Mehmet Ali Sanlıkol ile Estarabim
2015 senesinde Grammy ödüllerinde finale kalmış ve 30 yıldır Boston’da yaşayan bir besteci, caz piyanisti ve multi-enstrümantalist Mehmet Ali Sanlıkol, geçtiğimiz 30 sene içerisinde ABD’de çok defa Aaron Copland Fund gibi saygın kurumlardan ödüller alıp Carnegie Hall gibi dünyanın önde gelen salonlarından da beste siparişleri alıp bu gibi salonlarda eserlerinin prömiyerini yaptı. Sanlıkol ile Turkish Hipster: Tales from Swing to Psychedelic albümü ve Estarabim yorumu özelinde bir sohbet gerçekleştirdik.
*
Enes Kudu: Mehmet Ali Bey merhaba. Müziğinizin ve üretiminizin etrafında sizi tanımadan önce kendi cümlelerinizden sizi tanımak isterim. Neler yapıyorsunuz, nelerle uğraşıyorsunuz?
Mehmet Ali Sanlıkol: Teşekkür ederim. Ben tam 30 senedir ABD’nin Boston kentinde yaşıyorum. Bir kısım okuyucularınız beni AudioFact isimli topluluğumla 90’ların sonları ve 2000’lerin başlarında Türkiye’de çıkardığımız albümler ve caz festivallerinde, kulüplerde sıklıkla verdiğimiz konserlerden hatırlayabilir. O topluluk, üyelerinin farklı ülkelere dağılması üzerine icra hayatına devam edemedi.
Ben geçtiğimiz seneler içerisinde ABD’de sanat hayatıma devam edip çok defa Aaron Copland Fund gibi saygın kurumlardan ödüller aldım ve Carnegie Hall gibi dünyanın önde gelen salonlarından da beste siparişleri alarak bu gibi salonlarda da eserlerimin prömiyerlerini gerçekleştirdim. 2015 senesinde ise oda orkestrası kategorisinde A Far Cry yaylı orkestrası ile kompozitör olarak Grammy ödüllerinde finale kaldım ve o seneden itibaren birkaç caz orkestra albümü çıkardım ki bunların içinde 2020’de yayınlanan “The Rise Up” yaşayan caz efsanesi Dave Liebman tarafından benden direkt sipariş edilmiş, 50 dakikalık bir eserdir. Dave Liebman gibi bir ustadan eser siparişi almış olan tek Türk besteci olmak benim için hayatımın sonuna kadar asla unutamayacağım bir onurdur…
Ayrıca ABD’nin ilk konservatuarı olan New England Konservatuarı’nda kadrolu profesör olarak vazife yapmaktayım ve geçtiğimiz senelerde Yapı Kredi ve Routledge gibi saygın yayınevlerinden yayınlanmış iki de akademik kitabım mevcuttur.
Caz müzikte sizi etkileyen ve sizi o tarafa çeken şey ne? Kendinizden ne buluyorsunuz ve bir ifade biçimi olarak caz müziğin verdiği imkânlardan bahseder misiniz?
Caz ile yolum lise yıllarında rock müzik icra ederken daha sofistike beste ve ifade biçimleri arıyor olmamdan ötürü kesişti. Daha sonraki yıllarda o bahsettiğim sofistike beste ve ifade biçimlerinin caz içerisinde bin bir çeşidi olduğunu gördüm ve o bin bir çeşidin hemen hepsini de çok sevdim. Öte yandan, ben daha çok küçük yaşlarda annemden klasik Batı müziği piyano dersleri alırken bile emprovize yapmaya meraklıydım. Daha sonra Bursa’da rock topluluklarında çalarken bu emprovize yapma tutkusu daha ileriye gitmeye başladı.
O sıralarda Charlie Parker ve Chick Corea gibi büyük cazcıları işitince “ben de böyle emprovize yapabilmek istiyorum” demiştim… Neticesinde, küçük yaşlardan beri kendimi bana dayatılan bir takım kaidelere hep karşı çıkarken buldum. Emprovize yapmak benim için mani olunamaz bir güdüydü ve sadece notada yazan müziği çalmak benim yürüyebileceğim bir yol değildi. Öte yandan, emprovize yaparken kendi kendime besteler de yapıyordum ve yine sadece yazılı müzik çalmaya zorlanarak kimsenin beste yapmama mani olmasını da istemiyordum. Dolayısıyla, bu iki yanımın bir araya gelip kendini en iyi ifade ettiği müzik caz oldu demek mümkün.
