Müziğin Dikenli Yollarından Gıda Sektörünün Güvenli Kollarına
Hangi işi yaparsa yapsın, vicdan sahibi insanlar için her gün aynı liyakatsizliğe, adaletsizliğe uyanmak gerçekten çok acı. Fakat kültür ve sanat gibi, yaşadığınız toplumun ve devletin biçtiği değer bakımından ebedi öksüz denebilecek alanlarda top koşturuyorsanız işiniz biraz daha zor. Baktığınız hemen her yerde hak edilmemişliği görüp de şevkiniz kırılıp direnciniz zayıflarken üretmeye çalışmak, zamanla sizi tarifsiz bir ruh hâline sürükleyebiliyor. Buna bir de hayata dair çeşitli sorumluluklar eklendiğinde durum iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Mesele, üretmeyi hayatınızın merkezine koyup yaşam biçiminizin temel parçası hâline getirmek değil. Daha doğrusu bu, bir noktadan sonra yeterli değil. Dolayısıyla deposunda yakıtı olmayan veya arada yakıt ikmali yapılmamış araç, nasıl ki hangi teknik donanıma sahip olursa olsun bir yerde kaçınılmaz olarak durursa, üreten insanlar da maalesef bir noktada duracaklardır.
Burada insanlar madden ve manen beslenemiyorlar. Yeni çıkan kitapları edinip okumaktan, konserlere gitmekten veya sosyal paylaşım sitelerinde birilerini takip etmekten bahsetmiyorum. İnsanın tekâmülü için gereken maneviyatın karşılanmasından; umudun ve heyecanın koruyucu zırhları olan iç huzurun, kısmen de olsa güven duygusunun tesis edilebilmesinden, yani adalet ve liyakatten söz ediyorum. Yine de sanırım bazıları fizik kanunlarının dışına çıkarak her şeye rağmen üretmeye, iyi şeyler yapıp yeni bir söz söylemek için çabalamaya devam ediyor.
Bu sabah çalışmak üzere dükkânı, yani bilgisayarımı açtığımda zihnimdekileri yazıya döküp paylaşmak istedim. Bunu da bir ölçüde anlaşılabileceğimi düşündüğüm, orada hâlen birilerinin olduğuna inandığım, sanatla, kültürle ilişkili bir yerde yapmayı seçtim; bir tür kurtarılmış bölge olarak gördüğüm DBN’de
Tevellüd gereği hâlâ Facebook’a giren biri olarak, orada müzikle ilgili çalışmalar yapan eşe dosta rastlıyorum. Haklı olarak yaptıkları işleri paylaşıyorlar. Hâlâ müzik yapan, müziğe inanan insanların olduğunu görmek elbette insanı mutlu ediyor. Bir de tabii adamın işi, ekmek parası, kim ne diyebilir ki. Fakat bu naif durumun, içinde bulunduğumuz acı gerçeklerle dolu korkunç tablonun görüntüsünü değiştirmesine imkân yok. Bugün artık kaliteli müzik yaparak müziğin seyrini belirleme şansını büyük ölçüde yitirmiş durumdayız. Ne yazık ki o eşik çok önce aşıldı. Çünkü Türkiye’de müzik, eğitiminden icrasına büyük bir tükenmişlik içerisinde ve bunun da maalesef tek bir nedeni yok; devletin bir kültür sanat politikasının olmamasından başlayarak internetin yarattığı tahribatı, bir türlü çözülemeyen telif sorununu, yetersiz eğitimi ve daha bir düzine bilinçsizliği buna ekleyebiliriz.
Tükenmişlik açısından bakıldığında dünyada da geçmişle kıyaslandığında durumun şahane olduğunu sanmasın kimse. Yalnız arada çok önemli iki fark var. Bilhassa Avrupa’da her şeye rağmen müzik hâlâ bir biçimde toplum nezdinde itibarını koruyor ve bu bağlamda devletlerin müziğe/sanata desteği sürüyor. Diğer fark ise entelektüel kesimde ciddi anlamda bu meseleler üzerine kafa yoruluyor, müziğin ve sanatın mevcut durumu ve geleceği dert edilip tartışılıyor.
Demem o ki burada yarım asır önce karanlıkta el yordamıyla yapılmış naftalin kokulu işler temcit pilavı misali yeniden ısıtılıp konuşulurken; üç beş tane hazır kalıbın üzerine iki tane akor koyup aranjörcülük oynayanların rüzgârından geçilmezken; yalnızca köşeleri kapanlar ortalıkta dolaşıp bir şey yapıyor gözükürken ve hiçbir şey üretmeyen sözde akademisyenler yine hiçbir şey vermedikleri talebeler üzerinden hak etmedikleri maaşlarla nemalanırken, hâliyle köprünün altından çok sular aktı! Dili azıcık sadeleştirerek halk tabiriyle söyleyip folklora da küçük bir selâm edecek olursak; müzik, sanat ve kültür konularında, şu saatten sonra yedi ayrı hamamda kırk tas su dökünsek yine de paklamaz bizi!
Oysa bilim ve sanatta yoksanız, bu alanların sadece maddi ve manevi kazançlarından yoksun kalmıyorsunuz; daha kötüsü, üretim için gereken zihinsel derinlik ve verimlilikten de mahrum oluyorsunuz. Bu durumda yaşadığınız toprakların kültürel zenginliğini ve sürekli daha derinlere dayandırma gayretiyle çırpındığınız tarihinizi, geleneklerinizi cilâlayıp parlatmak, uluslararası alanda size beklediğiniz itibarı sağlamıyor. Yüzleşemediğiniz, sindiremediğiniz ve çoğunlukla bu sebeple tahlil edemediğiniz şeyleri halının altına süpürüp gerçekte ne kadar var olduğunuzu anlamak yerine kendinizi dev aynasında gördükçe, epeyce evvel kaçırdığınız trenle aranızdaki mesafeyi daha da açıyorsunuz sadece.
Müzik ve sanat da diğer her şey gibi motivasyon ve heyecandan beslenir. Üretme kapasitesi ve bilgi bu sürecin olmazsa olmazlarıysa da bir sonraki aşamada devreye girebilen etmenlerdir. Zengin bir hayal gücü ve zihinde var edilenlerin vücut bulabileceğine dair güçlü bir inanç, umut ve motivasyon olmadığı sürece ortaya bir şeyler çıkması pek mümkün değildir. Ne yazık ki bu konuların artık konuşulmadığı, tartışılmadığı bir kültürel iklim hakim ülkede. Hâl böyle olunca da insan çoğunluğun mevcut durumdan rahatsız olmadığını düşünüp kendi kabuğuna çekiliyor.
Başkaları adına bir şey diyemem. Fakat ben, göle maya çalan Nasrettin Hoca’nın kaybolan eşeğini her yerde arayıp da bulmayı umduğu son yere giderken yanında götürdüğü o umudunu taşıyorum. Olur ya orada da bulamazsam, tasarladığım bir iki kitap var, ömrüm yeterse onları tamamlayıp sonrasında İstanbul’un güzide bir semtinde kebapçı açacağım. Söz, DBN kanalıyla gelenlere hesapta indirim de yapacağım. Bunca sene insanların zihinlerine hitap edemedik, bari midelerine hitap edelim diye.