42. İstanbul Film Festivali: İlk Yolculuklar
Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri ve Slow
42. İstanbul Film Festivali, bu seneki seçkisiyle Türk sinemasındaki yeniliklerden restore edilmiş klasiklere, dünya prömiyerini yapan filmlerden uluslararası festivallerin odaklarına ve uzun saatler boyu salonda kendini kaybetmek isteyenler için sinemada Chantal Akerman’ın Jeanne Dielman, 23 quai du Commerce, 1080 Bruxelles gibi filmlerini bile izleme fırsatı sunacak bir festival. Festival programını bu bağlantıda görebilirsiniz.
Festivalde 7 Nisan Cuma günü gittiğim ilk filmde, bir parçası olduğum, sinema hakkında yazmamın nedeni olan ancak hakkında yeterince yazmadığım, hatta bugüne kadar hiç bahsetmediğim, Galatasaray Üniversitesi Sinema Kulübü’nden yakın arkadaşlarımla beraberdim. Onlarla Fransız Kültür Merkezi’nde bulunmak, sinemacıların yüzlerini tanımak, yan yana durmak ve yalnızca konuşmak bile beni mutlu ediyor. Birlikte izlediğimiz filmin Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri olmasının ise ayrı bir güzelliği var.
Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar, İstanbul’daki eski Sinematek’in kurucusu, sinemacı, yazar, şair ve her şeyden önce, filmin içinde oğlunun da bahsettiği üzere, farkında olmadan belki de izlediğimiz filmlerin bir yerine parmağı değmiş insan dostu Onat Kutlar’ın hikâyesini anlatıyor. Film başlamadan sahneye çıkıp bizi karşılayan filmin yönetmeni Önder Esmer, kurgucusu Tuvana Simin Günay ve yapımcısı Matthias Kyska’nın belirttiği üzere filmde adı geçen, röportajlarına yer verilen isimlerle yani kurgu sürecinde dört yıl boyunca sayısız kez kayıtlarına baktıkları yüzlerle aynı salonda filmi izlemek çok özel ve farklı bir deneyim. Onat Kutlar’ı anmak, onu özleyen insanların, Adnan Özyalçıner gibi önemli yazarların arasında hatta bazen iki koltuk yanında oturmak, ekrandaki konuşmalarını dinlerken yanımda verdikleri tepkileri duymak… Hepsi filmin ötesinde, filmin dışına uzanan güzel anlar.
Film müziklerini yapan Alper Maral’ın bahsettiği gibi, filmin ve sıra dışı, bazı anlardaysa uyumsuz hissettiren müziklerinin amacı Onat Kutlar’ın hikâyesini, Paris yolculuğunu, İstanbul’a dönüp insanları Türkiye’de normal şartlarda gösterime girmeyecek dünya sinemasından filmlerle buluşturmasının güzelliğini, Sinematek ve Sami Şekeroğlu arasındaki tartışmaları ve Onat Kutlar’ın The Marmara’nın yanından geçtiği o günü duygusal müziklerin içinde kaybetmek değil. Onat Kutlar’a insanlara sunduğu o özgür, huzurlu, alışılmadık ve hâlâ farklı şekillere evrilip hayatta kalabilen alanlar için teşekkür edebilmek.
Bense, zorlukla bulunan filmleri izlemek için bugün hâlâ bir araya gelebildiğim, birlikte araştırdığımız, düşündüğümüz, yazdığımız, tartıştığımız arkadaşlarımla filmde bahsi geçen bütün değerli isimlerin arasında bulunurken, kendi yaptıklarımız, yapamadıklarımız ve bir gün yapacaklarımızı düşünmeden edemiyorum. Nice sinemateklerde birlikte olacağız, bir gün arkadaşlarımın da isimlerini duyacaksınız, belki de çoktan duydunuz. İsimleri şimdilik bende saklı, onlar kendilerini biliyor.
*
Her festivalde bir sessiz, sakin filme gitmek, filmin içinde zamanın nasıl geçtiğini anlamamak isterim. Festivalin ikinci gününde izlediğim Sundance’de Dünya Sineması kategorisinde En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan Litvanyalı Marija Kavtaradze’nin filmi Slow’un aradığım film olduğunu başladığı anda hissettim.
Hayatın güzellikleri, sıradanlığın içindeki karmaşalarda saklı. O düğümleri hiçbir zaman çözemiyoruz, bazen istemesek de iki ucu gevşiyor ve birbirinden uzaklaşıyor. Bazense o düğüm o kadar sıkışıyor ki sıkıştığı yerden kopuyor. Filmdeki iki karakterin birleşen ama aynı zamanda kendi özgürlüklerinden kopamayan hayatları, bizi 16 mm’nin ışıltısı, Irya Gmeyner veya sahne adıyla Alice Snow’un müzikleri ve bazen de sessizlikle karşılıyor.
Profesyonel dansçı Elena ve işaret dili tercümanı Dovydas’ın filmin başındaki tanışmalarından aralarındaki aşka ve aşkın içindeki tüm çalkantılara rağmen hayat sadelikle ilerliyor. Filmin bitimindeki tartışmada iki başrol oyuncusu Greta Grineviciute ve Kestutis Cinenas’ın söylediği üzere günümüzde gittikçe hızlanan hayatlarımızın içinde bazen durmak, yavaşlamak, nefes almak gerek. Müziğe kulak vermek, dans etmek, bazen de sessizliği dinlemek. Zorlayıcı bir koreografi hazırladıktan, onu üst üste defalarca tekrar ettikten sonra durmak gibi. O duraksama, o ana kadar atılan bütün adımları geride bırakıp trenle deniz kenarına gitmeye benziyor. Aynı filmin bir sahnesinde gördüğümüz gibi.
Filmde her şey umduğum gibi sonuçlanmasa da filmin içinde yaşananları hissedebildiğim zaman o filmi sevdiğimi anlıyorum. Hatta oyuncuların anlattığı üzere, filmin içindeki huzurun ötesinde, film çekim sürecindeki samimiyetin, sıcaklığın ve rahatlığın filmin içindeki o temiz havaya dönüştüğünü düşünüyorum. Birkaç saatliğine o havayı soluyabildiğim için mutluyum. Festivalin gelecek filmlerinde esecek rüzgârlara kadar Litvanya’da olacağım.