Yurt dışında yaşayan bir müzisyensiniz. Fakat yine de yerel olana, köklerine dair olan çeşitliliği de üretimlerinize dâhil ettiğinizi açıkça hissedebiliyoruz. Bir müzisyen olarak hayata bakışınız nasıl, yaşam üretimlerinize nasıl yansıyor? Uzak bir mesafeden yerel sosyal ve politik meselelere bakışınız nasıl?
Öncelikle şunu itiraf etmem lazım: ben 30 sene önce Türkiye’den adeta kaçar gibi ABD’ye gitmiştim. Zira Türkiye’de geçmişte yaşanmış bir takım toplumsal travmalar ile, maalesef, memleketin kültürel DNA’sına sirayet etmiş sorunlu bakış açılarından ötürü müziğe ve müzisyene gereken saygı gösterilmiyordu. Bu bahsettiğim duruşlar toplumun sanatı destekleyen okumuş kesimleri arasında dahi yaygındı. Yani ‘okumamış’ bir meslek erbabı daha kaba bir şekilde müziğin bir meslek olmadığını ifade edebilirken, okumuş ve sanatı destekleyen biri de müziğin hobi olarak kalmasını ve başka bir meslek edinilmesini salık verebiliyordu. Kanımca bu minvalde halen büyük bir değişiklik olmuş değil. Bu durum beni o kadar çok rahatsız ediyordu ki, ABD’ye kapağı hakikaten de Türkiye’den kaçar gibi atmıştım…
Günün sonunda ben 1993 senesinde daha sadece 18 yaşındaydım ve derin toplumsal analizler yapabilecek bir birikime sahip değildim. O yüzden 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında içinde bulunduğum bu sıkıntılı varoluş, beni kendi kimliğimi Türkiye’nin batılılaşma sevdalısı kesiminin öz oryantalist duruşlarını olduğu gibi sahiplenerek oluşturmaya itti. Dolayısıyla, ABD’ye gittikten 7 sene sonra, takriben 2000 senesinin hemen başlarında, klasik Osmanlı/Türk müziğini ‘yeniden keşfedinceye’ dek bu öz oryantalist duruşumdan ötürü Türkiye’nin geleneksel kültürel dokusuna, maalesef, olduğu gibi tepeden bakan biriydim… Nitekim, geleneksel Türk müziklerini 2001 ila 2011 seneleri arasında derinlemesine çalışırken kimliğimi yeniden inşa ettiğimi söyleyebilirim.
Biraz daha açayım: 2000 senesine kadar Berklee’yi caz kompozisyon bölümünün en başarılı öğrencisi olarak bitirmiş, New York’taki saygın BMI Jazz Composers Workshop’tan kabul almış, New England Konservatuarı ‘nda Master derecesini bitirmek üzere olan, caz efsanesi George Russell’ın topluluğunda çalmış, bir diğer caz efsanesi Bob Brookmeyer tarafından “içinden müzik fışkıran” biri olarak tanımlanmış ve 3 kıtaya yayılan dünya turneleri yapmış başarılı bir müzisyen olduğum halde bir anda aktif bir kariyer olarak besteciliği ve caz müzisyenliğini 2001-2011 arasında 10 sene kadar bıraktım diyebilirim. Elbette halen ufak tefek caz konserleri çalıp çeşitli kompozisyon çalışmaları yapıyordum (ki bu başlarda en azından okul için gerekliydi) ama dikkatim olduğu gibi geleneksel Türk müzikleri ve bunlarla ilintili alanlara yönelmişti. Bunu yapabilmemde en önemli etken 2000 senesinde doktoraya başlamam oldu. New England Konservatuarı’nın kompozisyon branşındaki doktora programı bu gibi çalışmalar için son derece elverişliydi.
