Akbank Caz Festivali

Dire Straits – Love Over Gold

Dire Straits, Mark Knopfler liderliğinde yaptığı Love Over Gold albümü ile rock müzik tarihine, zarif, melankolik ve metafor yüklü bir anlatı kazandırdı. Esasen nezdimde, sessizliğin ve sabrın da bir ritmi olabileceğini gösterdi.

Saat sabahın beşi. Geceyle sabah arasındaki o tanımsız boşlukta, sessizliğin bile bir ağırlığı var. Geceyi şaraba gömüp, eritmeye çalıştığım zamanlardan biri bu. Şehir çoktan susmuş, rüyasız bir uykunun içine çekilmiş. Ben ise, bu semtten bir an evvel taşınmak, geride bırakmak istiyorum duvarları, pencereleri, yankı yapan düşüncelerimi. Pencerenin storundan süzülen sokak lambası ışığı, salonun duvarına vuruyor. Ben de, o ışığa boş boş bakarken, zihnimin içinde dönen uğultuyu susturmaya çalışıyorum. “Keşke bu kadar erken ayılmasaydım” diyorum içimden, alkolün buharı hâlâ dağılmamışken… Sızmadan önce, kendime bir kahve yaptım. Gözüm bir anda fincanın dumanının ardında kalan, plaklarıma takıldı. Rafın önünde, sanki bir ses fısıldadı: “Bugün fazla konuşmayan, ama çok şey anlatan bir albüm istiyorum.” Ve elim, bir anda kendi iradesiyle, usulca Love Over Gold’a uzandı. 

Bu bir albüm değil benim için, daha çok içine kapanık bir dahinin, sessizliğin kıyısında biriktirdiği, söylenmemişlikleri, gitarının tellerine bıraktığı, kimselere yazılmamış bir romanı. Dire Straits’in 1982 yılında çıkardığı, yalnızca beş parçadan oluşan bu albüm, ömrümün belli belirsiz anlarını usulca toparlayıp önüme seriyor sanki. Hızla akan çağ, bu albümü çoktan geride bıraksa da, sabretmeyi bilen kulaklarımın başucunda, hâlâ yerini koruyor. O ilk notayı duyduğumda, sadece bir albüm dinlemiyorum. Esasen kendime sessizce bir söz veriyorum: “Bu hikâye bitmeden hiçbir yere gitmeyeceğim.”

1981 yılının sonlarında, Dire Straits, devleşen bir grubun olgunluk sınavındaydı. On Location Tour adını verdikleri turneden yeni dönmüşlerdi. Mark Knopfler, gri bir sonbahar sabahında Lüksemburg’da minik bir konser salonunda sahnede durmuş, gözleri sahnenin loş ışığında gezinirken, gitarının teline dokunup “Bir dahaki sefere daha uzun çalarım” demişti. Belki şaka gibiydi, ama albüm piyasaya çıkınca, herkes ne demek istediğini anladı… Bu adam gerçekten uzun çalmıştı. Çünkü Love Over Gold bir albümden çok, zamana meydan okuyan bir anlatıdıydı. 

Dönemin İngiltere’sinde Margaret Thatcher iktidarda, işsizlik diz boyu, sendikalarla hükümetin kavgası sokaklara taşmış, şehirler fabrika dumanlarına boğulmuştu. İnsanlar yalnız, endişeli ve kızgındı. Knopfler’ın gitarıysa bu yalnızlığı bazen protest, bazen şiirsel ama hep sessiz bir haykırışla anlatıyordu. 

