Ayten Alpman: Bir Başkaydı, Şimdi Başka
Bu yazıyı, 18 Nisan’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleşecek olan Ayten Alpman’ın Zamansız Caz Yolculuğu konserinin ardından yazmayı planlamıştım ama sabredemedim. Konserin ismi de, içeriği de açıklaması zor hisler uyandırdı bende. Sanki o gece Eski Türkiye bir anlığına dirilecek, ya da diyelim hortlayacak ve bu Türkiye’nin seküler cumhuriyetçilerine önce iyi gelecek, sonra gerçek dünyaya döndüklerinde onları biraz fazla üzecek.

Öyle bir his ki, sanki o salonda bir ayin gerçekleşecek. Yıkılmakta olan ya da belki de çoktan yıkılmış bir “eski düzen”in, bir ancien regime’in yıkıntısı çevresinde sessiz bir yakarış. Kabuğuna çekilmiş tuzu kuru seçkinlerin kamusal hayata overnight geri dönüşü. Bir Beyaz Türk arabesk-nostalji gecesi. Türkiye’nin kentlilerinin, nereye -Londra, New York, Paris, Berlin, Bodrum, Assos- giderlerse gitsinler peşini bir türlü bırakmayan Cumhuriyet İstanbulu’nun bir geceliğine comeback’i. Diriliş Cumhuriyet İstanbulu. Bir ölü kedi sıçrayışı.
Tamam, o kadar da karamsar değilim. Cumhuriyet’in, İstanbul’un, seçkinlerin öldüğü falan yok. Biraz kabuklarına çekilmek zorunda kaldılar sadece. Dünyada birkaç yıldır esen rüzgarların buraya da uğramaması düşünülecek şey değil. Ama rüzgarlar eser ve geçer. Yenileri gelir. Onlar da geçer. Her rüzgarın içinde o rüzgarın esişini bozan ters rüzgarlar da vardır hem. Bugünler de geçer. İzleri kalır. Dersler alınır, vs. Tarihçi, sosyolog, siyaset bilimci, uluslararası ilişkilerci rahatlığı diye bir şey var. Üzerime biraz da ondan çökmeye başladı.
Tabii doğru bildiğimizi yalnızca söylemeye değil yaşamaya da devam edeceğiz. CRR’ye gideceğiz. Ayten Alpman’ın Zamansız Caz Yolculuğu konserini seyredeceğiz. Neşet Ruacan’ı, İmer Demirer’i, Sibel Köse’yi canlı dinleyeceğiz. Keyif aldığımız, öğrenegeldiğimiz, bildiğimiz, merak ettiğimiz, istediğimiz şekilde yaşamaya devam edeceğiz. Yeni mücadele şekilleri bulacağız. Bütün bir dünya olarak belki de.
Eski Türkiye denen şeyi ben yaşamadım. Tanığı değilim yani. Orada, o zamanda olmadım, içinde bulunmadım. Kalıntılarını görüyorum. Kurtarılmış alanlarında vakit geçiriyorum. Onunla ilgili okuyorum, onu yaratmış ve onu zamanında sürdürmüş ve hatta ona karşı da çıkmış insanları okuyor, dinliyor, izliyorum. Hafıza diye bir şey var. Ülkemizde kullanımı pek yaygın değil ama diyebilirim ki hafıza kullanılan bir şey olmaktan ziyade sahip çıkılan ve yaşatılan bir şey. Nesilden nesile, öğretmenden öğrenciye, aileden çocuğa, yazardan okura, entelektüelden entelektüele aktarılan bir şey. Kullanılması değil de zaten orada ve her an aktif olması gereken bir şey. Bizde ve belki dünyada da bu aktarım mekanizması sanki dondu. Gücünü kaybetti. Yeni dünya sanki yaşamda ilk defa kendinden öncekinin üzerinde değil de yepyeni bir zeminde oluşuyor. Hatta diyelim ki zeminsizlikte oluşuyor. Batı’yı Batı yapan yegane süreç olan Rönesans bile eskiye, eski metinlere, eski mimariye, eski düşüncelere dönerek gerçekleşti. Eskideki yeni olabilecek şeyi yakalayarak klasikler ve kanon yaratıldı. Bunlar okur-yazar takımı tarafından korundu ve üzerine eklene eklene yüzyıllar içinde şimdi, bugün, burası oluşturuldu. Bir insan modeli yaratıldı ve bu toplumsallaştı. Yani buna bir proje dersek o proje bir nebze de olsa başarılı oldu. Türkiye bu sürece, ressam Ömer Uluç’un dediği gibi yan kapıdan girdi. Batı hayranlığı denen şeyin özeti bu. Geç Osmanlı modernleşmesi, Cumhuriyet, Kemalizm, Eski Türkiye… Bunlar hep -modern- Batı’ya yan kapıdan girme çabalarıydı.
