Fazıl Say ve 100. Yıl Marşı Vakası
Türkiye’de yakın tarihi, gündelik siyaseti ve sanatı gerçeğe en yakın şekilde okuyup anlama kılavuzunun en önemli maddelerinden biri de gündeme getirilip tartışılan tüm olgu ve olayların, çoğunlukla başka bir içeriğe, vitrine koyulup parlatılan yüzünden çok daha farklı suretlere sahip olduğudur. Şeytanın gör dediği ayrıntıları görmemekte, okumamakta bu denli ısrarcı olunan bir toplumda sorunun siyasi bir boyutu varsa da esas olarak çözümlemeyi güçleştiren nokta, bunun zamanla kültüre içkinleşerek zihniyetin bir parçası hâline gelmesidir. Buradan itibaren hakikati eğip bükmeden, konulara olabildiğince nesnel yaklaşarak anlamaya çalışan bir avuç “deli” Don Quijote misali kendi kendine çırpınadursun; kalanlar her mecrada kendilerine sunulan piyesleri gönüllü olarak izlemeye devam ederler. Böylece sanal gerçekliğin hakikatin üstünü örten renkli köpüğü, tekâmüle uzanan cefalı yolu pas geçerek yolcularını vadettiği “gül bahçesi”ne ulaştırır. Buradaki tek sorun plastik güllerin kokusuz olmasıdır. Fakat hevesli yolcular bu küçük sorunu pekâlâ görmezden gelebilirler. Nasılsa şairin öğütlediği gibi, “ezeli bir şifadır aldanmak”.
Neyse, meraklısına bu kadar metaforik girizgâh yeter, gelelim sadede…
Bir süre önce İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in Cumhuriyet’in yüzüncü yılı münasebetiyle piyanist ve besteci Fazıl Say’a bir marş sipariş ettiği haberi duyulmuştu. İlk kez 23 Nisan akşamı Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde seslendirilerek halka duyurulan marş kısa süre içinde milyonlarca insana ulaştı. Tabii marşa yönelik olumlu-olumsuz eleştiriler de sosyal medyada yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi. Bu yazı, yapılan eleştirileri dikkate almakla birlikte yaklaşımını ve anlatısını bunun üzerine kuran bir zihnin ürünü değil. Bilâkis meseleyi ele alırken doğrudan kişilere odaklanmak yerine, belirli bir sürece yayılan söylem ve davranışların sonucunda varılan noktayı ve Fazıl Say’ın ortaya koyduğu ürünü, mevcut siyasi konjonktürdeki yeri ve müzik camiası içindeki konumuyla ilişkili olarak çözümleme gayretiyle kaleme alınmış bir metin. Bu nedenle belirtilen amaç ve sınırların dışına çıkan her türlü yorumun, kişisel niyet ve algıyla alâkalı olarak yalnızca yorum sahibini bağlayacağını peşinen söylemek isterim.
Başlığı görüp yazıyı okumaya başlayanların çoğu muhtemelen marşla alâkalı fikrimi merak ediyor; her ne kadar yazının esas amacı bu değilse de doğal ve yerinde bulduğum bu beklentiyi karşılamak için bir iki kelâm edeyim. Müzikle dinleyici olmak dışında hiçbir profesyonel ya da amatör bağı olmayanların dahi fark edip dillendirdikleri üzere, müzik ile şiir arasında çok ciddi bir uyumsuzluk olduğu aşikâr. Bunun da tek bir nedeni var; seçilen şiirin, anlamı vurgulamak ve anlaşılır olmak açısından bazı ritmik kalıplar üzerine oturan ve bu yüzden köşeli bir yapıya sahip olan marş dediğimiz tür için uygun olmaması. Bu uyumsuzluğun besteye yansımasının iki şekilde olduğunu görüyoruz: Hem sözle müzik arasındaki uyum olarak tarif edilen prozodi açısından bir uyuşmazlık oluşmuş; hem de şiirin ritmi, ritmin de melodik yapıyı etkileyip müzik üzerinde belirleyici olması sonucunda, sözleri ve melodisi bakımından akılda kalıcı olmayan, kolay öğrenilebilir olmaktan uzak bir marş ortaya çıkmış. Buna bir de Cumhuriyet’in coşkusunu yansıtamadığı yönündeki simgesel anlama dair öznel eleştiriler eklendiğinde, müzikal ölçütler başta olmak üzere marşın genel anlamda beklentileri karşılayamadığı sonucuna ulaşıyoruz.
