Filmler, Film Müzikleri ve Toplumsal Etkileri
Film müzikleri (soundtrack) popüler kültürün önemli parçalarını oluştururlar. Filmlerin etkisi popüler kültürde çok önemlidir ancak bazen film müzikleri filmlerin önüne geçmiştir. Bazı örneklerde ise filmler ve müzikleri o kadar hafızamızda yer etmiştir ki her ikisinden de birer parça görsel veya işitsel bize sunulduğunda hem filmi hem de müziklerini tüm ayrıntıları ile yeniden yaşarız. Hepimizin hafızasında yer edinmiş böyle film müzikleri vardır. Hadi filmler ve müzikleri konusunda tarihi bir yolculuğa çıkalım.
Tarihte ilk film müziği yani filme özel bestelenmiş, kaydedilmiş ve filme eşlik eden müzik 1927 yılında yapılmış olan yönetmeni Alan Corsland ve başrolünde Al Jolson’u gördüğümüz The Jazz Singer filmi olmuştur. Bu film sinema içinde bir dönüm noktasıdır. The Jazz Singer aslında tam anlamıyla bir soundtrack film müziği albümü değildi. Bu film, talkie yani sesli film devrimini başlatan ilk film oldu. İçinde Al Jolson’un canlı sesli performansları ve şarkıları vardı — yani görüntü ile sesi senkronize kaydeden ilk örneklerdendi ve zamanında ses getirmişti ancak albüm olarak piyasaya sürmeyi henüz daha akıl edememişlerdi.
Filmlerin büyüsünü film müzikleri ile harmanlayıp ayrıca pazarlama fikrini yani ilk kez ticari bir “soundtrack” film müziği albümünü 1937 yılında Walt Disney’in Snow White and the Seven Dwarfs (Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler) filminde görüyoruz. Bu alanda Walt Disney yapımları ilk film müziği albümlerinin ticari olarak satılmasına öncülük (akıl etti desek daha doğru olur) etti. 1942 yılında Bambi ile Disney yine devrim yaptı. Film müzikleri dramatik anlatımın önemli bir parçası oldu. Tabi ki sahne sanatları, drama ve müziklerin beraberce kullanımına seyirciler operalar ve operetlerde şahit olmuştu, siyah beyaz ve sessiz filmlerin atmosferlerini desteklemek için yapımcılar müzikleri kullandılar ancak filmler için yapılan müziklerin ayrıca albüm olarak basılıp pazarlanmaları yeni bir pazarlama konsepti doğurdu.
Film müziklerinin yaygınlaşması 1950’li yıllarda olacaktı çünkü aslında müzikleri ile ünlü sanatçıların filmlerinin yapılmasını da bu yıllarda görmeye başlamış olduk. Elvis Presley’nin Love Me Tender ile sinemaya adım atmasını ve filmin müziklerinin albüm listelerini altüst etmesine 1956 yılında tüm dünya şahit oldu. 1957 yılında Jailhouse Rock ile yine Elvis Presley’nin oynadığı film, filmi kadar film müzikleri albümü ile de unutulmaz oldu. Müzik piyasasına yeni bir soluk getiren Rock ‘n’ Roll ile soundtrack kavramı daha geniş bir kitleye yayılama olanağı buldu.
1960’lı yıllara geldiğimiz zaman film müzikleri artık olgunlaşmış ve en az filmler kadar etkili olabileceğini kanıtlamıştı.
1961 yılına geldiğimizde Romeo ve Juliet hikâyesinin New York çeteleri arasına uyarlanmış halini konu alan West Side Story gösterime girdi. “Maria“, “Tonight“, “America” gibi parçalar efsaneleşti. Albüm 54 hafta boyunca Billboard 200 listesinde 1 numarada kaldı! (Bugüne kadar kırılmayan rekorlardan biridir.). Filmle birlikte ırkçılık, göçmenlik ve sınıf ayrımı gibi konuları masaya yatırdı. ABD’de 60’lar sivil haklar hareketine zemin hazırlayan sanatsal dalgalanmalardan biri oldu. Müzikalin koreografileri bile gençler arasında gang dance furyasını başlattı.
