Akbank Caz Festivali

Devam Eden Hayat, Değişmeyen Zihniyet ve Müzik

Yaşamayı nefes almaktan ve bazı temel ihtiyaçları görmekten ibaret sananlar yahut yaşadığı toplumda olup bitenleri anlamaya çalışsalar da analitik bir gözle bakıp nesnel yaklaşamayanlar için kavraması zor; ne var ki Türkiye’nin bitmek tükenmek bilmeyen dertleri ve sorunları birbiri içine geçen matruşka bebeklere ya da odacıkları birbirine açılan kocaman bir labirente benzer. Kökleri derin, menzili geniş, engeli bol ve maalesef çözüm yolları çoğu zaman çetrefillidir. En aşağıdan en tepeye herkesin kuyruğunun birbirine bağlı olduğu böyle bir düzende demokrasinin ve adaletin ne kadar tecelli edebileceğini kestirmekse pek zor olmasa gerek. Siyasetten gündelik yaşama, yalnızca adı var olan eğitimden ekonomiye ve yine sadece isminden bahsedebildiğimiz bilimden kuraklığını iliklerimize kadar hissettiğimiz sanata dek her yanımızı saran; geçmişten gelen travmalarımızın ve çoktan bozulmuş olmasına rağmen sıkı sıkı sarılıp terk edemediğimiz ezberlerimizin de eklenmesiyle katmerlenen bu illetin bir tek vücut bulma şekli var: Zihniyet!

Haftalardır yediğimizi içtiğimizi zehreden; uyumaktan, dahası en temel, en doğal güdümüz olan yaşamaktan bile utanmamıza sebep olan büyük felâketin kederi de öfkesi de hâlâ çok sıcak. Nicedir içimizde birikenlere bir de yüreğimizi yakan böyle bir acının eklenmesiyle nefes alacak yerimiz kalmadı. Vicdan sahibi insanların bir yandan güçleri erdiğince maddi manevi yardımda bulunmaya çalışmalarını, bir yandan da içlerindeki acıyla ve duydukları haklı öfkeyle bu büyük felâkete kapı aralayanlara tepki göstermelerini, siyasi görüşü ne yönde olursa olsun aklı başında olan herkes anlayışla karşılayacaktır.

Sorunları çözerken her zaman pratiklik sağlamasa da çözümlerken parçalara ayırıp atomize etmek gerektiğini düşünüyorum. Nitekim bu yazının anahtar sözcüklerinden biri olan ve koca bir dağ olmuş sorunlarımızın arasında ekseriyetle entelektüel zihnin fuzuli dertlerinden biriymiş gibi algılanan kavram kargaşası da böyle bir yaklaşımı hak ediyor kanımca. Çünkü bunca yanlış anlamanın ve bilgi kirliliğinin olduğu bir toplumda, kavram kargaşasını taşların yerine oturması açısından bir zemin olarak kullanmak gerektiğine inanıyorum.

Son günlerde çok sık işittiğimiz ve tüm anlamsızlığına, mahâl verdiği kafa karışıklığına karşın ısrarla kullanılan “normalleşme” sözcüğü de bu anlamda açıklığa kavuşturulması gereken bir yaklaşım. Neredeyse galat-ı meşru olmak üzere olan normalleşme kavramı, en basit tanımıyla bir şeyin önceki hâline, alışılagelmiş şekline dönmesi demek. Ne var ki bir doğal afetin ardından kullanıldığında tabiî olarak felaketin ardında büyük ihmâllerin olduğunun farkında olan insanları rahatsız ediyor; hâliyle kimse aynı hataların ve sorumsuzlukların tekrarlanmasını, binlerce insanın canına kastetmiş faillerin hiçbir şey olmamış gibi dışarıda dolaşmalarını, yani alışılagelmiş düzene geri dönülmesini istemiyor. Sözün özü normalleşme kavramı vurgulanması gereken asıl konuda anlamı doğru karşılamadığı gibi insanların haklı olarak tepki göstermelerine, daha da kötüsü kutuplaşmalarına sebep oluyor.

Oysa kabullenmemiz ve zamanı/yeri geldiğinde birbirimize nazikçe hatırlatmamız gereken en önemli şeylerden biri, hayatın değişmez gerçeği olan “devamlılık ilkesi” olmalı. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, bunu yapabilecek gücü her zaman kendimizde bulalım veya bulamayalım, kabul etmemiz gerekiyor ki hayat devam ediyor. Ha bu devamlılığı sağlarken ne hissettiğimiz, günlük rutinlerimizi, sorumluluklarımızı ne ölçüde yerine getirdiğimiz, işimizi ne kadar verimli yapabildiğimiz ve daha bunun gibi pek çok şey herkes için değişkenlik gösterecektir. Hayattan ne anladığımız, onun içini nelerle ve ne kadar doldurduğumuz nasıl ki her zaman farklıysa böyle büyük yıkımlar karşısındaki tepkilerimiz de elbette farklı olacaktır. Buluşmamız gereken ortak payda, mevcut koşulları daha iyi bir noktaya taşımak ve yaralarımızı hep birlikte sararak kıymet verdiğimiz bu topraklar üzerinde huzurlu bir yaşam sürmek için dayanışmak olmalı. Zira yaşam ancak bu anlayış üzerine kurulduğunda nefes almanın yanında başka anlamlar da ifade edebilir.

Birbirimizden ayrıldığımız noktalardan biri de acıyı ne kadar derinimizde hissedip onu nasıl yaşadığımız. Bu konuda standart bir davranış biçimi beklemek mümkün olmadığı gibi kimsenin kimseyi yargılama hakkı da yok. Kimi acısını günlerce odasına kapanarak hayattan elini eteğini çekip sadece ağlayarak yaşarken, bir başkası sorumluluklarını aksatmamaya gayret edip gittiği her yere acısını da taşıyarak yasını tutabilir. Aralarında herhangi bir kıyas yapmak, acıyı yaşayış biçimleri üzerinden onları ayrıştırmak, ancak insanları kutuplaştırıp toplumsal uyumu bozmaya hizmet eder. Herkesin karakteri, geçmişi, beklentileri, inancı ve değer yargıları farklı olabildiği gibi sorumlulukları ve koşulları da farklı.

Geçmişten gelen birtakım ideolojik ve siyasi gerekçelerle homojen yapıda olduğu varsayılan Türk toplumunda bazı şeylerin kabul görmesinin ne kadar güç olduğu aşikâr. Salgın döneminde sıkça tartışılan, binlerce müzisyeni ve ailelerini ilgilendiren müzik yasağı da bu tarz konulardan biri. Müziğin bu denli derin kökler saldığı, tür ya da tarz açısından bu kadar geniş bir yelpazenin bulunduğu bir coğrafyada, ne bu müzikleri besleyen kültürel dinamikler ne de toplumun müzik algısı homojen kabul edilebilir. Salgın, deprem gibi afetlerde ve asayişle alâkalı olaylarda, ilân edilen yas süresince eğlence mekânlarında müziğe ara verilmesi kesinlikle anlaşılabilir bir karar olmakla birlikte, tartışmakta geç kaldığımız asıl sorun toplumda bu denli geniş bir nüfuz alanına sahip olan müziğin tüm bağlamlarından koparılarak yalnızca eğlence aracı olarak görülmesi ve bunda da ısrarcı olunması. Sanki Anadolu’da onca ağıt yakılmamış, ilâhiler söylenmemiş, ecdat mehter eşliğinde savaşa gitmemiş, mevlevihanelerde türlü makamlarda ayin-i şerifler, saray ve konaklarda kurulan musiki meclislerinde devrin üstadlarının eserleri icra edilmemiş gibi müziği salt eğlence aracı olarak gösterip müzisyene de buna göre değer biçmek, en başta altını çizdiğim zihniyet meselesinin bir yansıması.

Yüklendikleri ezberleri tek doğru belleyip kendilerini ülkenin esas sahipleri olarak gören ve onlar gibi düşünmeyenlere pervasızca çıkış kapısını gösteren milyonların yaşadığı bir toplumda zihniyetin değişmesi sanıldığından çok daha zor. En azından revize edilmesi, bunun için de bir bilinç ve talep oluşmasını sağlayabilecek örneklerin sabır ve ısrarla insanlara sunulması gerek.

Aşağıda yer alan ve I. Dünya Savaşı döneminde Amerikan Kızıl Haçı’nın ordu üyelerine moral desteği sağlamak amacıyla tertip ettiği dinletilere katılamayan yaralı askerlere verdiği bireysel müzik hizmetine ilişkin fotoğraf 1918’de çekilmiş. Fotoğraftaki kemancı ise New York Senfoni Orkestrası ile New York Şehri David Mannes Okulu’nda çalışan, ayrıca ev hizmetleri biriminde görevli Reber N. Johnson adlı bir müzisyen. Görüldüğü gibi Kızılhaç’ın seyyar hastanelerinden birinde yaralı askerler için keman çalıyor.

Genel olarak felsefesiyle koşut ilerleyen Batı müziği tarihinin yaklaşık bin yıllık serüveniyle Doğu felsefesini ya da müziğini mukayese edecek değilim elbette. Deprem sonrası Japonya’dan görüntüler paylaşıp, devlet düzeni, ekonomisi ve toplumsal yapısı bakımından Türkiye’den çok farklı olan bir ülke üzerinden gerçeklikten kopuk beklentiler içine girerek buradan siyasi eleştiri malzemesi çıkaranlar gibi bir amacım da yok. Yalnızca yukarıda savunduğum görüşlere müziği de kapsayan somut bir örnek göstermek, farklı coğrafyalarda ve kültürlerde başka mümkünlerin de olduğuna dair küçük bir anekdot aktarmak istedim. İnsanların acılarını yaşayış biçimleriyle müziği algılayış şekilleri arasında elbette kişisel tercihlerinin de belirleyici olduğu bir ilişki var. Fakat burada kültürün imbiğinden geçip oluşan zihniyetin, bu zihniyetin de zaman içinde sahip olduğu olumlu tarafları yitirmiş olmasının büyük payı olduğunu kabul etmek lâzım. Çok değil, daha birkaç asır önce ruh sağlığı bozulmuş olanları kuş seslerinin yankılandığı bimarhanelerde, su sesinin eşlik ettiği şiir ve müzikle tedavi eden ecdadın incelikli yaklaşımından bu denli uzağa savrulmuş olmanın başka bir izahı olamaz.

İşte buradaki fotoğraf özünde aynı yaklaşımın farklı bir zamanda, farklı bir coğrafyada tezahüründen başka bir şey değil. Aklın değilse de vicdanın, insana değer vermenin yolunun bir olduğunu, müziğin sağaltıcılığını ve koşullar ne olursa olsun düştüğümüzde yerden kalkıp yaşama sıkıca sarılmak zorunda olduğumuzu hatırlatmak için…

Uğur Küçükkaplan

Müzikolog, piyanist ve müzik eğitimcisi. Arabesk, Türkiye'nin Pop Müziği ve Türk Beşleri isimli üç kitabı yayımlandı.

Uğur Küçükkaplan 'in 21 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Uğur Küçükkaplan ait tüm yazıları gör

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir