Procol Harum – Whiter Shade of Pale
2001 yılı Ekim ayı. Türkiye’nin tüm ilçelerini kapsayan bir bilişim projesini, biraz zor da olsa tamamlamışız. Projede büyük özveriyle çalışan personel yorgun. Kurum personeli, onyıllardır elyordamıyla yaptıkları işi, çok da aşina olmadıkları bilişim araçlarıyla yürütmeye başlamanın tedirginliğinde. Her iki tarafı bekleyen zorlu zamanların arefesinde, biraz eğitim ama çokça ödül mahiyetine 3 günlüğüne Antalya’da bir otelde toplanmıştık. Aslını sorarsanız bu da bir görevdi ve orada olmayı hiç mi hiç istemiyordum. Onun yerine evimde tembellik yapmak daha cazipti.
Ev sahibi sıfatıyla misafir ağırlayarak geçen üç günün sonunda, gün geceye dönmeden hemen önce, herkes restoranda iken otelin bahçesindeki bardan bir kadeh alıp, bir kaç basamakla sahile indim. Gök külmaviydi. Birazdan beni terk edecek gölgemle birlikte kıyı boyunca yürüdükten sonra otele geri döndüm.
İşte tam o anda, ıssızlığın ortasından, sessizliğin içinden, bir anda taşmaya başladı Whiter Shade of Pale. Bill Eyden‘ın zamanı parçalara bölen davulunun, David Knights‘ın geriye sayarcasına inceden kalına, gerçekten düşe doğru inen basının ve Matthew Fisher‘ın tanrısal orgunun yaptığı görkemli girişin ardından Gary Brooker‘un kırılgan, çekingen sesi yayılıyordu: “We skipped the light fandango.”
Müzik, sonsuzluğa uzanan gökyüzünü ve sonlu yaşamımızın yanında sonsuzluk büyüklüğündeki denizi de birer çalgıya dönüştürüyordu; ses halkalar halinde yukarıya ve dalgalar halinde ufka doğru yayılıyordu: “And the truth is plain to see.”
Bir kaç dize hariç, daha önce bu şarkının sözlerini hiç dinlememiş, anlamamış olduğumu fark ettim o anda. Müzik öylesine eksiksiz bir dille konuşuyordu ki, Brooker’ın dudaklarının arasından sızan kelimeler, anlamlarını kaybediyor ve birer ses demeti olmanın ötesine geçmiyordu; kelimelerle anlattığı öykünün ötesinde, artık, vokal bu müziğin tınısal harmanını oluşturan enstrumanlardan birisiydi.
Sonra bir de baktım ki hemhâl olmuşuz, deniz, gök ve ben, geceyi bekliyoruz…