1965 yılında Julie Andrews’un başrolünde yer aldığı The Sound of Music gösterime girdi. Avusturya Alplerinde geçen bir aşk ve aile hikâyesini anlatan filmin müziklerinin yer aldığı albüm Billboard listelerinde tam dört yıl (!) boyunca kalabildi. “Do-Re-Mi“, “My Favorite Things“, “Edelweiss” gibi şarkılar kültürel hafızaya kazındı. Seyirciler üzerinde de bazı etkileri oldu. Müzikal filmlere olan aşk yeniden körüklendi. 60’lar sonunda Amerika’da temiz aile eğlencesi anlayışı popülerleşti. Kadın başrol karakterlerinin güçlü ve bağımsız figürler olması önem kazandı. O yıllarda yükselen savaş karşıtı duygulara rağmen, filmdeki saf aile ve doğa temaları insanlara huzur sundu.
1965 yılına geldiğimiz zaman bir diğer müzikleri ile ses getiren yapım ise Doctor Zhivago filmi oldu. Bolşevik Devrimi’nin ortasında geçen bir aşk ve kader hikayesi ile seyirciler tarafından çok sevildi. “Lara’s Theme” (özellikle “Somewhere My Love” versiyonu) dünya çapında büyük hit oldu. Albüm klasik müzik ile popüler kültürü buluşturdu.
Bu üç filmin haricinde 1960’ların ses getiren diğer film müziklerine sahip filmleri şöyle sıralayabiliriz: Breakfast at Tiffany’s (1961), bu filmle “Moon River” (Henry Mancini bestesi) efsane oldu. 1962’de En İyi Özgün Şarkı Oscar’ını kazandı.1964 Yapımı A Hard Day’s Night filmi de Beatles’ın ilk filmi, bir günde başlarından geçen maceraları konu alıyordu. “Can’t Buy Me Love“, “A Hard Day’s Night“, “And I Love Her” gibi Beatles klasiği şarkılar burada doğdu. Albüm ve film birbirini aynı anda destekledi — soundtrack, filmden bağımsız büyük bir fenomen oldu.
1970’ler sinemada ve müzikte büyük dönüşümlerin yaşandığı, kültürel anlamda devrim niteliğinde eserlerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu yıllarda müzik ve film, birbirini besleyen iki güç haline geldi. 1970’lerin en önemli “soundtrack” albümleri sadece film müzikleri olarak kalmadı, toplumsal ve kültürel anlamda da büyük etkiler yarattı.
1972 yılında, Mario Puzo‘nun aynı adlı romanından uyarlanan The Godfather, İtalyan mafyasının güçlü bir portresini çizdi ve sinemanın en önemli yapımlarından biri haline geldi. Nino Rota’nın besteleri, filmle öyle bütünleşti ki, unutulmaz bir atmosfer yarattı. Bu filmin müzikleri, bugüne kadar sinemanın en etkili müziklerinden biri olarak kabul edilir. “The Godfather Waltz” gibi parçalar, sadece sinema tarihinin değil, tüm dünya çapında müzik kültürünün önemli eserleri haline geldi. Sinema tarihinde sinematografik bir devrim yaratarak görselliği ve müzikal temaları sinemanın en önemli öğeleri yaptı.
1975 yılında trans birey bir bilim insanı ve garip yaratıkları arasında geçen absürt komedi olarak izlediğimiz Rocky Horror Picture Show vizyona girdi. Film konusu itibariyle toplumun geleneksel normlarına karşı meydan okudu. GLBTQ+ topluluğunun sinema ve kültür dünyasında daha görünür hale gelmesinde önemli bir rol oynadı. Film, toplumsal cinsiyet, kimlik ve özgürlük anlayışında bir devrim yaptı. Film bunları başarırken müzikleri ise “Time Warp“, “Sweet Transvestite” gibi şarkılar kültürel anlamda fenomen haline geldi. Film, müzikal, komedi ve şok edici görseller ile tam kendi başına bir kültür haline geldi.