Asıl meramımıza gelirsek; öncelikle biçimi veya türü her ne olursa olsun, sözlü bir müzikten bahsettiğimiz anda elimizde iki unsur var demektir: Şiir/güfte ve beste. Bu ikisinin birbirleriyle ne kadar uyumlu olduğu teknik kısma dair önemli bir ölçüt olmakla birlikte her ikisinin de kendi içinde, yani birbirlerinden bağımsız olarak nasıl bir yapıya sahip olduklarını incelemek de farklı bir bakış sağlaması yönünden faydalı ve gereklidir. Ne var ki burada her iki yaklaşımın dışında olup bir anlamda onları boşa düşüren ve marşla ilgili eleştirilerde gözden kaçırılan bir noktanın altını çizmek lâzım. Marşın bestelenmesinden yaklaşık kırk yıl önce yayınlanan bir kitapta yer alan ve Ayten Mutlu’ya ait olan Ver Elini şiiri, Cumhuriyet’in yüzüncü yılı şerefine yazılmamış olmasının yanında milli hisleri köpürtüp coşturacak hamasi bir dile ve bu yönde bir iddiaya da sahip değil. Nitekim Say, Mutlu’nun “yüzüncü yıl ile ilgili gerekli eklemeleri yaptığını” söylese de şiir son hâliyle bile yüzüncü yıl temasını ve coşkusunu yansıtmanın hayli uzağında. Dahası, Cumhuriyet sözcüğünün geçmediği şiirde Atatürk’ün ismini dahi tek bir yerde, onu da cımbızla çekerek bulabiliyorsunuz.
Niçin ısrarla bu noktanın üstünde durduğumu soranlar olacaktır. Şunu açıkça söyleyebilirim ki amacım kesinlikle şiiri ve şairini eleştirmek değil. Bilâkis, marş bağlamında şiire yöneltilen eleştirilerin -söz gelimi şiirdeki bazı ifadelerin müstehzi bir üslûpla tenkit edilmesinin- oldukça yersiz olduğu kanısındayım. Elbette şiir edebiyat eleştirisi çerçevesinde incelenip tartışılabilir. Burada önemli olan şey hangi bağlamda ele alındığıdır. Bir edebi ürünün yazıldığı dönemin ve ortamın koşulları dışına çıkartılıp ait olmadığı bir dünyanın sınırları içine çekilerek bağlamının değiştirilmesi, her şeyden önce gerçekçi, nesnel ve tutarlı bir eleştiri yapma imkânına ket vurur. Tam da bu sebeple Mutlu’nun şiirinin ağırlıklı olarak eleştirilerin hedefi hâline gelmesi haksız bir muameleye kapı aralamakla birlikte, üzerinde durulması gereken asıl noktaların önüne geçip tartışmayı kısır bir yere götürecektir. Bu aşamada sorgulanıp tartışmaya dahil edilebilecek tek husus, bağlam değişikliğinin sebep olacağı sorunlara rağmen şairin niçin şiirinin kullanılmasına izin verdiğidir.
Böyle durumlarda tekrar iyidir. O yüzden özetle ve son kez ifade edecek olursak; Cumhuriyet’in yüzüncü yılı için yazılmamış bir şiirin sözlerini alıp istediğiniz kadar ondan bir marş çıkarmaya çalışın; şiirin yapısı müsait değilse ortaya çıkan müziğin teknik açıdan bazı sorunlarının olması kaçınılmazdır, bu bir. İkincisi, şiiri hedef alıp ilişkilendirildiği tema açısından yeterliliğini ölçüp eleştirmek ne gerçekçi ne de adil bir yaklaşımdır. Yalnızca suyu bulandırıp vakit kaybettirerek büyük resmi görmeyi engeller. Çok isteyen, marştan bağımsız olarak, doğrudan şiirin kendisini edebi bir bağlamda inceleyip değerlendirebilir. Bu kadar net, bu kadar basit. Meselenin şiir/şair cephesinin yeterince net ve anlaşılır olduğunu düşünerek asıl olarak üzerinde durulması gereken kısma, marşın bestecisine geçiyorum.
Değerlendirmemin çerçevesini belirlemek için önce bazı noktaların altını çizmem gerekiyor. Konunun nesnel bir şekilde tartışılmasını güçleştiren; eleştirilerin adil ve samimi olup olmadığı noktasında şüphe uyandıran başlıca husus, Fazıl Say’ın müzisyen kimliğiyle alâkalı eleştirilerin saldırgan bir tavır ve üslûpla dile getirilmesi. Siyasi saiklerden kaynaklanan yorumlarda derdin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu aşikâr. Nitekim toz kaldırıp kutuplaştırmak dışında hiçbir işe yaramayan bu sataşmaları -zira bunlara eleştiri denemez- elediğimizde Say’ın müziği yahut fikirleri hakkında söylenen, tutarlı ve sağlam gerekçelere dayanan, eleştiri olarak dikkate alınabilecek yorumların çok az olduğunu teslim etmek lâzım. Dolayısıyla müzikle profesyonel veya amatör bir bağı olmayan, müzik yapma pratiği ilkokulda bolca tükürükle blok flüt çalma deneyiminin ötesine geçmemiş ve müziği iş yaparken arkada “tıngırdayan” bir şey olarak görüp telefonunun zil sesini meftunu olduğu mafyatik dizinin jenerik müziği yapan birinin, müzikle veya müzisyenlikle alâkalı teknik bir yorum yapma teşebbüsü en, ama en yumuşak tabirle cahil cesareti olarak görülüp dikkate alınamaz, alınmamalıdır.
Fakat küçük yaşta başladığı nitelikli müzik eğitiminin ardından yirmili yaşlarında piyanist olarak ciddi başarılara imza atmış, dünyanın birçok yerinde konserler verip sayısız orkestrayla çalmış, besteci olarak da farklı formlarda -eserlerinin niteliği ayrı bir konudur- ürünler vermiş, dünyaca tanınıp takdir edilen ve bugün elli üç yaşına gelmiş bir kişinin hem kariyerinin hem de fikirlerinin ve siyasi kimliğinin nesnel biçimde incelenip yorumlanmamış olmasının da buraya özgü bir tuhaflık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Nitekim bu eksiklik, bugün Say’ı ve yazdığı marşı nereye oturtabileceğimiz konusunda çoğunluğun en ufak bir fikre sahip olmamasının da en önemli sebebi. Say’ın fikirlerini ve siyasi kimliğini ayrıntılı olarak değerlendirmek elbette bu yazının sınırlarını ziyadesiyle aşıyor. Yine de birkaç noktaya kısaca işaret etmenin marşla ilgili tartışmaya yeni bir boyut katma açısından mütevazı bir katkı sağlayacağına inanıyorum.
Say’ın çocukluğuna kadar inecek değilim, onun için ehliyetim de yok zaten. Sadece mevcut hükümetin iktidara geldiği 2000’lerin başından alarak birkaç konuya ve tarihe işaret edeceğim. İlk tarih, bana göre Say’ın kariyerinde önemli bir kırılma noktası olan, Nazım Oratoryosu’nun da yazıldığı 2001. 2 Aralık 2001 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan “Nazım’ı Anlamayanlara Hitaben” başlıklı yazısı, otuzlu yaşlarının başındaki Say’ın son yirmi yıla denk düşen olgunluk evresinin ve giderek öne çıkan siyasi kimliğinin yüzeye çıkışının başlangıcı kanımca. İkincisi, iktidarın beşinci yılını tamamladığı 2007 yılı; sol liberal bir Alman gazetesine verdiği demeçte “Bizim Türkiye rüyamız öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Bizi dışlıyorlar. Çankaya’daki davete bir sürü ıvır zıvır adamları çağırdılar, beni çağırma gereği bile duymadılar. Bu iş böyle devam ederse kızımı da alıp bir başka ülkeye yerleşeceğim.” diyerek şimşekleri üzerine çekmesi. Üçüncüsü, arabesk müzikten dem vurup Türkiye’deki toplumsal yapıyı ve müzik kültürünü eleştirdiği, ne dediğinden ziyade nasıl söylediğiyle değerlendirilen ve anılan “Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum” çıkışını yaptığı 2010 yılı. Dördüncü tarih Twitter’dan Ömer Hayyam’ın rubailerini paylaşması üzerine “dinî değerleri aşağıladığı” iddiasıyla hakkında dava açılıp suçlu bulunduğu 2012 yılı. Son tarih ise tahmin edileceği üzere Gezi Parkı olayının patlak verdiği 2013’teki genel tutumu ve duruşu.
Sadeleştirip özetleyecek olursak; bir taraftan 2000’lerin yaklaşık ilk on üç yılında, dünyanın her yerinde konserler vermeyi sürdürmekle birlikte piyanistliğinden çok giderek besteciliğiyle öne çıkmayı tercih eden ve aldığı ödüllerle yurt dışındaki saygınlığını pekiştiren Say; bir yandan da sert ve iğneleyici üslûbuyla sıkça gündeme gelip, popülerliğini siyasi kimliğine katık ederek oluşturduğu “muhalif müzisyen” profilinin etrafında toplanan kitlenin desteğiyle kendine meşru ama bir o kadar kırılgan ve “romantik” bir zırh ördü. Yerli yersiz eleştirileri ve yapılan saldırıları bu zırhın arkasından karşılarken, ortaya koyduğu işlerin yaşadığı toplumda hak ettiğine inandığı karşılığı göremeyişinden kaynaklanan hayal kırıklığını da yine aynı zırhın ardında yaşadı. Ona manevi bir “dokunulmazlık” sağladığı hissine kapıldığı bu zırh, mesnetsiz tenkitlere ve her türlü saldırıya direnebileceği motivasyonu sağlasa da, egosunu okşayıp haklılık duygusunu beslediği ölçüde samimi, nesnel ve yapıcı eleştirilere de tahammülsüz ve hırçın yaklaşmasına sebep oldu. Göz önünde olan bir sanatçı olarak daima eleştiriye açık olduğunu söylese de, marşın bestesine dair haklılığı gün gibi açık olan teknik eleştirileri bile kabul etmeyişi, sözünün pratikte karşılığı olmadığının bir göstergesi.
