Happy Birthday Melody Gardot!
Melody Gardot 2 Şubat 1985 New Jersey doğumlu. Annesi ve büyükannesi tarafından yetiştirilmiş. Babasının kim olduğunu bilmiyor; annesinin bildiğini de sanmıyor ve bu konu hakkında hiç konuşmuyor.
Müziğe, klasik piyano eğitimi ile başlamış ancak çaldıklarına, nota kitabında yer almayan notalar eklediğini farkeden öğretmeni tarafından caza yönlendirilmiş. Philadelphia’nın barlarında piyano çalıp şarkı söylemeye başlamış.
Görsel sanatlara olan ilgisi, onu moda okuluna kaydolmaya sevketmiş. Boş zamanlarında müzik yapan bir moda stilisti olma yolunda ilerliyorken, bir gün okuldan evine giden yolda bisiklete biniyorken, kırmızı ışığa rağmen olanca ivmesiyle ilerleyen bir arabanın altında kalmış. Çarpan şöför arkasına bile bakmadan olay yerinden kaçınca, birisi onu o halde bulup ambülans çağırıncaya değin dakikalarca can çekişmiş.
Leğen kemiği kırık, kafatasında kırıklar, çatlaklar olduğu halde 9 ay boyunca hastanede tedavi görmüş.
Hani güneş gözlüğünü hiç çıkarmaz, gözlerinin rengini bilmeyiz ya, o kazadan hatıra kalan aşırı göz hassasiyeti yüzünden…
Hani, ilk albümlerinde genelde sakin icralar vardır ya; o kazadan kaynaklı, yüksek düzeyde sese olan hassasiyeti nedeniyle…
Daha da trajik olanı; konuşma yeteneğini ve belleğini yitirmiş olması. Terapinin bir parçası olarak müzik yapması önerilince, oturamadığı ve sadece yatakta arkasına yastık alıp bir parça doğrulabildiğinden ötürü gitar öğrenmeye başlamış. Yaptığı bestelerini hasarlı belleğinin derinliklerinde kaybetmemek için teybe kaydetmiş ve ağır ağır da olsa belleğine geri kavuşmuş.
Taburcu olmuş olmasına da, kazanın bıraktığı hasarlar bugüne kadar onunla birlikte yaşamaya devam etmiş. Uzun süre ayakta duramamak, koltuk değneği olmadan yürüyememek, bedeninde TENS adı verilen bir nevi nörolojik cihazla yaşamak, her gün fizik tedavi almak durumunda olmak, uçağın yere konuşunda oluşan basınçtan ötürü, yardım almadan koltuğundan kalkamamak ama en önemlisi hiç durmayan, dinmeyen bedensel ağrılarla birlikte yaşamak.
Sözü Gardot’ya bırakalım:
“Acıyla birlikte yaşamak durumunda olan insanların en büyük problemi, çileden çıkacak şekilde acıyı düşünmeden, onu yok sayamadan günü geçirememek. Kötülediğim ve kendimi toparlayamayacak hale geldiğimde sahneye çıkıyorum; birkaç saat boyunca acı azalıyor, neredeyse hissedilmez hale geliyor. Bu tümüyle insanın zihnini kontrol alması durumu, acıya geri çekilmesini emretme hali. İşte müzik bunu yapıyor. Müzik, dünyanın en fantastik uyuşturucusudur.”
Hastaneden çıkışta barlarda şarkı söylemeye geri dönen Gardot bestelerini seslendirmeye başlamış ve yerel bir radyonun kendisini keşfedip demo kayıtlarını yayınlamasıyla ve ardından Universal’e göndermesiyle birlikte profesyonel müzisyenliğe ilk adımını atmış.
Tümüyle kendi bestelerinden oluşan ilk albümü Worrisome Heart (2007 Verve), yirmi yaşından beklenmeyecek olgunlukta vokal yorumlarını içeriyor. Bir parça Eva Cassidy’yi (hatta bazen Fiona Apple’ı) anıştırıyor olsa da, Gardot başından sonuna kendi sesine ve stiline sahip, kendinden emin müzisyen portresi çiziyor. Blues formunu çok başarılı bir şekilde kullanan besteler, ketum sözler, özenli işçilik…
Sözü yine Gardot’ya bırakalım:
“Müziğe yaklaşımım, modern zamanların müzikal paradigmasından bir hayli farklı. Melodi müzikte her şeydir. Müzik melodiyi onurlandırmalıdır. Başka hiçbir unsur melodiyi ezmemelidir. Şarkıcının kendisi de dahil. Bizim yaptığımız dinleyiciye şarkıyı sunmaktır. Şarkıcı sözleri ezmemelidir ki dinleyici öykünün içine girebilsin. Bana göre melodi basit, samimi, gösterişsiz ve berrak olmalıdır. Kelimelerin değerini konuşma yeteneğimi kaybedince öğrendim. O nedenle de her kelimemi özenle seçmeye gayret ediyorum.”
Gardot, takip eden My One and Only Thrill (2009 Verve) albümünde, Over the Rainbow haricinde yine kendi bestelerini yorumluyordu. Tutku sızdıran, iç gıcıklayan, yer yer acıtan sözlere esneyerek ilerleyen blues armonisi üstüne yayılan incelikli melodiler ve Gardot’nun ritmin önüne arkasına yayılan vokali; hepsi albümün çekici büyüsünü oluşturuyordu.
Melody Gardot’nun üçüncü stüdyo albümü The Absence (2012 Decca); stilistik açıdan ilk iki albümden bir nevi kopuş anlamına geliyor, dersek yanılmış olmayız.
Çıktığı turnelerden bitap düşmüş olan Gardot yaşam ritmini düşürmek ister. Farklı bir kültürün içinde kaybolmanın keyfini yaşamak için gittiği Portekiz’de dil öğrenir, fadoyu tanır, yerel müzisyenlerle çalışır ve gitar tekniğini geliştirir. Amerika’ya dönüşte Brezilyalı müzisyen Heitor Pereira ile çalışmaya ve onun desteğiyle yeni besteler yapmaya başlar.
Bir yere bağlı kalmamayı tercih eden, hatta bundan kaçınan Gardot’nun gezip gördüğü kültürlerin izleri yeni şarkılarının ruhuna siner.
Ve sonrasında ortaya, latin müzikal mirasıyla Afrika’nın kadim müziğinin birleşimi şarkıların çoğunlukta olduğu bir albüm çıkar.
The Absence albümünde sadece latinesque besteler yok; Gardot, onu tanıdığımız, sevdiğimiz türden, eski zamanlara aitmiş gibi duran, kenarından köşesinden hüzün, sitem hatta keder damlayan -misal So We Meet Again My Heartache– bestelerini de seslendiriyor.
Albümdeki favorim Goodbye. Bizdeki karşılığı olsa olsa, buram buram arabesk olurdu. Tek kelimeyle anlatılamayacak, hatta kelimelerle anlatılamayacak cinsten aşk acısının, gönül yarasının sese, söze dönmüş hali: Goodbye.
MG’un az cazdan daha da az caza hatta yok-caza doğru ilerlediği müzikal yolculuğunun sonraki stüdyo durağı, Currency of Man (2015 Decca), kelimenin tam anlamıyla eklektik bir çalışma. Pop estetiği öncekilere göre daha belirgin. Funk var, soul var, blues var, hatta gospel var ama artık caz neredeyse hiç yok!
Ama itiraf etmeliyim, hiç de kötü bir müzik değil albümün bize sunduğu. Öncekilere göre hazmı daha mı kolay? Tartışılır! Hatta bana göre içine girilmesi çok da kolay olmayan bir albüm.
Albümün kaydedildiği yıl, MG’nun koltuk değneğinden büyük oranda kurtulduğunu not edelim ve şu sözlerine kulak verelim:
“Ayakta durup bütün gece balad söylemek çok sıkıcı. Yaptıklarımda samimiydim. Ama şu anda yapmak istediğim şey dans etmek, elektrikli enstrumanlar çalmak, davulun üzerinde bir şeylerin uçuştuğunu görmek ve eğlenip keyif almak.” “Dokuz yıl sonra nihayet sol kolum özgür kaldı. Artık insanlara her iki kolumu kullanarak sarılabiliyorum. Sanmayın ki tümüyle düzeldim; her sabah ve her gece kürlerim devam ediyor ve ben, böylelikle artık sahneyi genişçe kullanabiliyor, gitarımı çalabiliyor ve hatta dans edebiliyorum.”