1975 yılının yaz aylarına geldiğimizde o senenin unutulmaz hit filmi ise hiç şüphesiz Steven Spielberg’ün imzasını attığı ve “blockbuster” kavramını yaratan filmi Jaws oldu. Jaws, doğrudan kan göstermeden, sadece “beklenti ve tedirginlik” yaratarak insanları koltuklarına çiviledi Yani: “Ne kadar az gösterirsen o kadar çok korkutursun” mantığını popüler hale getirdi Buna rağmen bir neslin yazları denize girme özgürlüğünü elinden aldı. 🙂 Büyük bütçeli yaz filmlerinin devri başladı.
Asıl bomba ise John Williams‘ın yaptığı soundtrack oldu. Her türlü gerilimli ortama uyabilen DUM-DUM… DUM-DUM…” diye başlayan o basit, tekrarlayan motif dünyanın en tanınan gerilim müziklerinden biri oldu. Müziğin sadeliği, köpekbalığının gelişini işaret eden bir alarm gibi çalıştı ve seneler içerisinde herhangi bir tehlikenin gelişini arz eder niteliğe dönüştü. İki nota (E ve F) arasında gidip gelen bu tema, insanların bilinçaltında “tehlike yaklaşıyor” hissini doğrudan yarattı ve herhalde kim bu ki notayı duysa bugün bile bir tehlikenin geldiğine yoracaktır. Sadece müzikle gerilim yaratmak diye bir şey varsa, bunu dünyaya öğreten adam John Williams ve Jaws film müziği oldu.
1977 Yılına geldiğimiz de hepimizin danslarını hatırladığı Saturday Night Fever vizyona girdi. Film, 1970’ler disko kültürünün simgesi haline geldi. John Travolta‘nın başrolünde olduğu film, bir genç adamın disko salonunda hayatını bulma hikâyesini anlatıyordu. Filmle birlikte disco kültürü tüm dünyayı sardı. Moda, dans ve eğlence anlayışını dönüştürdü. Gençlik kültürünün ve özgürlüğün sembolü haline geldi. Disco, bir dans toplumu yaratarak eğlence anlayışını baştan sona değiştirdi. Eşcinsel kültürün görünürlük kazanmasında önemli bir rol oynadı, çünkü disko kulüpleri, özellikle 1970’lerin başlarında, bu kültür için güvenli alanlar haline gelmişti. Filmin müzikleri ise tüm dünya da büyük ses getirdi. Bee Gees‘in şarkıları, albümün içeriğiyle adeta bir devrim yarattı. “Stayin’ Alive“, “Night Fever“, “How Deep Is Your Love” gibi parçalar, sadece filmde değil, popüler kültürde de kalıcı bir yer edindi. Albüm dünya çapında 40 milyonun üzerinde satış yaparak, zamanının en çok satan soundtrack albümü oldu. Hatta filmin müzikleri o kadar çok sattı ki Saturday Night Fever Albümü filmden çok daha fazla para kazandırarak bu alanda bir ilke imza atmış oldu.
1978 yılına geldiğimizde benim de çok sevdiğim filmlerden ve film müzikleri albümünden biri olan Grease vizyona girdi. 1950’lerdeki gençlik kültürünü ve aşkı anlatan bu müzikal, dönemin gençlerine hitap etti ve öne çıkan şarkılarıyla popüler kültürün vazgeçilmezi haline geldi. “You’re The One That I Want“, “Summer Nights” gibi şarkılar tüm dünyada gözde oldu. Film, gençlik ve aşk temalarını öyle güçlü işledi ve film müziği dışındaki şarkılar da o kadar popüler hale geldi ki albüm dünya çapında 40 milyon satışı geçti.
