Dhafer Youssef’in Akdeniz’i
Bu ülke böyle bir ülke. İnsanı böyle bir insan. Sosyal medya hesabında “ilelebet dalgalanacak” paylaşımını yapınca hayatına kaldığı yerden devam edebiliyor. Olan bir şeyin neden olduğuyla, nasıl önlenebileceğiyle ilgilenmiyor. Yukarıda, uzaklarda birileri masalara oturur, bilmediğimiz şeyler konuşulur, bazı anlaşmalara varılır, bazı şeyler yaptırılır, bazı şeylere izin verilir, üstümüzde ve ötemizde bir akıl vardır falan deyip kendi çimenliğini fillerin altındaki çaresizliğinden dem vurarak tescil eder ve ettirir. Paylaşımını yapar, vicdanını rahatlatır, oturur oturduğu yerde.
Kirasını zor ödüyor, yaptığı çocuğu gelecek umudu olacakken külfete dönüşmüş, ne sosyal ne içsel bir yaşamı var, ne fikri ne zikri, ona öğretilen sözleri söylüyor, sahte duyarlılığını gösterip, göstermeyen hakkında ileri geri düşünüyor, düşünmekle kalmıyor konuşuyor. Kan kırmızısı çizgilerinden geçilmiyor, nereye basarsan bas “ay oraya basma, orası hassas, bak burada yaram var, şurama tuz basma” diyor. Ne farklı bir açıdan bakabiliyor, ne de farklı açıdan bakanın sözüne kulak verebiliyor. Öfke ve nefret dolu ama bunları yanlış yerlere yönlendiriyor. Yönlendirmiyor, saçıyor. Yuvarlanıp gidiyor işte. Geçelim bunları. Gelelim kendi gündemimize.
25 Ekim Cuma akşamı, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Dhafer Youssef ve grubunu izleyecektik. Ertelendi. Sözlerim neredeyse hazırdı, zaten Dhafer’i geçen sene de canlı izlemiştik. Aklımda o konseri canlandırıyorum şimdi. Bu yazıyı konserin hemen ardından yazabilseydim, müzisyenlerin performanslarını da yorumlamaya çalışacaktım. Bunu yapamadığım için bu yazıda Dhafer’e soyut yerlerden yaklaşmak zorunda hissediyorum.
Street of Minarets albümünü açıyorum, baştan sona dinliyorum. Dhafer bu albümün büyük kısmını İstanbul’da, Boğaz’da ezan dinlerken, rakısını yudumlarken yazdığını söylemiş olsa bile kendimi Akdeniz sularının üstünde süzülüyormuş gibi hissediyorum. İstanbul’u da Akdeniz’e dahil düşünelim. Tunus’u, Fas’ı, Fransız Rivierası’nı, Sicilya’yı, Korsika’yı, Hırvatistan sahillerini, Kıbrıs’ı, Beyrut’u, Suriye’nin batı sahillerini, Bodrum’u, Assos’u, İstanbul’u, hepsini görebiliyoruz sanki Dhafer’i dinlerken. Yaptığı, o an çaldığı parça Akdeniz’le ilgili olmasa bile o kadar içselleştirmiş ki Akdeniz’i, birbirinden hem kimlik, hem politik, hem de hissiyat açısından çok ayrı kıyılarını ortak noktada buluşturabiliyor. Bu coğrafyayı yeniden tanımlıyor.
"Bu kitapta gemiler yol alır; dalgaların şarkıları sürer gider; bağcılar Cinque Terre yamaçlarından Cenova Rivierası’na inerler; Provence’da, Yunanistan’da zeytinler toplanmıştır; Venedik’in durgun sularında ya da Cerbe kanallarında balıkçılar ağ çeker; tekne yapımcıları, vaktiyle yapılan teknelere benzer tekneler yapar… Ve biz yine, onlara göre, zamanın dışında olduğumuzu fark ederiz."*
Fernand Braudel’in Akdeniz kitabının girizgahı olan bu cümlelerini alıp Dhafer’in müziği için yazılmış gibi de düşünebiliriz sanki. Bu müzikte de -müziğin yan etkilerinden biri olan- zaman-dışılık bizi içine alıyor. Burada da Cinque Terre’den Cerbe adasına giden bir teknede kürek çekiyoruz. Yunanistan’da zeytinlerin, Bodrum’da mandalinaların, limonların toplandığını izleyebiliyoruz. Fransız, İtalyan, Yunan bağcıların şaraplarını içmeden içmiş gibi hissedebiliyoruz… Les Ondes Orientales’de de, Bal d’âme’da da, Ondes of Chakras’da da, Humankind’da da hissettiklerim bunlar oluyor Dhafer’in sınırları zorlayan sesiyle, uduyla, besteciliğiyle, ve tabii ona eşlik eden müzisyenlerle.
Akdeniz’de, onu çevreleyen bütün kıyılara dönebiliyoruz, dedik ya zamanın dışındayız, dolayısıyla olan bitenin de dışında kalmışız, o kıyıları bu şekilde durgunlaştırıveriyoruz, çalkantısını dinginleştiriyoruz, iç içe geçiriyoruz o komşu kıyıları. Ege’ye de uzanıyor bu hisler. Bodrum’u bir anda, son yıllarda büründüğü o yeni ve çirkin suretten arındırıyor, tekrar ıssızlaştırıyor, orayı bulduğu gibi yaşayan insanlara yeniden bahşediyor. Assos’un, taş evleri harabeye dönmüş eski Rum köylerini canlandırıyor. Lesvos’a yüzüyoruz. Lesvos’tan Assos’a yüzüyorlar. Yunuslar eşlik ediyor yüzenlere. Antik kentler uyanıyor, modern şehirler ayak uyduruyor, keşmekeş sona eriyor, böyle bir şeyler oluyor işte…
Yine Braudel’in sözleriyle bitirelim:
"Nedir bu Akdeniz? Binbir şeyin hepsi birden. Bir manzara değil, sayısız manzaralar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz. Bir uygarlık değil, birbiri üzerine yığılmış birçok uygarlık. Akdeniz’de gezen, Lübnan’da Roma dünyasını, Sardinya adasında tarihöncesini, Sicilya’da Yunan kentlerini, İspanya’da Arap varlığını, Yugoslavya’da Türk İslamı’nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta’daki kocaman taş yapılara ya da Mısır piramitlerine dek uzanır…"
Dhafer Youssef, bu kültür mirasının bugünkü temsilcilerindendir. İbiza’da, Mykonos’ta, Bodrum’da, Kıbrıs kumarhanelerinde yaşanan kültürden ve dünyadan bihaber yeni yaşamı da aşar, Kudüs’te, Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de yaşanan insanlık suçlarını da. İşgalin her türlüsüne karşı yaşamı savunur Dhafer ve benzerleri. Geçen seneki konserde de Filistin’de yaşananlar hakkında bir konuşma hazırladığını fakat bu konuşmayı yapamayacağını çünkü eğer yaparsa kendini tutamayıp ağlayabileceğini söylemişti. Ama tabii “Free Palestine anyway” demeyi de ihmal etmeyip, işgale karşı özgürlüğü, çirkine karşı güzeli, ölüme karşı yaşamı, kötüye karşı iyiyi savunmaya müziğiyle devam etmişti.
Umarım, en yakın zamanda onu tekrar dünya gözüyle görme şansımız olur.
*Fernand Braudel (yönetiminde), Akdeniz: Mekan, Tarih, İnsanlar ve Miras, 2013, Çevirenler: Necati Erkurt ve Aykut Derman, Metis Yayınları.
Meraklısına Notlar: