Hırsızlar İş Başında: Jazz Sabbath
Malumunuz, akademik intihal ülkemizin ata sporlarından biri. İntihal deyince zihninizde canlanmıyor olabilir; daha dolaysız söyleyelim: hırsızlık. Gün geçmiyor ki, ensesi kalın bir akademik şahsiyetin, ünvanına hak kazanmak için hazırladığı tezinin, atıfta bulunmaksızın başkasının tezlerinden, araştırmalarından alıntılar içerdiği duyulmasın. Daha da kötüsü şu ki, tezinin büyük bölümünü başkasından alanlar hatta tezini başkasına yazdıranlar da var ve bu yolla edindikleri unvanlarıyla mutlu mesut yaşıyorlar.
Durum öyle bir hal almış ki, internette dolanırsanız ücreti karşılığı akademik tez yazımı hizmeti satan çok sayıda websitesine denk geleceksiniz. Satan memnun, alan zaten pek memnun; kanun, örf, adet ve ananelerimize uygun olmalı ki düzen son sürat devam ediyor. Bu durumdan güç alan müntehiller (*) hedefledikleri yere varmanın önündeki teferruatı bu şekilde aşmayı kendilerine hak görüyorlar.
İntihal meselesinin revaçta olduğu bir alan da müzik. Başlangıcından bu yana, özellikle popüler müzik türlerinde popüler hale gelen bazı şarkıların, şarkının yazarı olduğunu beyan etmiş kişilere ait olmadığı iddiaları sık sık gündeme geliyor. Daha bir kaç gün önce sosyal medyada, geçmişte yaşanmış bir intihal tartışmasına dair içerik dolanıyordu. Meğer Fikret Kızılok, çok sevilen Sevda Çiçeği bestesini Orhan Gencebay‘ın Tanrıya Feryat‘ından tırtıklamışmış. Yine yakınlarda Erkin Koray‘ın meşhur şarkısı Şaşkın‘ın, Lübnanlı şarkıcı Semira Tevfik‘ten aşırıldığı haberleri dolanıyordu. Aranjman dönemini takip eden ve pop müziğimizin altın yılları diye algılanan zamanlarda daha kaç şarkının aslında intihal olduğu sıralansa dudaklarımız uçuklar.
Bizde böyle de dışarıda farklı mı? The Doors, The Rolling Stones, Radiohead, Madonna, Mariah Carey, Ed Sheeran… açılan davalar sonucunda tazminat ödemek durumunda kaldılar. Led Zeppelin‘in Dazed and Confused, Bring It on Home, The Lemon Song, Whole Lotta Love, Babe I’m Gonna Leave You gibi efsane şarkılarını başkalarından apardığını yazayım, konunun ciddiyeti anlaşılsın.
Fark şurada: orada intihal ciddiye alınıyor ve icap ederse cezalandırılıyor, zarar tazmin ediliyor. Bizdeki durumu biliyorsunuz.
Sadede gelelim.
Eser hırsızlığı konusu, bir kez de, 2020 yılında yayınlanan bir albüm vesilesiyle müzik aleminin gündemine gelmişti.
Basına dağıtılan bir tanıtım bülteninde, Jazz Sabbath grubunun, İngiltere’nin 60’lardaki caz hareketinin öncülerinden olduğu, yayınlanmakta olan albümün aslında 1969’da kaydedildiği, grubun lideri olan piyanist Milton Keanes‘in, kaydın hemen sonrasında ağır bir kalp krizi geçirdiği ve bu nedenle plak şirketinin albümü rafa kaldırdığı yazıyordu. Bundan sonrası ise hayli ilginç.
Keanes, uzun tedavi sürecinin ardından taburcu olduktan sonra, Black Sabbath adını taşıyan Birminghamlı bir grubun şarkılarını kaydettiğini, bestelerin sahibi olarak kendi isminin anılmadığını ve grubun bu albümlerle dünya çapında meşhur olduğunu öğrenmiş.
Asıl şoku, sigortayı dolandırmak için deposunu aleve verdiğinin anlaşılması üzerine kayıt şirketi sahibinin hapsi boyladığını öğrendiğinde ve daha da kötüsü, master kaydın yangında yanıp kül olduğu söylendiğinde yaşamış.
Büyük bir gafletle zamanında bestelerini kendi adına kaydettirmemiş olduğundan ötürü Black Sabbath’ın hukuk ordusu karşısında hak talep edememiş ve işin peşini bırakıp yaşamına devam etme kararı almış.
Dedik ya, intihal ve hırsızlık her yerde ancak gerçeklerin de, bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu var!
Aradan 40 küsür yıl geçtikten sonra master kayıt bir başka deponun tozlu rafları arasında keşfedilince Keanes aranmış bulunmuş ve Black Sabbath’ın şarlatanlığı da açığa çıkmış.
Jazz Sabbath albümünün yayımlanması sürecinde, Youtube’a servis edilen tanıtım filminde Gary Stevenson, Jeff Rona, Neil Murray, Mike Bordin, Kevin Churko, Mark Radcliffe, Marky Ramone gibi basın ve müzik dünyasının ünlüleri, durum karşısındaki şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı. Hatta içlerinde Jazz Sabbath kaydını White Album ile, grubun lideri Milton Keanes’i The Beatles ile kıyaslayanlar dahi vardı.
İnanılmaz! Değil mi?
Tabii ki bu yalanlara inanılmaz!
Tüm bu aktardıklarım aslında fantazi. Peki Jazz Sabbath da neyin nesi?
Şurası kesin; Jazz Sabbath senaryosunun yanında Jethro Tull‘ın kült albümü Thick As A Brick için Ian Anderson‘ın kurguladığı öykü pek masum kalıyor. (Bilmeyenler için hatırlatalım; söz konusu albümün kapağında Little Milton lakaplı Gerald Bostock isimli bir çocuğun girdiği yarışmada Thick As A Brick şiiri ile aldığı birincilik ödülünün, hayata, ülkesine ve tanrısına karşı saldırgan bir tutum içermesi nedeniyle elinden alındığının ve çocuğun psikiyatrik tedaviye gönderileceğinin manşetten verilmiş haberini içeren bir gazete sayfası basılıydı. Tabii ki palavraydı ve 45 dakikalık bu nehir albümdeki sözler aslında Anderson tarafında yazılmıştı.)
Ortada Jazz Sabbath diye bir grup -hakikaten- var, albüm Black Sabbath klasiklerinin caz yorumlarını içeriyor ancak ortaya saçılan bilgi tümüyle hayal ürünü. Arkasında ise, Yes grubunun efsanevi klavyecisi Rick Wakeman‘ın oğlu, kendisi de piyano ve tuşlu çalgılar çalan, Black Sabbath’ın ve Ozzy Osbourne‘nun albümlerinde çalmış ve turne gruplarında çalışmış olan Adam Wakeman var.
Wakeman, 2013 yılında katıldığı bir Black Sabbath turnesi esnasında, girdiği bir iddia neticesinde konserlerde çaldıkları şarkıları solo olarak piyanoda yorumlamaya girişmiş. Şaşırtıcı güzellikte sonuçlar alınca da bu projeyi hayata geçirmek için fırsat kollamaya başlamış.
Tony Iommi‘nin de olurunu aldıktan sonra 2019’da çekirdek üçlü ve konuk müzisyenlerle albümü kaydetmişler ve yukarda aktardığım fantaziyi kurgulayıp bunu albümün tanıtımında kullanmışlar. Neticede Jazz Sabbath albümü caz aleminin dikkatini çekmiş ve listelerinin üst sıralarına kadar tırmanmış.
Kusursuz bir Monty Python senaryosu ve tabii ki sinsi bir pazarlama politikası! Very British!
Gelelim günümüze.
Fantazi devam ediyor. İlk albümün gördüğü ilgi, Milton Keanes (Adam Wakeman), Jacque T’fono (Jerry Meehan) ve Juan Také (Ash Soan) üçlüsünün kaldığı yerden devam etmesine vesile olmuş. 50 (!) yıllık bir gecikmeyle Jazz Sabbath artık aktif bir grup. Konserler veriyor, turneye çıkıyor ve 2022’de ikinci albümlerini yayınladılar.
Fantaziyi kenara bırakır da aktüaliteye gelirsek; Jazz Sabbath Vol.2, yedi Black Sabbath bestesinden oluşan ve herşeyden önce son derece eğlenceli bir albüm. Wakeman, şarkıların orijinallerine yakın durma kolaycılığına kaçmayan düzenlemelerinde, heavy metalin (de) köklendiği blues formunu vurgulamış, vodvil havasında çalan nefeslilerin de katkısıyla mizahi unsurlar eklemiş ve bestelerin, ezberlenmiş yorumlarından çok daha fazlasını içerdiğini göstermiş; bir anlamda bu şarkıların kaderinde sadece heavy metal olmadığını kanıtlamış.
Daha önce şarkıları Black Sabbath’tan dinlemediyseniz ve bu yazıda anlattığım fantastik öyküyü yok sayarsanız, ritmik olarak sizi anında içeriye alacak bir müzik dinleyeceksiniz. Eğer sıkı bir caz dinleyici iseniz, Jazz Sabbath, kulağınıza, asıl stilleri caz olan müzisyenlerin yaptığı son derece rafine enstrumental pop rock olarak tınlayacaktır; yumuşamış, köşelerini törpülemiş Blood, Sweat & Tears performansları gibi.
Paranoid yorumunu dinleyin; bir şans vermeye değeceğini göreceksiniz.
Püritenlerin algısında ne kadar caz olduğu tartışmalı ve günümüzün ilerici caz müzisyenlerinin yaptıklarına benzemiyor olabilir ama Jazz Sabbath müziğinin akıllıca kurgulanmış ve icra edilmiş bir proje olduğu kesin.
Gönüllüce çekildiği köşeden meydanlara doğru ilerlemek istiyorsa caz müzisyenlerinin yapması gerekenlerden biri de, meydanı dolduran insanların kimliklerini oluşturan şarkılara el atmak, onları konuştukları dilde, konuşurken dinleyicinin anlayacağı şekilde söylemek; tıpkı erken dönem cazcıların yaptığı gibi…
Yoksa, sanatsal açıdan yükseldiği yerde, sadece oraya erişmek için çabalayan dinleyiciye seslenmeye devam edecektir.
Eh, caz zaten böyle bir müzik; caz, çalan azınlığın dinleyen azınlık için yaptığı müzik diyorsak, bundan da mennunsak, aynen devam!