1978 yılının bir diğer efsanesi de Richard Donner‘ın yönettiği, Mario Puzo’nun kaleminden çıkan ve Christopher Reeve‘ın Superman rolünü üstlendiği efsane film Superman the Movie’dir. İlk defa özel efekt teknolojisinde (özellikle uçuş sahnelerinde) büyük atılım oldu. “Bir insanın uçabileceğine inanacaksınız” mottosunu film ortaya attı ve gerçektende dönemi içi benzersiz olan efektler insanları inandırdı. John Williams yine sahnede ve evet, Jaws’tan sonra burada da müziği o besteledi! Superman tema müziği, sinema tarihinin en ikonik soundtracklerinden biridir. Duyar duymaz, bilinçaltında umut, iyilik, güç hisleri tetiklenir. Tempo hafif yavaş başlayıp yükselir, sonra patlayıcı bir şekilde coşar ve insana “Tanrılar arasında bir adam doğuyor” hissi verir. Williams burada şunu yaptı: Sadece karaktere fon müziği yapmadı. Superman’in ruhunu, idealini, sembolünü sesle anlattı ve bir karakteri notalarla birleştirmeyi ve ifade edebilmeyi başardı. Bugün Superman filminin ikonik ilk notalarını duyduğunda aklına Superman gelmeyen kişi herhalde yoktur.
Şimdi bir yıl geriye gitmek istiyorum çünkü bu filmi ve müziklerini özellikle 1970’ler konusunun sonuna sakladım. Star Wars! (1977). George Lucas’ın efsanevi bilim kurgu filmi, hem teknik hem de kültürel anlamda sinema dünyasında devrim yarattı. Film müziği ise John Williams’ın unutulmaz “The Imperial March” ve “Star Wars Main Theme” gibi besteleriyle oldukça dikkat çekti. Star Wars müzikleri, film endüstrisinde müzik ve görselliği birleştirerek efsaneleşti. John Williams’ın besteleri, sinema müziklerinin nasıl olması gerektiği konusunda bir dönüm noktası oldu. Star Wars, globalleşen bir kültürün simgesi haline geldi, sinema dünyasında fandom kültürünü başlattı ve müzikleri de en az filmin kendisi kadar bu kültürde önemli yer oynadı. Film, farklı toplum kesimlerinden insanları bir araya getiren bir kültürel fenomen haline geldi.
1980’ler benim gibi bir 80’lerde çocukluğunu yaşamış bir birey için hiç şüphesiz hem sinemanın hem de film müziklerinin ‘EN’lerinin yaşandığı yıllar olmuştur. 1980’ler söz konusu olduğunda birçok örnek verebilirim ancak onlarca örnekten birkaç tanesini özellikle seçerek bu yazımda bahsetmek istiyorum.
1980 yapımı Flash Gordon filmi, bilim kurgu ve aksiyon türünün ikonik örneklerinden biridir. Queen‘in imzasını taşıyan soundtrack, filmin en belirgin özelliklerindendir. Freddie Mercury ve arkadaşları, film için yazdıkları müzikle müthiş bir etki yarattılar. Özellikle “Flash’s Theme” ve “The Hero” gibi şarkılar, hem filmle özdeşleşti hem de zamanla popüler kültürün bir parçası haline geldi. Queen’in müzik tarzı, filmle uyumlu bir şekilde sinematik bir güçle birleşti. Queen’in müziği, rock, pop ve elektronik unsurların bir karışımını içeriyordu. Bu, film müziği anlayışında bir devrim niteliği taşıdı. Queen’in enerjik, teatral ve bazen epik sound’u, Flash Gordon’un macera dolu havasıyla mükemmel bir uyum yakaladı. Film ve müzikleri, 80’lerin kitsch (abartılı, renkli ve nostaljik) estetiğiyle de paralel bir etki yarattı. Bu, zamanla bir kült haline gelmesine neden oldu.
1983 yılında Flash Dance filmi bir balerin ve gece kulübü dansçısının, büyük bir bale okuluna kabul edilme hayalini anlatan filmdir. Kadın gücü ve özgürleşme temalarını işledi, 80’ler kadın hareketinin etkilerini sinemaya taşıdı. Fitness ve spor salonu kültürü patladı, kadınlar için yeni bir “güçlü” imajı doğdu. Dans kültürü ve özgür birey olma fikri, gençlik arasında popülerleşti. “What a Feeling” (Irene Cara), albümün en büyük hitiydi ve şarkı, Oscar kazandı. Albüm, pop ve dans müziklerinin güçlü bir karışımını sundu ve listelerde uzun süre yer aldı.