Şunu hepimiz biliyoruz ki bu marşın Fazıl Say’a sipariş verilme nedeni, koskoca memlekette marş yazmaya muktedir, daha yetenekli ve yeterli başka bir besteci olmaması değil. Peki görev niçin kendisine verildi? Bunun da cevabı en az önceki soru kadar net: Siyasi ve popüler kimliği daha baskın birisi yok da ondan. Yirmi iki yıl önceki yazısında Amerika’nın Afganistan’a yaptığı müdahaleyi yorumlarken “Nazım yaşasaydı Amerika’ya hak verirdi. Amerika yanlışlıkla üç beş kız çocuğunu öldürdü belki. Ama milyonlarca kız çocuğunu diriltti” diyen Say’ın, buradan yola çıkarak sevgi ve gökyüzünden bahsedip el ele verme noktasına ulaşan serüveninin işaret ettiği kafası karışık “aydın” kimliği, siyasi ve popüler kimliğinin yanında önemsiz bir detay (!) nasıl olsa.
Atatürk’e, fikirlerine ve Cumhuriyet’e verdiği değer açısından bakılacak olursa Fazıl Say’ın samimiyetinden, sevgi ve saygısından yana bir şüphe duyulabileceğini düşünmüyorum; hiçbir vakit de böyle bir şüphem olmadı. Fakat onu resmi ideolojiyi tümüyle benimsemiş standart bir Cumhuriyetçiden ayıran; kimi zaman ciddi ölçüde kafasının karışmasına neden olsa da bilhassa son yıllarda daha da belirginleşen liberal demokrat çizgiden ayrı düşünmenin, hem fikirlerinin hem de sanata yaklaşımının anlaşılması açısından mümkün olmadığı kanısındayım. Tam da bu sebeple, söz konusu marşın şiiriyle bestesi arasındaki teknik sorunlar üzerinden müzik bilgisini sınayanlardan; şiirde Cumhuriyet ve Atatürk sözcüklerinin yeterince geçmemesinden hareketle yüzüncü yıl coşkusunu hissetmediğinden dem vurup Cumhuriyet’e ve Atatürk’e verdiği değeri sorgulayanlardan ayrılarak, seçtiği şiirin siyasi pozisyonuyla gayet örtüştüğünü düşünüyorum. Yıllar içinde şekillenen, çeşitli tutarsızlıkları olan, derinlikli olduğu için değil, popüler olduğu için öne çıkan siyasi kimliğini kavrayamayanların; en önemlisi de onu son yirmi yılın muhalif sanatçısı ilân edenlerin marşla ilgili hayal kırıklığı yaşamalarını ise kaçınılmaz bir final olarak görüyorum. Lâkin kestirmeden gidilerek varılan gül bahçesini tercih edenler, plastik güllerin kokusuz oluşundan da şikâyet etmemeliler…
100. Yıl Marşı da diğer tüm müzik eserleri gibi demlenmesi için zamana bırakılması gereken bir sanat ürünü. Bundan on yıl sonra beğenen okur, beğenmeyen okumaz. Aynı esneklik Fazıl Say’ın fikirlerini anlamak için de geçerli. Fakat bugün bir asırlık çınar olan Cumhuriyet’in artık tüm müşküllerine ve eksiklerine rağmen kutuplaşmalardan ve linç kültüründen sıyrılması şart. Bütün bir toplum için bunu beklemek yakın gelecek için bir ütopyaysa da en azından sanattan beslenen, müziğin sağaltıcılığına inanan insanların, medenice eleştirmenin çok uzağına düşen saldırgan tavırlardan uzaklaşarak daha yapıcı ve ölçülü bir çizgiye yaklaşmaları gerekiyor. Aksi hâlde her yılı için onlarca marş da yazılsa bir gün elde şerefine marş yazılacak bir Cumhuriyet kalmayabilir ve o gün her şey için çok geç olabilir.