Mesela, konservatuar doktora üçüncü dil zorunluluğunu opera dillerinden biri yerine Harvard’da Cemal Kafadar’dan Osmanlıca/eski Türkçe dersleri alarak yine Cemal Hocanın yapacağı bir sınavı geçmem kaydıyla tamamlamamı kabul etmişti. Çalışmalarım bu derece derinleşince de geleneksel Türk müziklerini 10 senelik bir süreç içerisinde hakikaten içselleştirmem mümkün oldu. Nitekim, kanımca bu geleneksel müzikler sadece Türkiye’de doğmuş, büyümüş olmakla katiyen içselleştirilemez ve bilhassa başka müzik gelenekleri ile yapılacak denemelerde de rafine bir takım çalışmaların ortaya konması ancak ve ancak yaratanların projelerine dahil ettikleri tüm müzik dillerini içselleştirmiş olmaları ile mümkündür. Düz söylüyorum: mesela ben davulda klasik Osmanlı/Türk müziğinin usullerini cazla buluşturuyorum diyen birinin önce gidip en aşağı 3-5 sene kadar Mevlevi ayinlerinde kudüm vurması lazım.
Geldiğim noktada hayata bakışımın geleneklere son derece saygılı ama ne olursa olsun gelenek bekçiliği yapmamak üzerine oturtulmuş bir denge üzerine kurulduğunu söyleyebilirim. Bu dengeyi kesinlikle çoğulcu bir bakış açışıyla ortaya koymaya gayret ediyorum. Dolayısıyla, eskiden tabi olduğum öz oryantalist duruşlara fevkalade mesafeliyim. Ancak günün sonunda benim hayatımda belki 15 yaşımdan bu yana değişmeyen tek şey her zaman arayış içinde olmak ve henüz yapılmamış olanı ortaya koymaktır diyebiliriz. Ve bunu şu noktada gelenek içerisinden yapmaya çalıştığımı da ekleyebiliriz.
Öte yandan, tabiatım itibariyle sıcak bir kişiliğim var ve herhalde bu yüzden de genel olarak müziğim hiç duyulmamış bir tınıyı ortaya koyarken dahi ‘uzman’ olmayan dinleyiciden çok uzak olmuyor – bu durumun tersi mesela ‘yeni müzik’ olarak tanımlanan kompozisyon çalışmalarında görülebilinir. Ancak günün sonunda ben bir caz ve konser müziği bestecisiyim ve elbette yaptığım işler, “Estarabim” yorumum gibi ufak tefek istisnalar olmak kaydıyla, popüler müzik değil. Dolayısıyla, geleneğin içinden yeni olanı tanımlamaya çalışırken uzman olmayan dinleyiciye de çok mesafeli durmayan işler ortaya koyduğumu söylemek mümkün.
Müzisyenliğinizin dışında New England Konservatuarı’nda profesör ünvanıyla eğitim veriyorsunuz. Müzisyenlik çoğu zaman yeteneğin doğasından gelse de ciddi bir disiplinle çalışmayı da gerektirir. Yeteneğin yaratıcılığa dönüşmesi için eğitimle desteklenmeye ihtiyacı var mıdır? Ya da eğitimle kişinin yeteneğini ortaya çıkarmak ne kadar mümkün?
Çıraklık her zaman, her meslekte şarttır. Ama çıraklığı resmen bir okulda yaparsınız, ya da bir ustanın yanında gayri resmi bir şekilde yaparsanız, onu bilemem. Neticeten, büyük müzisyenlerin hepsi çıraklık yapmıştır. Louis Armstrong, mesela, çıraklığını King Oliver’ın yanında yaptı diyebiliriz. Bunun gibi sayısız örnek var, değil mi?… Kanımca yeteneğin yaratıcılık için eğitime ihtiyacı yok ama yetenekli kişinin ortaya rafine bir yaratıcılık koyabilmesi için çıraklığa her daim ihtiyacı var. Ancak konser müziği, caz müziği ve klasik Osmanlı/Türk müziği gibi sanat müziği gelenekleri artık tamamen akademiye kaymış ve yaşamlarını büyük ölçüde de akademik kurumlar sayesinde idame ettirebilen geleneklerdir. Dolayısıyla, günümüzde bilhassa bu müzik geleneklerinde aktif kimselerin ‘mektepli’ olması daha olasıdır.
“Turkish Hipster: Tales from Swing to Psychedelic” albümünüzden konuşmak isterim. Albümün isminin nereden geldiği ve neler hedeflediğinin hikâyesini kısaca dinleyebilir miyiz?
