Akbank Caz Festivali

Susturulamayan İç Ses

Konsere Gitmek mi Gitmemek mi? İşte Asıl Mesele Bu!

Öncelikle uyarmalıyım bu bir 2024 konser sezonu değerlendirmesi değil, kafası karışık bir kültür sanat meraklısının iç sesini kelimelere dökme çabasıdır.

Pandemiden sonra bu cümleyi kuracağımı tahmin etmezdim ama hayat tahminlerle ilerlemiyor elbet.

Heybene Kaç Konser Sığdırabilirsin Abidin!

Sizce de evde oturmayı lüks saydığımız bir sezon geçirmedik mi? Bir ara bir gazeteci arkadaşımızın söylediği “Cumhuriyet tarihinin en fazla etkinlik gerçekleşen sezonu olmalı” cümlesinin altına imzamı atıp, parmak basıp, kaşe vuruyorum. (Bu kadar etkinliğin ardında, Debord’un “Gösteri Toplumu” konseptinin de parmağı olabilir mi?)

Çok sevdiğim iki sanatçının aynı akşam çakışan konserlerinin ikisini de dinlemek için evden çıktığım bir akşamı hatırlıyorum. İkisini de canlı dinlemek istiyordum ve ikisini de bir şekilde dinleyebileceğime inanmıştım. Uluslararası kabul görmüş mesafe ölçülerinin dışındaki İstanbul’da, hele hele trafikte zaman bükülürken inanmıştım hem de! Varış süremiz 40 dakika iken, 20 dakika sonra varış süremizin 47 dakika olması gibi… Yolda, metronun sert parlak ışıklı vagonunda aydınlanma yaşadım. Hangi umutla iki konser için yola çıkmış olabilirdim ki; amip gibi bölünmenin umuduyla mı? (Hey sen sağdaki Zorlu’ya geç, ben Uniq’e ışınlanıyorum)

Her konser aynı güne çakışmasa da bu sezon “genel müzik dinleyicisi”nin bir haftada üç konseri gözüne kestirmesi muhtemel. Bir konserin, konser arası ile bir buçuk saat sürdüğü göz önüne alındığında; öncesi iki saat konser alanına varış, sonrası eve dönüş -geç saatte- en az bir saat olarak düşünüldüğünde bir konser için ortalama beş saate ihtiyaç var. Bu hesap bu yazıyı okuyan pek çokları için “boş lakırdı” olabilir. Sonuçta konserdeki o bir buçuk saatte alınan hazzı öncesinde ve sonrasında verilecek mücadele ile kıyaslamak saçma gelebilir. Bana da bir zamanlar kesinlikle “saçma” gelirdi ama galiba yaşlandım. (Galibası yok yahu, üzerimdeki bu asabiyetle yaşlılığın “huysuzluk” payesini gururla taşıyorum.)

Para! Para! Para!

Gittikçe uzayan yollar, o yollarda bükülen zaman dışında bir müzikseverin çok daha önemli bir sorunu olmalı. “Olmalı” diyorum çünkü çok “oluyor” gibi görünmüyor. Kim söylemişti o özlü sözü: “Para, para, para”! Henüz varlığının “bir dert” olduğunu görmediğim için sadece yokluğunun “yara” olduğunu söyleyebilirim.

Geçtiğimiz yıl (2023) sırf farklı bir deneyim yaşamak için gitmeyi gerçekten çok istediğim Irak’lı bir şarkıcının konser bileti 24.500 TL idi. Çok gerilerde, muhtemelen sadaka niyetine benim gibiler için ayrılmış 500 TL’ye birkaç koltuk vardı. Ama işte böyle çokkk gerilerde olduğunda ve aşırı miyop bir şahıs olduğumdan “aç, evde dinle” psikolojisine giriyorum. Bilet fiyatları konusunda geçmiş yıldan örnek verdim çünkü 2024 yılında sadece son -en ucuz- kategorilerin fiyatlarına baktım. Birinci kategori fiyatlarını gördüğümde, William James’in “çoklu evren teorisi”ne inancım katlanarak artıyor. O hızlıca tükenen birinci kategori biletlerini alanlarla ben aynı evrende yaşıyor olamam. Bu fiziki ve felsefi sorunlarla beynimi yakmamak, psikolojimi bozmamak adına son kategori bilet fiyatları “benim bulunduğum evrende” kabul görebilir nitelikte. Onda bile “Gitmeli mi?”, “Evde mi dinlemeli?”, “Aaaa 3 taksit yapıyorlarmış gideyim hadi!” gel-gitleri arasında kaldığım oluyor. (Belki de bu, FOMO’nun bir başka yansımasıdır.)

