“I Loved or I Hated” İşte Bütün Mesele Bu!
Bu tuhaf başlıklı yazının çıkış noktası, Twitter’da önüme düşen bir dakika on altı saniyelik kısa fakat meselenin özünü birçok bilimsel makaleden çok daha açık ve direkt anlatabilen hoş bir video. İki kardeş tüm şirinlikleriyle arabanın arkasında otururken, babalarının Metallica’nın bir parçasını açıp “You like it?” diye sormasıyla kadim bir tartışmanın fitilini ateşlediği soruya verdikleri iki farklı yanıt, yazımızın da başlığını oluşturuyor. Kızlardan yaşça biraz daha büyük olan elleriyle kulaklarını kapatıp “I hated!” diye tepki verirken, diğeri kendini müziğin ritmine kaptırarak tam zıttı yönde bir cevap ve tepki veriyor: “I loved!” Tabii bu videoyu paylaştığımı gören DBN’in yayın yönetmeni ve kurucu yazarlarından Turgay Yalçın da tweet’in altına suali yapıştırdı: “Müzikte nesnel eleştiri diye bir şey var mıdır?” Şu hâlde davete icabet etmek farz olmuştu artık. Madem öyle klavyemiz el verdiğince üç beş kelâm edelim.
Elbette birkaç paragraftan oluşan kısacık bir yazıda, müzikte nesnel eleştirinin mümkün olup olmadığını; mümkünse ölçütlerini, değilse nedenlerini deşmeye imkân yok. Benimki olsa olsa sesli düşünmek, belki bir parça da meraklısını bu ve benzer konular üzerine düşünmeye teşvik etmek olabilir. Kesinlikle bundan fazlası değil.
Konuya geniş açıdan yaklaşacak olursak; genetik yapımız, içine doğduğumuz aile ve kültür, yaşadığımız sosyal çevre, aldığımız eğitimler, kişisel deneyimlerimiz… Özetle sayısız maddi ve manevi unsurdan beslenen varlıklar olarak hepimiz birbirimizden farklıyız. Bunlar arasında benzer koşulları ya da deneyimleri paylaşıyoruz elbette. Ama orada da verdiğimiz tepkiler veya bunları anlamlandırma biçimlerimiz değişiyor. Velhasıl her birimiz mektup gibiyiz; kullanılan kağıt, zarf yahut damga tek tip olsa da içinde yazılanlar, gönderildikleri kişiler ve adresler farklı olan kişisel mektuplar. Bunun uzantısında beklenti ve zevklerimizin değişkenlik gösterebilmesi de son derece doğal. Hemen her şey için geçerli olan bu durum müziği de kapsıyor tabii. Bazen aynı şeyleri dinlemekten veya aynı ortamda bulunmaktan keyif alsak da dinlediğimiz müzikten niçin keyif aldığımızın, ona yüklediğimiz anlamın ve ne ölçüde nüfuz edebildiğimizin kesin bir cevabını verebilmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Dahası bunlara cevap verme ya da üzerine düşünme ihtiyacı dahi hissetmiyoruz. Müziği dinliyor ve finalde onu seviyor ya da sevmiyoruz. Aslında mesele pratikte bu kadar basit.
Peki her şey bu kadar doğal, açık ve anlaşılırken; kimler, hangi amaçlarla müzik zevklerimiz üzerine kafa yorup konuyu tartışmaya açıyor? Elbette bunların bir kısmı konuya sosyal bilimler açısından yaklaşan ve müzik üzerinden insanı anlamaya çalışan müzikologlar, sosyologlar veya psikologlar. Malûm, bilimin evreni, yaşamı ve insanı anlamak gibi bir derdi var. Ama bana öyle geliyor ki suyu bulandıranlar bilim insanları değil. En azından sahiden anlamaya çalışanlar için bunu garanti edebilirim. Esas sorun yukarıda işaret edilen farklılıklara rağmen, insanları ısrarla homojen topluluklar olarak gösterip onları kümeleştirerek yönetmek isteyen güç odaklarının, bu amaca ulaşmak için tarih boyunca ektikleri nifak tohumlarının, geldiğimiz noktada insanlığı ayrıştıran unsurların başında yer alacak kadar tutmuş olması. Peki nedir bu nifak tohumları diye soranlar olacaktır. Cevabı hepimiz biliyoruz aslında; mevcut kapitalist düzeni devam ettirmek isteyenlerin öne sürdükleri politikalar ve artık tümüyle onların kontrolüne girmiş olup insanları sürekli manipüle ederek kutuplaştırmak üzere finanse edilen kültür endüstrisi.
Müzikle sadece dinleyici olarak ilişki kuranlarda değil; profesyonel müzisyenler arasında da sıkça rastlanan bu ayrıştırıcı yaklaşımın zaman zaman çeşitli vesilelerle açığa çıktığını görürüz. Söz gelimi, jazz müziği dinlenen bir evde doğan ve yalnızca jazz eğitimi alıp sadece bu müziği icra eden/dinleyen bir müzisyenin, hiç tereddüt etmeden jazz’ın diğer müziklerden üstün olduğu görüşünü savunması, temelde bir balığın tüm dünyayı ve yaşamı denizden ibaret sanmasından farksızdır elbette. Fakat kendisine müstehzi bir gülüşle karşılık verirken ona bunu düşündüren, müziği ve müzisyenliği bir hiyerarşi içerisinde algılayıp kendisini de oymak beyi ilân ederken, herkesin onun oymağına bağlı olmadığını göremeyecek kadar sığlaşmasını sağlayan şeyleri de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Meselenin öznellik boyutuna dair bu kadar söz yeterli sanırım; gelelim nesnellik kısmına… Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor ki doğrudan nesnenin kendi gerçekliğinden hareketle ortaya konan, adına nesnel tespit diyebileceğimiz her şey, doğası gereği ölçülebilir argümanlara dayanmak zorunda. Yani bir tespit ve onun üzerinden yapılan değerlendirmelerin nesnel olarak kabul edilebilmesi için tamamen somut, ölçülebilir gerekçeler üzerine inşa edilmiş olması şart. Şu durumda eleştiri dediğimiz, özünde estetik kaygı ve yargılardan arınmış, daha ziyade teknik boyutu kapsayan değerlendirme edimi amacı gereği nesnel olmak mecburiyetinde. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre “nesnel eleştiri” ifadesi de aslında kulağa çok doğru gelmiyor; zira eleştirinin nesnel olmayanı pratikte mümkünmüş gibi görünse de teoride mümkün ve makbûl değil.
Yüzde yüz nesnel olmak mümkün müdür? diye soran okuyucular olduğunu duyar gibiyim; yaşamımız boyunca her konuda, her an rasyonel olamayan biz insanlar duygusal varlıklarız. O yüzden de böyle bir sorunun yanıtı şüphesiz hayır olacaktır. Ne var ki bilim başta olmak üzere gündelik yaşamda da ihtiyaç duyduğumuz nesnellik ilkesi, Kâbe’ye gitmek üzere yola koyulan karıncanın anlatıldığı kıssadan mülhem bir idealdir; hasılı varılamasa da yolunda ölünür.
Bu noktada iki şey arasındaki sınırları kesin olarak çizmemiz gerekiyor: Somut ve ölçülebilir gerekçelere dayandığı için nesnel bir niteliğe sahip olan eleştiri ile tamamen kişisel özelliklere bağlı olup sevme ya da sevmeme üzerinde temellenmiş olan öznel yorum, asla karıştırılmaması gereken iki ayrı yaklaşım biçimidir. Bunu müzik üzerinden somutlarsak; türü fark etmeksizin, teknik boyutuyla ilgilenmeyen bir dinleyici müzikle öznel bir ilişki kurar ve sona erdiğinde onu sever ya da sevmez. Dinlediği müziğin onun anlam dünyasında, geçmişinde veya zihninde neye karşılık geldiğini tam olarak tespit etmemiz mümkün olmadığı gibi yaşamın doğal akışı içinde böyle bir şeye ihtiyaç da yoktur zaten. O yüzden bir müziğin teknik açıdan dengeli, uyumlu ve sağlam olup olmadığı yönündeki somut verilere dayalı tespitler, dinleyicilerin öznel yaklaşımı üzerinde her zaman doğrudan ve mutlak bir bağlayıcılığa sahip değildir. Nitekim aklı başında, tüm bunların farkında olan uzmanlar da yaptıkları eleştirileri bu amaçla yapmazlar.
Kuramsal düzlemde son derece sarih olan bu tablonun uygulamada, bilhassa da yaşadığımız toplumda çok talihsiz deneyimlere sebebiyet verecek kadar yanlış anlaşılmış olması acı elbette. Fakat ondan da acısı aynı zihniyetin müzik eğitimi veren akademik kurumlarda, hatta öncü rol oynaması gereken bazı branşlarda bile hız kesmeden sürdürülüyor olması. Maalesef bu durumu, kendilerini, müziği fanilere lütfeden Yunan tanrıları olarak görüp tenkidin zerresine tahammülü olmayan egosantrik icracılar ile müzik eleştirmeni kisvesi altında farklı hesaplar peşinde koşan kifayetsiz muhterislerin cirit attığı müzik camiasına da teşmil edebiliriz. Hâl böyle olunca tabii ki toplum bilinçlenememiş ve müzik algısı sağlıklı biçimde gelişememiştir.
Standart dinleyici için müziğin sevmek ya da sevmemek boyutunda algılanması anlaşılabilir ve doğal bir durumsa da bütün meselenin bu olmadığı açıktır. Ne var ki uzlaşma sağlanıp çözüm açısından yol alınamayan sorunlar sınırın hep bu tarafında birikmiştir. O yüzden müziğe ilişkin son derece sıradan ve basit olan bir soru bile hâlen yaşadığımız toplumda hak ettiği doğallık ve rahatlıkta sorulup cevaplanamamaktadır. Belki bu yazı vesile olur; bir an için önyargılarından ve koşullanmışlıklarından sıyrılabilenler yanlarındakilere dinlettikleri bir parça için videodaki o basit ve naif soruyu rahatça sorabilirler: “Sevdin mi?“