Anlıyoruz ki, bedeni özgürleştikçe Gardot’nun müziği de değişiyor, özgürleşiyor ve o, bunun tadını çıkarmak istiyor.
Benliğini, kendi duygularını; şarkı sözlerinin odağına koyan MG geride kalmış gözüküyor ve artık karşımızda, başkalarının öykülerini (de) anlatan bir müzisyen var. 1955’de henüz 14 yaşındayken, ırkçı beyazlar tarafından hunharca katledilen Afro Amerikalı Emmet Hill’in öyküsünü anlattığı Preacherman şarkısında olduğu üzere…
Aslında Gardot’nun tavrını çok cesur bulduğumu söylemeliyim. Vokal cazın, içine pop kaçmış Madeleine Peyroux ya da Norah Jones gibi diğer sıkı isimleriyle karşılaştırılıyorken ve iyiden iyiye olgunlaştırdığı stilinin komfor zonunda yaşamaya devam edebilecekken, Lady Gaga gibi süperstarların ligine çıkıp orada rekabet etmeye başlamak… ne denir?
Live in Europe (2018 Decca) Gardot’nun 2012 ile 2016 yılları arasında verdiği 300 konserden bizzat kendi seçtiği parçalardan oluşuyordu. Seçki, gerisinde bıraktığı 4 albümdeki uğraklarını özetlediği gibi, tipik bir Gardot konserinin sergilediği renk ve ses cümbüşünü başarıyla yansıtıyordu.
Gardot, albüm kapağında kendisini sahnede çıplak gösteren bir fotoğraf kullanmanın kendi fikri olduğunu söylüyor:
"Bir heykeltıraşı dahi memnun edebilecek, saf kadınsı bir görüntü istedim. Yaşadığım acılardan sonra elimde bir gitarla sahneye çıplak çıkmayı başarmak bir zaferdir."
Vince Mendoza’nın küçük grup ve yaylılar için yaptığı ağdalı, cilalı düzenlemelerin önünde, kendi besteleri, caz standartları ve bossa nova klasiklerinden oluşan repertuvarı yorumladığı Sunset in the Blue (2020 Universal), başlangıçtaki tavırlı, kararlı duruşundan epey uzakta ağırbaşlı salon şarkıcısı görünümüyle Gardot’nun en aristokrat albümü oldu.
Gardot’nun altıncı stüdyo albümü Entre Eux Deus (2022 Universal) ise, besteci, piyanist Philippe Baden Powell ile düet. Öncekindeki aşırı düzenlenmiş havanın tersine minimalist bir tavırla kaydedilmiş, ‘ikisi arasındaki’ iletişimi, muhabbeti yansıtan, bir tanesi hariç ikilinin bestesi 10 balad şarkıdan oluşuyor. Her ne kadar hakkında olumlu eleştiriler yazılmış olsa da, (This Foolish Heart Could Love You ve Darling Fare Thee Well hariç) akılda kalıcı bir melodinin, ritmik dinamizmin yokluğunda, bir albüm dolusu melodramik, melankolik (hatta acılı arabesk) balad için ‘azı karar, çoğu zarar’ ifadesini kullanmaktan imtina etmemizin yegane nedeni Gardot’nun, İngilizce ve Fransızca olmak üzere iki dilde de mükemmel tonlamaya, telaffuza sahip olması.
Geride bıraktığı 15 yılda yaptıklarına bakınca sürekli değişen bir Gardot ile karşı karşıya olduğumuz aşikar. Milenyum sonrası müzisyenlerinin ‘hiç bir stile bağlı olmama’ ilkesine uygun yaşıyor, düşünüyor ve üretiyor. Caz yapmak, caz şarkıcısı olmak gibi bir motifle şarkı söylemiyor; çoğunluğu yaşadıklarından, hissettiklerinden hareketle yazdığı şarkılarını dinleyicisine aktarmak, onları da şarkılarındaki dünyaya taşıyabilmek için cazı bir taşıt olarak kullanıyor. Söylediği şarkıların hikayesinin kendisine ait olduğundan, aslından kendisini anlattığından şüphe edilmeyecek denli samimi söylüyor. Bu nedenlerle de seviliyor.
Bakalım bir sonraki çalışmasında müzik dünyasına ne sunacak, bu içine şair kaçmış cesur kadın?