Uzun yıllar ucundan kıyısından sektörde bulunmam sebebiyle sezon içinde konserlere davet edilebiliyor ve/veya davetiye talep ettiğimde “bazen” bulabiliyorum – Böyle bir avantajım olmasa yıl içinde kaç etkinliğe katılabilirim emin değilim. (Bir konser biletine 3 taksit yaptırdığımı göz önünde tutarsak, bir yılda da 12 ay var. Demek rahat bir ödeme için 4 konsere gidebiliyorum. (Evet, gördüğünüz üzere matematiğim de kuvvetli.)

Peki ya “birinci ve hatta ikinci kategori” biletlerini satın alanlar paralel evrenlerden gelmiyorsa onlar kim?! Ekonomik krizin de etkisiyle şirazeden çıkan konser biletlerini kimler alıyor, salonlar, stadlar nasıl doluyor? Bu insanlar nerede yaşıyorlar, nasıl besleniyorlar? Öyle ya ben bunu yapmak istesem maaşı yatırıp kalan zamanda solungaç solunumu yapmam gerekebilir. Tutun çekin beni bu varoluşsal sorgulamalardan!

Bitti mi? Bir konsere tek başına gidiyorsan bitmiştir ama eş-dost-arkadaş ile gidiyorsan… oy, oy, oy… Öncesinde bi yemek yemek mi? Hangi devirde yaşıyorsunuz? Ya da bunu bir ay içinde kaç kez yapabilirsiniz? Öncesinde bir kahve mi? Belki! Açıkçası kalın porselen fincanlarda az sonra buz kesecek bir kahveye 120 TL vermek de… Bilemedim. Sıradan bir kahveye dışarıda para verirken; “Bi bu kadar daha verir eve bir paket filtre kahve alırdın akıllım!” iç sesimden kurtulamıyorum. (Demiştim matematiğim kuvvetli) “O esnada arkadaşla edilen sohbet paha biçilemez, mesele kahve değil sen anlamadın mı?” diyorsanız; konser öncesi gidilebilecek lokasyonlarda sohbet edilebilecek ses düzeyine sahip çok da cafe-restorana rastlamadım.

Ha bu arada şöyle de bir gerçek varmış! Yurtdışında bu konserlere gitmek istediğimizde çok çok daha pahalı imiş. Bu gerçeği biliyorum ama onlar da bizim gerçekliğimizi biliyor mu?

Tencere Dibin Kara, Seninki Benden Kara

Bu kadar ağladığıma, vızvızlandığıma bakmayın siz! Yeri geliyor organizatörler için de ağlıyorum. Dolar, Euro, TL kuru sebebiyle sanatçı kaşeleri -bu arada yurtdışındaki sanatçıların Türklere göre daha makul kaşe bedelleri olduğu gerçeği de var-; ekibin ulaşım ve konaklama masrafları -sahne üstünde görünenler dışında ekip daha kalabalık olur-; mekân kirası, ilan, tanıtım ücretleri derken… Organizatörlere “Siz bu işi neden yapıyorsunuz? Mazoşist misiniz?” diye sormuşluğum da var.

Galyalılar!

Ne demişler “Zenginin parası, züğürdün çenesini yorar”. Maddi mevzuyu kapatalım.

Hadi parayı buldunuz! Belki de benim gibi davetler alıyorsunuz ve zaten pek çok etkinliğe davetli gidiyorsunuz. Yahu! haftanın üç dört akşamı o etkinlik senin bu konser benim nasıl yetişiyorsunuz? Galyalıların kuvvet iksirinin tarifini buldunuz da bir benim mi haberim yok! Evde ayaklarımı uzatmış sizin storylerinizi izlerken yoruluyorum. Benimki de normal değil biliyorum ama gerçekten “alternatif”, “deneysel” vs müziklere storyler üzerinden maruz kalınca bile samimiyetle yoruluyorum.

İnsanların bitmek bilmeyen etkinlik maratonuna yorulmamanın ardında, belki de Kierkegaard’ın dediği gibi “hayatın sıkıntısından” kaçma isteği var ya da belki de -top atışlarını göğüslemeye hazır yazıyorum, çünkü bu cümlelerim aynı zamanda kendime- Debord’un “Gösteri Toplumu”na atfen her anımızı sergileme dürtüsü öne çıkıyor olabilir. Belki derinde bir yerde FOMO (“Fear of Missing Out”) ile, “Ya orada olmazsam?” korkusu saklı. Hayatımızı, gerçek dünyanın tozu toprağına karışmaktansa, parıltılı filtrelerle belgelemek daha cazip geliyor. Kime gelmez ki?! (Bana da geliyor! Telefonunu göğüs hizasında tutup çaktırmadan video kaydı alan varsa o kişi benimdir.)

Sonuçta gerçekte hangi konserlerden mutluluk aldığımız değil, hangilerinde “gözüktüğümüz” daha önemli olabiliyor.

Dijital kimlik meselesi tam da burada devreye giriyor. “Gösteri Toplumu” içinde paylaşımlarımızla kurguladığımız bu dijital kimlik, gerçekte kim olduğumuzdan çok, kim “olmayı seçtiğimizi” yansıtmaya başladı. FOMO ile tetiklenen o durmak bilmeyen koşturma, sadece etkinliklere katılıp story atmak için değil, aynı zamanda kendimize yepyeni bir kimlik boyutu yaratmak adına sürüyor. Bu da “yalnızlık” kavramını değiştiriyor. Artık kalabalıkların içinde de yalnız hissedebiliyoruz; çünkü sosyal medyadaki “ben” ile gerçek hayattaki “ben” uzaklaştıkça,  varoluşsal boşluk da derinleşiyor. Bir konserin coşkusunu yaşarken bile “Ya bu anı paylaşmazsam eksik mi kalır?” diye içten içe sorguluyoruz ve anı yakalamak yerine dijital kimliğimizi beslemeye uğraşıyoruz. (Hatırlatıyorum, tüm bu cümleleri, fırsat bulduğu an kendi de yapan biri kuruyor) Kimlikler çoğaldıkça daha mı yalnızlaşıyoruz?

Gidilecek konserler çoğaldıkça ve maddi, manevi yetişemedikçe kendimizi daha mı beceriksiz hissediyoruz? Sizi bilmem ama benim hissettiğim kesin! “Aaa bu konseri dinlemedin mi, mutlaka dinlemeliydin!” İyi de “bir müziksever” olarak görünüyorsam, bu “her müziksever” olmam demek anlamına gelmiyor. Evet “sanat bir ihtiyaç” sözünü ben de seviyorum. Ama yaşam piramidin de beslenme, barınmadan sonra gelmiyor. Evet “müzik ruhu besler” ama bu her ilacın her bünyeye iyi gelmemesi gibi bir durum. Bazı müzikler bazı bünyelerde yan etki yapabilir. Ya da size iyi gelen bir ilacın dozunu kaçırdığınızda yarardan çok zararı olabilir.

İletişemediklerimizden misiniz?

Bana bu “İç Dökme Vol1” için imkân tanıdığı için Darkbluenotes ailesine teşekkür ederim. Vol1 diyorum çünkü benim Chris Botti’den ne eksiğim var;) Şaka şaka! Bu yazıda anlatmak istediğim konu-başlık bambaşka idi. Çokça “dellendiğim” iletişim çağındaki derin iletişimsizlik konusunda içimdekileri dışarı çıkarmaktı niyetim! Belki o “kendini cool sanan süper “iletişimsizler”den biri okurdu ve üstüne alınırdı!

Bu başka bahara kaldı…

Hep dediğim gibi, önemli olan içimizdeki müzik… O susmasın:) Huzurlu bir yıl dilerim.

■ Ardından: 2024
Dark Blue Notes’da Sümeyra Gümrah Teltik
Instagram’da Sümeyra Gümrah Teltik
■ Kapak fotoğrafı: Sami Türk

Sümeyra Gümrah Teltik

Basın danışmanı.

Sümeyra Gümrah Teltik 'in 3 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Sümeyra Gümrah Teltik ait tüm yazıları gör

Avatar photo