Türkiye Cazı diyebileceğimiz şey de, bunun içinde Ayten Alpman da caz müziğine yan kapıdan girdi. Cazı inşa eden maddi manevi şartlar ve kültürel kodların Türkiye ile uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen burada da bu müziğe sahici bir ilgi zamanla oluştu. Kendini bu müziğe kaptıranlar çoğunlukla Eski Türkiye seçkinleriydi, çünkü ithal olan çoğu şeye olduğu gibi caza da erişim bu sınıfla kısıtlıydı. Günün sonunda buradayız, bugündeyiz, dün bugüne bağlandı ve işte Yeni Türkiye denen şeyde 18 Nisan akşamı gibi bir akşam gerçekleşecek.
Yine de zamanla, kendimizce, kendimize ait bir moderleşme yaratabildiğimizi düşünüyorum. Bütün bu süreçte kendi momentimizi bence yakaladık. Hızlı, alışılagelmiş ve yüzeysel bir bakışta “Batı özentisi” ve “elit” etiketlemelerine maruz kalsa da kendimize gerçekten ait bir kültür dünyası yaratmışız. 2002 doğumlu bir “genç” olarak ben bunu hissedebiliyorum. Birtakım jenerik ismin ülkemizde yaptığı caz bile bence kültür dünyamızın içinde kendine has bir noktada duruyor. Bunlar hiç bize ait gibi duyulmasa da bugün burada böyle bir müzik yapılıyorsa biz buna kendimizden bir şeyler katmışız demektir, onu biraz da kendimize ait kılmışız demektir.
Bireysel deneyimime göre “Nerelisin?” sorusunun bu ülkede en sevilmeyen cevabı “İstanbulluyum”. Bu soruyu soran, bir açıdan, karşısındakinin de bu şehre ait olmadığını, buraya zamanında ya kendisi ya da ailesinin zorla geldiğini, hala daha bu şehrin cefasını geçim derdi uğruna -ya da bazıları için gürültülü lüks yaşamlar uğruna- çektiğini varsaymak, duymak, görmek istiyor. Ama hayır. Ben bir İstanbulluyum. Ben bu şehri bütün pisliğine rağmen hala seviyorum. Onun tadını da çıkarıyorum. Trafiğini de çekiyorum. Haftada beş gün işe de gidiyorum. Geçim derdim de var. Ev, araba gibi hayallerim, amaçlarım zaten yok, bunlar umrumda da değil -sadece, küçük de olsa hayatımı sığdırabildiğim kendimce bir yaşam alanı hayalim var. Ama sonuçta buraya aidim. Burada doğdum. Atalarım burada doğdular, buraya aitler. Anneannemin dedeleri Grande Rue de Pera’da takım elbise ve şapkayla dolaşan, Bosphore’un kıyılarında şarap içen, Galatasaray mezunu frankofon, orta ya da ortaüst sınıf İstanbullulardı. O klişeleşmiş İstanbul nostaljisinin özneleriydiler. Ben onların artığıyım. Onların yürüdüğü yollarda da yürümek istiyorum. Oturdukları yerlerde oturmak. Bindikleri vapurlara binmek. Dinledikleri müziği dinlemek. Bu kulağa bir tür muhafazakarlık gibi geliyor olabilir. En azından kelimenin asıl anlamıyla muhafazakarlık bu zaten. Ben atalarımın atalarının şehrini, kültürünü, yediklerini içtiklerini, dinlediklerini okuduklarını, kelimelerini deyimlerini, kentliliklerini, Türkiyeliliklerini korumak, kendi mizacımla sürdürmek, bunların devamcıları olmak, artıklarını yazmak istiyorum. Kaldı ki İstanbullu olmak için bunlar şart değil. Hem baba tarafım Adanalı. Yani az önce yazdıklarım bahane. İstanbullu olmak bugün artık New York’lu olmak gibi. Oraya sonradan gelinse bile oraya sonradan ait olunabilir. Oranın kendine has temposuna ve kimyasına teslim olmak yeterlidir.
Seçkinlerin en büyük hatası tarih boyunca kendinden aşağıdakini ezmek oldu. Bunun bedelini ödüyorlar şimdi. Seçkinler azınlık kaldı. Çoğunluk çokluğunu ve ezilmişliğini bahane ederek güce erişti ve kendi güce tapan azınlıklarını yarattılar. Bu kuşak belki de bütün genetik geçmişinde ilk kez güce ve Foucault’cu anlamda bir iktidara kavuştu. Şimdi onunla ne yapacağını bilemiyor. Bu tarih boyu ezilmiş çokluğun şartları değişsin değişmesin, iktidardakinin gücünü içselleştirip kendini onda yeniden tanımlıyor. Marx’ın öngördüğü tersinden gerçekleşiyor. Amerika’da orta batılılar, Türkiye’de bazılarının “Anadolu İhtilali” dediği şey, vs. Bu sınıf nesiller boyu süren kastrasyonunu olabilecek en olumsuz şekilde geri çevirdi. Bunun sarhoşluğunu daha uzun süre yaşayacaktır. Eski kastratörleri kastre etmeye çalışmakla uğraşacaktır. Eski dünyanın kabuğuna çekilmesini bilen azınlığının, onuru dışında kaybedeceği pek bir şeyi kalmadı gibi görünse de bu doğru değil. Onurunu sessiz kalarak kaybediyor zaten. Maddi manevi ayrıcalıklarını kabuğuna çekilerek korumayı öğrendi. Ama bu yaklaşım bir noktada fos çıkacaktır. Kendileri için de.