Plağın içindeki bestelere gelince, albüm dev gibi bir parçayla açılıyor. Telegraph Road. Tam 14 dakika. Düşünün o günlerde radyolar için kâbus, ama müzikseverler için cennet bir parça… Bu parça aslında bir yolun hikâyesi. Detroit’teki Telegraph Road’dan esinlenerek yazılmış. Knopfler, turne otobüsünde camdan dışarı bakarken, o gri otoyolun kenarındaki hikâyeleri hayal etmiş. Fabrikalar, apartmanlar, yalnız insanlar, çöküşler… Gitarın usul usul uyanmasıyla başlıyor parça. Sanki sabah oluyor. Sonra yavaş yavaş enstrümanlar dahil oluyor, tıpkı bir kentin uyanışı gibi. Derken bas giriyor, bateri adım adım ritmi büyütüyor ve kendini bir arabanın içinde buluveriyorsun. Dışarıda yağmur, içeride düşünceler. Tıpkı sabaha karşı sızmak üzereyken, bu albüme ihtiyaç duymam gibi… Knopfler, “There was a time when the road was empty” derken, yalnızca fiziksel bir boşluğu değil, ruhsal bir yoksunluğu da anlatıyor. 14 dakikalık şiir boyunca şehir büyüyor, aşk kayboluyor, umut azalıyor ve dinledikçe şunu fark ediyorum. Bu yol aslında hepimizin hayatı.

Sonra ikinci parça geliyor. Industrial Disease. Bir anda tempo yükseliyor. Knopfler bir haber spikeri olmuş sanki, bana kara mizahlı bir günün özetini veriyor. Parça, İngiltere’nin ekonomik kriziyle dalga geçen, ama altında ciddi bir eleştiri yatan bir anlatı. Gitar melodisi kıvrak, sözler zekice. Dinlerken gülümsüyorum, sonra yüzüm düşüyor. “Endüstriyel hastalık” lafı kulağıma çalınıyor ve içimi bir hüzün kaplıyor. (Sanırım böyle hissetmemde pandemi günlerinin etkisi var.) Knopfler’ın entelektüel yanının bir dışavurumu bu parça. Sadece gitar çalan bir adam değil o; o aynı zamanda bir gözlemci, bir düşünür. Ekonomik çöküşü, toplumsal yozlaşmayı rock formunda anlatabilmek büyük maharet ister. Knopfler bunu başarıyor. Ve bir yandan “şarkı bu” diyorum da, bir yandan da “bu hayatımız be abi!” diyorum.

Albümün üçüncü parçası, albüme adını veren Love Over Gold. Şöyle düşünün: Bir şiiri gitarla anlatmak isteseydin, nasıl olurdu? İşte bu şarkı tam olarak o. Yavaş yavaş başlayan melodi, yaylılarla örülmüş bir rüya gibi. Knopfler, aşkı ve parayı terazinin iki kefesine koyuyor. “Kalbim bir kum saati, altınım belirsiz” derken aslında kapitalist dünyada duyguların değerini sorguluyor. Yaylıların o zarif geçişleri arasında saklanan o kırılganlık var ya, işte o beni alıyor başka bir evrene götürüyor. Bir film izliyorum sanki. Bu film ne Hollywood’a ait, ne dünya sinemasına, ne de gerçek hayata. Bu bir rüya. Sona geldiğinde o son nota, o ufak titreme, beni derin bir iç çekişe zorluyor. Belki bir aşkı, belki de bir hayali düşünüyorum. Bilemiyorum.

Albümün karanlık ve gizemli köşesi ise Private Investigations. Sanki dedektif hikâyesi gibi iç sorgulama. Parçada neredeyse davul yok. Sadece akustik gitar, birkaç yaylı dokunuş, ve Knopfler’ın fısıltı gibi sesi var. Bir dedektif gibi değil, bir filozof gibi konuşuyor: “What have I got to do to be heard?” sorusu, aslında hepimizin iç sesi. Naçizane bu parçayı gece dinlemek gerek…Karanlıkta. Tek başına. Sokağın başında biri sigara içiyorsa, bu parça tam ona göre. Çünkü Knopfler hikâye anlatmaktan ziyade, atmosferi “şak” diye yaratıyor. Gölge gibi bir müzik bu. İçine girdikçe daha çok kayboluyorum. Ve garip şekilde huzur buluyorum o karanlıkta.

Son parça ise It Never Rains. Yağmur yağmazmış gibi başlıyor, dinledikçe sırılsıklam oluyorum. Knopfler metaforların efendisi. Gitarı öyle yerden yere vurmuyor, derinlemesine işliyor. Şarkı, sevginin yavaşça tükenişini, bir türlü kabullenilemeyen o son noktayı anlatıyor. Melankoliyle tutkulu bir dans gibi. Parçayı kazara kırık bir kalple dinlersem, şarkının sonundaki o sitemli gitar dokunuşu, beni nasıl derinden yakalıyor anlatamam… İçime bir tür huzurla karışık, yorgunluk çöküveriyor. Müziğin gücüde bu. Anlatmadan, sadece hissettirerek içimizdekini ortaya çıkarmak.

Love Over Gold, çıktığı dönemde tam anlamıyla bir risk albümüydü. O dönem müzik piyasası daha hızlı, daha kolay tüketilen şarkılar istiyordu. Dire Straits ise bunun tam tersini yaptı. Beş uzun parça. Yavaş tempolu, anlatı odaklı, derin. Eleştirmenler ikiye bölündü: Kimileri “sanatsal bir zirve” dedi, kimileri “fazla sıkıcı”. Ama zaman herkese dersini verdi. Bu albüm, ömürlük bir işti. Satış rakamları ne mi oldu? İngiltere’de 1 numara. ABD’de Billboard listelerinde 19. sıraya kadar çıktı. Hem eleştiride, hem ticarette kendine bir yer buldu. Bence asıl başarısı, yıllar geçtikçe kulaktan kulağa büyüyen o efsanevi temasında yatıyor.

Mark Knopfler, albümde gitarı sadece bir enstrüman olarak değil, bir dil olarak kullandı. Sözleri, söylediği yer kadar, söylemediği yerlerde de çok şey anlattı. Gitarını konuşturdu derler ya, o resmen gitarla düşündü. Chet Atkins’in inceliği, Pink Floyd’un uzaylı atmosferi, Leonard Cohen’in şiirselliği… Hepsi bir araya geldi ve Knopfler’ın ellerinde başka bir şeye dönüştü. Bazen bir kahve eşlikçisi, bazen bir gece yarısı yol arkadaşı. Bazen bir iç döküş, bazen bir kaçış. Kimi zaman susmak istediğinde senin yerine konuşan bir dost, kimi zaman hiçbir şey söylemeden seni anlayan bir gölge. Aceleci dünyada “yavaşla ve dinle” diyen nadir albümlerden biri.

Radiohead, Porcupine Tree ve bazı post rock gruplar, hepsi bir şekilde bu albümden feyz aldı. “Ben de uzun uzun anlatmak istiyorum” diyenlerin bir noktada uğradığı bir liman bu. Belkide o yüzden bir albümü bu kadar uzun anlattım.

Şimdi dönüp size sormak istiyorum: “Sen bu albümü gerçekten dinledin mi?” Hani şöyle kulaklıkla ya da plaktan veyahut ses sisteminden, gözlerini kapatıp, her tınıya dikkat kesilerek.Dinlediysen, güzel. Dinlemediysen, daha güzeli var. Bu keşif seni hâlâ bekliyor. Plak rafta, dijital platformlar açık. Sadece karar senin. Kahveni koy. Işığı kıs. Ve Mark’in uzay gemisine bin. Yol uzun, ama manzara çok güzel!..

Başucu Albümüm serisi
Mine Gürevin’in Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
Dire Straits resmi web sitesi

Mine Gürevin

Yeme içme kültürüne düşkün bir matematikçi. Fermantasyon etkisinde müzik yazıları üretmeyi seviyor.

Mine Gürevin 'in 82 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Mine Gürevin ait tüm yazıları gör