunuşları ve akışta gidip gelen ellerinden dinlemek gibisi var mı? Zannetmiyorum.
Daha önce de birkaç Monk kaydıyla uzun süre geçirmeme rağmen ben The Complete Columbia Studio Solo Recordings of Thelonious Monk ile birlikte Thelonious Monk’u tekrar, daha yakından tanıma fırsatı buldum. Tıpkı yakın bir arkadaşınızla baş başa içtiğiniz ve ilk kez sırlarınızı dökerek rahatladığınız bir gece gibi. Bir klasik müzik dinleyicisi olarak kalıplara sığmazlığını, bir caz meraklısı olarak besteciyle icracı arasındaki üslup farklarını, bir genç olarak da hayatım boyunca tanışamayacağım bir müzisyenle uzun zaman geçirebilmenin heyecanını yaşadım.
İlk kez Monk dinleyecekseniz şiddetli tavsiye. Yok, Monk’a meraklıysanız daha da şiddetli tavsiye.
■ Andaç Üzel’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Andaç Üzel web sitesi