Bu albümde yer alan eserleri birbirine bağlayan önemli unsurlardan biri hipster’ların ‘trendsetter’, yani akım belirleyici olmaları ile bağdaşıyor. Hipster’lar özellikle 40’lı ve 50’li yıllarda ABD’de beatnik olarak bilinen yazar ve şairlerle ilişkilendiriliyorlar. Mesela, Dizzy Gillespie tam bir hipster’dı (ve beatniklerle de iç içeydi). Dizzy’nin (ve Bird’ün) duruşunu düşünürseniz mevcut düzene karşı olan kültürü temsil etmenin yanı sıra akım belirleyici oldukları da gayet net. Neticeten, en azından ABD’de, cazcılar arasında hipster sözcüğü her zaman bu duruşun akım belirleyici tarafına da bir referans oluyor. Dolayısıyla, mesela, Miles Davis’in caz tarihinde defalarca akım belirleyici bir rol olduğunu düşünürsek bir hipster olmayı ölümüne kadar devam ettirdiğini söyleyebiliriz… Hipster’lar, bilhassa ülkemizde kendileriyle yanlışlıkla bağdaştırılan, hippilerden de farklı görülüyorlar zira özellikle ABD’de cazcılar arasında hippilerle hipster’lar arasında kesin bir ayrım yapıldığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Neticeten, bu albümde yer alan hemen her çalışmanın bu anlamda bir akım belirleyici olma tarafı veya bu minvalde bir iddiası var. Mesela, “A Capoeira Turca/Baia Havası” Brezilya müziklerine ait swing hissiyatının orta Anadolu’ya has oyun havalarında bulunmasından yola çıkarak bu bestenin temelini oluşturan hibrit groove’u caz orkestra bağlamında ortaya koyuyor. Veya “Times of the Turtledove” da tarihte ilk kez bir caz orkestrasının tamamıyla Amerikalılardan oluşan tüm trompet ve saksafon icracılarına klasik Osmanlı/Türk müziğine has mikrotonal sesleri uzun çalışmalar sonucunda tek tek belirlediğim alternatif baskı ve tekniklerle icra ettiriyor… Bu gibi daha pek çok örnek mevcut.
Bu arada albümün tam ismini, ko-prodüktör olan ve çok sayıda Grammy ödülü kazanmış Kabir Sehgal buldu esasında. İsim konusunda konuşurken ben hep albümün her parçasının ‘hip’ bir yanı olduğunu tekrarlıyordum. Şu parça böyle hip, bu parça böyle hip derken Kabir albümün ismi Turkish Hipster olmalı dedi! Öyle konuşurken de devamı olan Tales from Swing to Psychedelic çıktı. Nitekim albümde bir sürü hikaye var: kumrunun 5/8’lik ötüşünden Boston’un caz dünyasına ve hatta Hz. İbrahim’in hayatında İslam’a göre yer almış bir takım epizotları temel alan üç bölümlü bir süite kadar pek çok hikâye mevcut.
Bu arada bir de ‘fun fact’ paylaşayım: hipsterlar (ve beatnikler) 40’larda hep siyah giyiyorlar, çerçeveli gözlük takıyorlar, boğazlı kazak giyiyorlar, vs. Albüm kapağında (ve içinde yer alan fotoğraflarda) siyah giyinip gözlük takmam ve boğazlı kazak giymem de buna çok inceden bir göndermeydi.
Albümün fikir ve oluşum aşamasında neleri denediniz, nelerden vazgeçtiniz? Albümün yaşam yolculuğunu sizden duymak isterim.
Neleri denemedim ki? (gülümsüyor 🙂 Mesela, “A Capoeira Turca/Baia Havası” isimli parçanın hibrit groove’unu ortaya koyabilmek çok riskli bir girişimdi. Bu gibi denemeler bilhassa 20 kişilik caz orkestraları ile daha da riskli oluyor, zira caz orkestrası (en azından ABD’de) en fazla 1-2 prova yapar ve kayıt esnasında da 3 take’den fazla kayıt alamayabilir. Nitekim, bu parçada yer alan konuk sanatçı Anat Cohen kayıttan önce yaptığımız tek provaya dahi gelememiş ve direkt stüdyoya kayda gelmişti. O yüzden bu derece deneysel bir çalışma eğer hedeflenen sonuca stüdyoda varamasaydı bütün kayıt olduğu gibi çöpe gidebilirdi! Büyük risk… Kimsenin de bu gibi detaylardan haberi yok tabii.
Öte yandan “Times of the Turtledove” isimli eser ise hayatımda aldığım en büyük risklerden biriydi ama burada riski minimuma indirmek için önden bazı önlemler aldım. Evvelce bahsettiğim üzere bu eserde tamamıyla Amerikalılardan oluşan tüm trompet ve saksafon icracılarına klasik Osmanlı/Türk müziğine has mikrotonal sesleri uzun çalışmalar sonucunda tek tek belirlediğim alternatif baskı ve tekniklerle icra ettirdim. Fakat trompetlerle bu gibi denemeleri uzun yıllardır yaptığım halde saksafonlarla ilk kez bu işe kalkıştığım için epeyce endişeliydim. Her ne kadar birkaç sene süren titiz bir çalışma sonucunda bahsettiğim alternatif baskıları tek tek belirlediysem de herhangi bir saksafoncu istem dışı bir şekilde mikrotonal sesleri dudakları ile baskı uygulayarak ‘düzeltmeye’ kalkabilir. Bu risk her zaman mevcut. Ayrıca hadi bu gibi ‘düzeltme’ eğilimleri olmasa bile saksafonlar ile trompetlerin belirlediğim mikrotonları tam bir âhenk içinde çalabileceği de tam bir muammaydı.
Dolayısıyla, ortada bu kadar risk varken direkt stüdyoya girmek doğru olmayacaktı. Kaldı ki, bu eserde bir de vibrafondaki belli notaları özel bir madde kullanarak ağırlık eklemek kaydıyla istediğim gibi ‘bozmayı’ başarmıştım! Dolayısıyla, bu üç unsurun (trompetler, saksafon ve vibrafonun) kusursuz bir şekilde işlemesi gerekiyordu… O yüzden evvela öğrencilerimden minik bir ekip oluşturup onlara yazdığım bazı pasajları belirlediğim alternatif baskılarla çaldırdım. Daha sonra sadece trompetler ve saksafonları topladım. Ve nihayet tek ana provamızda da vibrafonu işin içine başarıyla kattım. Ama halen stüdyoya bir bilinmez kalmıştı: Miguel Zenon acaba bu alternatif baskıları kusursuz bir biçimde çalabilecek miydi?… İşin doğrusu, ben stüdyoda biraz dur kalk olsa da muhakkak toparlarız derken, inanır mısınız, Miguel bütün alternatif baskıları daha ilk take’de mükemmel bir şekilde çaldı!?!…
İnanın daha anlatacak çok şey var 🙂
Hipster kelimesi sözcük anlamının dışında sizin için ne ifade ettiğini anlatabilir misiniz? Hipster kelimesinin müziğinize yansımaları neler? İnsanların bu isme karşı tepkileri nasıl oldu?
Ben caz müziğine ciddi anlamda gönül verdiğimde sabah akşam Charlie Parker dinlerdim. Hatta Berklee’ye ilk gittiğim sene sabahları alarm yerine CD’den otomatik olarak Bird’ün Blues for Alice’i çalardı… Dizzy ve Bird: işte orijinal hipster’lar… Veya Miles. Veya George Russell ki George’un ensemble’ında çalmış biri olarak o jenerasyona kıyısından da olsa dokundum diyebilirim… Hayatıma girmiş bir başka hipster da Dave Liebman’dı… En azından George ve Dave’in karizması benim için bambaşkaydı diyebilirim. Hip olmak, hipster olmak da bana göre böyle bir şey; ana akım kültüre karşı ve akım belirleyici ama aynı zamanda da fiyakalı ve karizmatik… En azından bu albümde bu saydığım özelliklerin albüme yansıdığını düşünüyorum. Albümdeki çalışmaları oluştururken aklımda bunlar hip olacak, fiyakalı olacak, vb. düşünceler yoktu elbette. Ama albüm oluştuğunda ortada böyle bir duruş olduğunu gördüm. Nitekim her albümüm böyle olmuyor. Mesela bir önceki albümümün, “An Elegant Ritual”, bambaşka bir duruşu, daha tasavvufi ve spritüal bir havası vardı.
Birçok insan, özellikle ABD’deki cazcılar, albümün ismine bayılıyorlar. Mesela Jazz Education Network (JEN) ve International Society of Jazz Arrangers and Composers (ISJAC) –bunlar ABD’deki en kapsamlı caz konferanslarını düzenliyorlar– için yaptığım sunumlarda “yeni albümüm Turkish Hipster yakında çıkacak” diye bahsettiğimde katılımcılar arasından bazı insanlar bana sunumumla ilgili soru sormak yerine albümün ismini çok beğendiklerini söylemişlerdi ki, bu gibi yorumları hakikaten hiç beklemiyordum. O yüzden çok memnun olmuştum.
Albümde çok sayıda müzisyenle, birçok anlamda caz müziğin sınırlarını zorluyor, onu genişletiyor ve aşıyorsunuz. Bir müzisyen olarak sınırlarla aranız nasıl, sınırların müziğinize sağladığı imkânlar var mı?
Evvelce bahsettiğim gibi geleneklere fevkalade saygılıyım. O yüzden sınırları her zaman geleneklerin içinden gelen duruşlar ve arayışlarla zorluyorum. Fakat sınırları zorlamadan da yaşayabileceğimi zannetmiyorum. Nitekim, beni her zaman bir jam session’da bilinen bir caz standartını çalmak değil de yepyeni bir bestede caz müziğinin temel öğelerinden biriyle açabileceğim yeni bir müzikal dünya heyecanlandırıyor.
Yanlış anlaşılmak istemem: ara sıra bir jam session’da caz standartı çalmak da elbette gayet keyifli benim için. Ne de olsa geleneğin mühim bir parçası. Ancak benim müzikal varoluş sebebim bu değil. Ben, Duke Ellington gibi hem yeni tınıların peşindeyim hem de (tüm kusurlarına, tüm dertlerine rağmen) nispeten geniş bir dinleyici tabanından da kendimi bütünüyle soyutlamak niyetinde değilim. Fakat günün sonunda ilk dinleyici de bizzat kendim oluyorum. Dolayısıyla benim içime sinmeyen, beni tatmin etmeyen bir çalışma başka hiç kimseyle buluşamaz.
Bugüne kadar yaptığınız tek cover parçası olan, albümünüzde yer verdiğiniz bir Erkin Koray parçası “Estarabim”in hikâyesini duymak isterim. Kısa bir süre önce yaşamını yitiren Erkin Koray ile iletişiminiz nasıl başladı, nasıl ilerledi? Vokal performansınızı şekillendirirken nelerden ilham aldınız? Nasıl tepkiler aldınız?
Erkin Koray’la (iletişimim) eski topluluk, ev ve okul arkadaşım Cengiz Baysal sayesinde başladı. “Estarabim”i esasında konserlerde 2005 senesinden bu yana çalıyorum ve “Turkish Hipster”da alttan alttan birkaç parçada yer alan Anadolu Rock fenomeninden ötürü bu yoruma yer vermek istedim – mesela “Boston Beat”in başında net duyulan ana sample Barış Manço’nun orijinal “İşte Deve, İşte Hendek” kaydından geliyor, ve “A Capoeira Turca/Baia Havası”nın hibrit groove’unda ritim bölümü olduğu gibi bir Anadolu Rock hissiyatıyla çalıyor. Erkin Bey bana izin verdi ve ben de düzenlememin caz orkestrası adaptasyonunu gerçekleştirip kaydını yaptım. Daha sonra kendisi ile yorumu paylaştım ama maalesef sıhhati bu noktada iyi değildi. Dolayısıyla, kendisi ile iletişimim devam edemedi zira albüm çıktıktan sadece birkaç hafta sonra da vefat etti…
Vokal performansını şekillendirirken biraz daha rock’çı/funk’çı bir edayla okumaya gayret ettim. Sanırım başarılı oldum ki her dinleyen çok seviyor. Hatta parçayı ne zaman çalsak dinleyenler hemen dans etmeye başlıyor! Dans müziği yapan biri değilim ama insanlar böyle bir yorumda funk’ın kıvraklığına kapılıp dans edince elbette seviniyorum.
Albümünüz Batı tınıları ve Türk-Anadolu motiflerini de barındırıyor. Müziğin coğrafyası var mıdır? Diğer kültürlerle olan etkileşiminizi dinleme, izleme dışında nasıl bir yolla gerçekleştiriyorsunuz?