Daha somut konuşalım. Mesela başkaldıran öğrenciler hem iyi okullarda okudukları hem de başkaldırdıkları için hangi sınıftan, hangi şehirden, hangi aileden oldukları fark etmeksizin otomatik olarak eski düzenin seçkinlerinin devamcıları olarak görülüyorlar. Amaç sadece göz korkutmak olsaydı bugün bu kadar zulüm konuşuluyor olmazdı. Freud ile, psikanaliz ile bence biraz haksızca eğleniliyor. Kulak vermek lazım. Mesele yalnızca pragmatizm ile açıklanamamalı. Çalıştığım yerde nereli olduğum sorusuna malum cevabı verdiğimde “ııı eliiit” dedi biri. İnanamadım. Bu sosyal-kültürel sınıf bilinci toplumda çoktan oluşmuş. Bugün benim anne babamın bir ev sahibi olmayıp o “dışarlıklı” kişinin anne babasının ev sahibi olması bile benim bu kişiden “daha yüksek” bir konumda ve sınıfta olduğum gerçeğini demek ki değiştirmiyor. Bu çok tuhaf ve yeni bir şey. Sınıflar bir süredir sadece ekonomik değil demek ki. Dengeler değişmiş.
Konsere geri dönelim. Şimdiye kadar yazdıklarımla çelişecek belki ama yazarken yavaş yavaş tekrar aydınlandım. Açıkçası bir nostalji batağına düşme niyetim hiç yok. Eski Türkiye de çeşitli açılardan korkunçtu. Ama onda, bugün kaybolmuş bir şeyler varmış sanki. Şu an adını koyamadığım büyülü bir şey. O zaman belki de tüm çağdaş dünyada olan bir şey. Hakikat, belki. Gerçeklikle paralel bir hakikat. Bir anlatı. Gerçek bir hikaye. Kültür insanları tarafından yaratılan, oluşturulan, inşa edilen, sessizce her köşeye sirayet eden, sızan. Bugün olmayan sanki bu.
Kitaplığıma bakıyorum. İsmet ve Erdal İnönü’nün anılarını, Onur Öymen’in siyasi ve diplomatik anılarını, Baskın Oran’ın Bodrum kitabını, Selim İleri’nin İstanbul kitaplarını, Safiye Erol’un Kadıköyü’nün Romanı’nı, Zaven Biberyan’ın romanlarını, Niyazi Berkes’in Unutulan Yıllar’ını, Vedat Nedim Tör’ü, Mina Urgan’ı, Süreyya Ağaoğlu’nu, Ayla Erduran’ı, İlhan Mimaroğlu’nu, Sedad Hakkı Eldem’i, Azra Erhat’ı, Ferit Edgü’yü, Adnan Benk’i, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u, Ömer Uluç’u, İdris Küçükömer’i, İsmail Beşikçi’yi, Şerif Mardin’i, Binnaz Toprak’ı, daha saymayayım ama şöyle diyeyim: Müzisyenlerimizi, ressamlarımızı, sanatçılarımızı, edebiyatçılarımızı, eleştirmenlerimizi, mimarlarımızı, fotoğrafçılarımızı, felsefecilerimizi, sosyologlarımızı, siyaset bilimcilerimizi görüyorum. Mahallesi, ideolojisi, kimliği ne olursa olsun kafamda bir yerde bütünleştirebildiğim, birbiriyle bağlayabildiğim, bir Yunan tapınağı gibi güçlü ama şimdilik yıkıntı halinde duran, kolonlarla desteklenmiş bir yapı görüyorum. Farkında olunmasa ve değeri kitleler tarafından henüz bilinmese de bizim de bir kültürel Panteon’umuz var. Bu ülkeyi bıkmadan usanmadan, defalarca, yeniden, yılmadan tanımlayan, tasvir eden, anlatan, inşa eden, ona karşı çıkarak onu kendi idealine göre baştan kurmak isteyen, onu olduğu gibi korumak isteyen, Türkiye’yi bu şekilde Türkiye yapan yüzlerce, binlerce insan var.
Bunlar bir Uzun Devrim için yeter de artar. Üstüne inşa etmeye devam etmek gerek.
Tekrar etmek pahasına; Rönesans, en basit tanımıyla, eskiye dönüp o eski şeyden yeni bir şey yaratarak oldu.
Bizim de en azından küçük çaplı bir Rönesans’a ihtiyacımız var. Modernleşme ve kendimiz olma sürecimiz kesinlikle tamamlanmadı. Sekteye uğramış gibi gözükse de alttan alta devam ediyor.
Bu hislerle, 18 Nisan Cuma günü saat 20:00’da Ayten Alpman’ın Zamansız Caz Yolculuğu için Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda olacağım.
■ Mert Çakırcalı’nın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Dark Blue Notes’da Güncel haberler
■ Cemal Reşit Rey Konser Salonu Programı