1984 yılında Prince‘in müzikal filmi, bir rock yıldızının yaşamını, aşkını ve kariyerini konu alan “Purple Rain” vizyona girdi. Prince, siyah kültürü ve Rock müzik arasındaki sınırları kaldırarak, müzik dünyasında yeni bir dönemi başlattı. Bireysel özgürlük ve sosyal normlara karşı durma temaları 80’lerdeki gençlik kültürünü etkiledi. Moda ve estetik açısından büyük bir dönüşüm yarattı, Prince’in sahne tarzı ve giyim tarzı bir neslin modasını etkiledi. “When Doves Cry“, “Let’s Go Crazy” gibi şarkılar, pop müziği ile rock’ı harmanlayarak yeni bir ses yarattı. Soundtrack, sinematik anlatıyı ve müziği mükemmel bir şekilde birleştirdi, albüm büyük bir ticari başarı elde etti.
1986 yılında Tom Cruise‘un başrolünde olduğu “Top Gun“, bir grup savaş pilotunun eğitimleri ve mücadelesini konu alan dönemin en hit filmlerinden biri olarak vizyona girdi. “Take My Breath Away” (Berlin) – Bu parça, hem filmdeki romantik temayı hem de 80’lerin duygusal havasını mükemmel bir şekilde yansıttı. “Danger Zone” (Kenny Loggins) – Aksiyon sahneleriyle özdeşleşen bu parça, 80’lerin en tanınan şarkılarından biridir.
Dans ve popüler müziğin iç içe geçtiği 1980’lerin en havalı filmlerinden ve film müziklerinden biri de hiç şüphesiz 1987 yapımı “Dirty Dancing” filmidir. Dirty Dancing filminde, genç bir kız olan Baby’nin, tatil kasabasında dans öğretmeni Johnny ile yaşadığı aşk hikayesi anlatılmaktadır. 1980’lerdeki popüler dans eğilimlerini, “Dirty Dancing” ve müzikleri pekiştirdi. Film, dansı sadece gençler için bir eğlence değil, aynı zamanda özgürleşme ve kendini ifade etme aracı olarak sundu. Müzikler ve film, 80’lerdeki gençlik kültürünün en büyük temsilcilerinden biri oldu. “I’ve Had The Time of My Life” (Bill Medley ve Jennifer Warnes) albümdeki en ikonik şarkıdır ve bu şarkı Oscar kazanarak unutulmaz bir hit haline gelmiştir. “Hungry Eyes” (Eric Carmen) ve “She’s Like the Wind” (Patrick Swayze) gibi şarkılar da oldukça popüler oldu.
Başta da değindiğim gibi 1980’li yıllar söz konusu olduğunda daha birçok örnek vermek mümkündür ama hem okuyucuları sıkmamak hem de 80’lerin müthiş havasını bir kere daha hatırlatmak anlamında bu kadar örneğin yeterli olacağı kanısındayım.
1990’ler sinema ve film müzikleri anlamında 80’lerin başarılı bayrağını taşıdı demek yanlış olmaz. Bu dönemde de birçok film ve film müziği birlikteliği sayabiliriz ancak özellikle üç tanesi bence çok çok önemlidir.
1992 “The Bodyguard”, Whitney Houston ve Kevin Costner’ın başrollerinde yer aldığı ve bir pop yıldızı ve onun koruması arasındaki romantik ilişkiyi konu alan film.1990’ların hitleri arasında yer aldı. Whitney Houston’un performansı, kadın gücü ve bağımsızlık temalarını popülerleştirdi. Romantik aşk şarkıları ve güçlü kadın karakterler, 90’lar sinemasının önemli temaları oldu. Duygusal ve dramatik müzikler, geniş bir kitleye hitap etti. “I Will Always Love You“, tüm zamanların en çok satan single’larından biri oldu. Albüm, 45 milyonun üzerinde satış yaparak tarihsel bir başarı elde etti.
1994 yılında Disney’in Afrika savanlarında geçen, kral olma yolundaki bir aslanın hikâyesini anlattığı müzikal filmi “The Lion King” vizyona girdi. Aile bağları, doğanın gücü ve doğa ile uyum temaları güçlü bir şekilde işlendi. Elton John’un şarkılarının evrensel mesajı, insanlık ve doğa ilişkisini yeniden sorgulattı. “Circle of Life“, “Can You Feel the Love Tonight” gibi şarkılar, kültürel bir fenomen haline geldi. Albüm dünya çapında 10 milyon satışı geçti ve film müziği, animasyon dünyasında bir devrim yarattı.
1997 yılına geldiğimiz zaman “Titanic” vizyona girdi. James Cameron‘ın yönetmenliğini yaptığı ve 1912’deki Titanic felaketini konu alan film tüm zamanların en başarılı filmlerinden biri oldu. Romantizm ve aşkın sonsuzluğu gibi evrensel temalar, dünyanın her köşesinde yankı buldu. Titanic’in trajik hikayesi ve şarkısı, 90’lar boyunca nostaljik ve epik dramalar tarzını pekiştirdi. Görsellik ve müziğin birleşimiyle sinema, büyük bir kültürel etki yarattı. “My Heart Will Go On” (Celine Dion), tüm zamanların en unutulmaz film şarkılarından biri haline geldi. Albüm dünya çapında 30 milyon sattı ve film müziği Oscar kazandı.
Bu örneklerin dışında Robin Hood vb. gibi 90’lı yılların hem film hem de film müzikleri açısından başarı yakalamış birçok örneği var. Ancak yukarıda bahsettiğim bu üç filmi 90’lı yıllar için ana örnek alarak 90’lı yılları bitirmek istiyorum.
Milenyum yani 2000’li yıllara geldiğimiz zaman da filmlerin ve müziklerinin toplumları dramatik bir biçimde etkilemesine şahit oluyoruz ancak 2000’li yıllar ile birlikte 70-80-90’ların film ve film müziklerinde ki olağanüstü güçlü etkinin epey zayıfladığını da belirtmek istiyorum. Bu yüzden 2000’li yıllardan sonra bu etkiyi bu kadar güçlü yansıtabilen yapımlar pek az olmuştur. A Star is Born, 8 Mile, Moulin Rouge, Frozen, La La Land gibi, film müzikleri ile dikkat çeken filmler azınlıkta kalmıştır. Özellikle 2010’lardan sonra popüler sinemanın süper kahramanlar temalı filmler ile gişe başarısı kovalama yarışı da bana göre bunda önemli rol oynamıştır çünkü bu noktadan sonra hikayelerin sıradanlaştığı, aynı konuların işlendiği, konu bulmakta zorlandıklarından olsa gerek re-make yapımların cirit attığı şuanda da içinde bulunduğumuz kısır döneme de girmiş oluyoruz. Bu nedenle 2000’li yıllardan günümüze olan dönemi bir çırpıda geçiveriyorum.
Film müzikleri, sadece bir filmin atmosferini oluşturmanın ötesinde, popüler kültürün şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Toplumsal ve kültürel trendlerin oluşmasına, müzik endüstrisinin yönlendirilmesine, modanın evrilmesine ve hatta teknolojinin ve dijital medyanın gelişimine etki eder. Film müzikleri, hem duygusal hem de kültürel bir bağ kurarak, toplumun kolektif hafızasında kalıcı izler bırakır. Yukarıda seçtiğim örnekleri de bu minvalde seçmeye çalıştım. Yer veremediğim pek çok örnek için kusuruma bakmayın.
Filmlerin ve müziklerinin keyfini çıkartın. Sağlıcakla kalın.
■ Erim Erdi’nin Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Dark Blue Notes’da Görüş yazıları
■ Hifi Adamlar