Bu sorunuza etnomüzikolog kimliğimle bilimsel bir cevap verebilirim: müziğin kesinlikle coğrafyası vardır. Zira etnomüzikologlar müziğin ‘evrensel bir dil’ olmadığını çoktan yazdılar ve izah ettiler. Müzikal gelenekler adeta lisan gibidirler. Nitekim, dünya üzerinde konuşulan farklı lisanlar gibi müzikal gelenekleri özümsemek de ancak uzun süre söz konusu geleneklerle meşgul olmakla mümkün olur. Böylesine meşakkatli bir süreci ve mesafeleri ortadan kaldırıyormuş gibi gözüken teknolojik gelişmeler ve sosyal medya ise yeterli birikime sahip olmayan kimseler için bazı yanılsamaları besleyerek turistik ve egzotik bir takım klişelerin perçinlenmesine neden olmaktadır. Diğer yandan, bireylerin teknolojiyi pozitif bir etkene dönüştürerek farklı kültürleri derinlemesine çalıştıkları zaman diğer kültürlere karşı sergiledikleri hiyerarşik, egzotik ve basmakalıp yaklaşımların ortadan kalktığını da görebilmekteyiz.
Tüm kültürlerle olan etkileşimlerimi içselleştirme hedefli oluşturduğumu söyleyebilirim. Bunun mümkün olmadığını bildiğim durumlarda da derhal uzman olmadığımı ifade eder icradan veya izahat vermekten uzak dururum. Sonuç itibariyle benim çalışmalarımda temsil olunan farklı müzikal geleneklerin bağdaşık bir şekilde bir araya gelebilmesinin ana sebebi benim bu müzik dillerini içselleştirmiş olmamdan kaynaklanıyor. Beni adeta başarılı bir tercüman olarak görebilirsiniz: müzikal ifadelerin farklı gelenekler içerisindeki denkliklerini iyi biliyorum. Öyle ya, mesela şiir veya deyim tercüme etmek çok zor iştir, değil mi? Yada bir fıkra. Al bir Bektaşi fıkrasını İngilizceye tercüme et, bakalım Amerikalıları güldürebilecek misin?… Zor mesele.
Müzikte de durum aynı esasında. Fakat müzik, bilhassa diğer sanat formları ile mukayese edildiğinde, özünde soyut bir form olduğu için bu karmaşık yapının basite indirgenmesine imkan tanımaktadır. Yani her ne kadar müziğin dokunulamayan ve gözle görülemeyen yapısı, dünyadaki tüm kültürlerin müzikal geleneklerinin ve enstrümanlarının birbirleri ile yan yana gelmelerinde bir sorun olmayacağı ve müziğin evrensel bir dil olduğu gibi bir takım kanıların benimsenmesini mümkün kılsa da, esasen müzikal dilleri içselleştirmiş kimseler çoğu zaman bu tarzdaki çalışmaların ne derece sığ olduğunu süratle idrak ediyor. Maalesef süratle oluşturulan ve iki farklı müzikal gelenekten ismi bir araya getiren projelerin çoğu esasında birbirlerinin konuştuğu müzikal dilleri anlamayan ve adeta müzik yaparken de el kolla iletişim kurabilen müzisyenlerin işlerini ortaya koyuyorlar… Bunlar izleyici için göz boyayan işler oluyor zira bu konserlere giden izleyicinin yüzde kaçı, mesela, hem geleneksel Hint müziği hem de caz müziğini içselleştirmiş olabilir ki?…
Son olarak gelecek projeleriniz neler? Nasıl haberler alacağız sizden?
Şu anda Turkish Hipster’ın lansman konserleri ile meşgulüm. 28 Eylül’de Boston’da, 1 Ekim’de de dünyaca tanınmış Birdland caz kulübünde çalıyoruz. Ayrıca bu sene Boston’da eşimle birlikte kurduğumuz DÜNYA Kültür/Sanat Vakfı’ nın 20. senesi. Üstelik DÜNYA’nın bir plak şirketi de var ve Turkish Hipster’da buradan çıkan 17. albüm. O yüzden bu sene DÜNYA Vakfı bünyesinde de epeyce özel konserler düzenleyip 20. yılımızı kutlayacağız. Öte yandan, bir sonraki albüm çalışmam ise sanırım daha küçük bir grupla olacak zira kendi tasarladığım ve konsepti olduğu gibi bana ait olan dijital mikrotonal klavyeli çalgı SANLIKOL Rönesans 17 ile kayıt etmek istediğim epeyce bir çalışma birikti… Son olarak, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ nda da 24 Şubat tarihinde A Gentleman of Istanbul isimli eserimin yaylı orkestrası ile Türkiye prömiyerini gerçekleştireceğimizi söylemek isterim.
*
Mehmet Ali Sanlıkol’un konserlerini BURADAN takip edebilirsiniz.
Enes Kudu’nun Dark Blue Notes’da yayınlanan yazıları BURADA.