Akbank Caz Festivali

Ayaklarıma Dolanan Şarkılar: Elvis

Geçtiğimiz ay bazı günler eve gitmenin yolları çok kısa geliyordu bana. Evde kaldığımdaysa zaman her zaman olduğundan daha ağır akıyordu. O yüzden eve doğru küçük adımlar atarken aklımda hep tekrar yürüyüşe çıkma fikri vardı. Eve varır varmaz çantalardan, eşyalardan kurtulup sadece yürümeye yetecek ve herhangi bir formal zorunluluk altında kalmadan tercih ettiğim kıyafetler ve aksesuarlarla yürümeye çıkmak. Çırılçıplak yürümek hissi böyle bir şey. Çünkü bazen bastığım kaldırım taşlarına, bazen bastığım toprağa, bazen yürürken baktığım gökyüzüne inanıyorum. Temelde yürümeye inanıyorum diyebilirim. Burada bir parantez açıp size çok sevdiğim bir kitaptan bahsetmek iyi olacak. Werner Herzog’un Buzda Yürüyüş kitabını sizin için verebileceğim bir öneri olarak buraya bırakmak isterim. Yürümenin iyileştiriciliğine, dönüştürüleceğine ve bir şeylere inanmanın gücüne dair olan bu kitap, kendine ait bir tarih yaratıyor. Kitabın arka kapak yazısını bırakıp bir iki cümle daha kurduktan sonra asıl anlatmak istediğim şeylere döneceğim.

1974 yılının kasım ayında, geçen yüzyılın en önemli sinema eleştirmenlerinden yakın arkadaşı Lotte Eisner‘in Paris’te hasta yatağında ölmek üzere olduğu haberini alınca şöyle der Herzog: “Olamaz, dedim, şimdi ölemez, Alman sineması şu an onsuz yapamaz, bu önemli kadının ölmesine izin veremeyiz.

Herzog, oraya yürüyerek giderse Eisner’in ölmeyeceğine, iyileşeceğine dair çılgınca bir inançla Münih’ten yola koyulur. Bir sırt çantası ile çıktığı bu yolculukta köylerden, tarlalardan, dağ yollarından kar buz içinde geçerken karşılaştıklarını kendisine has üslubu ile kâğıda aktarır. Yolda gördüklerini anlatırken aslında yaşam, ölüm ve dünya hakkında âdeta kısa ve kesik, ama derin bir konuşma yapar kendisiyle. 1982 yılında Lotte Eisner’in Helmut Kautner Ödülü alması üzerine yaptığı konuşmayı da sonuna eklediğimiz Buzda Yürüyüş, iyi bir yönetmenin gözünden, buz üstünde bir yolculuğa çıkarıyor okurlarını.

Kitabın hikayesinde gördüğünüz gibi yürümek bir şeylere inanmamız, inanabilmemiz için bazen en güçlü yardımcımız olur. Herzog bunu şöyle ifade ediyor: “Her şeye ağır basan tek düşünce var: Buradan uzaklaşmak. İnsanlar beni korkutuyor. Eisner’imiz ölmemeli, ölmeyecek, buna izin vermeyeceğim. Şu an ölüyor değil, çünkü ölmüyor. Şimdi değil, hayır buna hakkı yok. Kararlı adımlarımın altında yer sallanıyor. Hareket ettiğimde bir bizon hareket ediyor. Dinlendiğimde bir dağ istirahata çekiliyor. O, buna cesaret edemez! Etmemeli. Etmeyecek. Paris’e vardığımda hayatta olacak. Ölmemeli. Belki daha sonra, izin verdiğimizde, ölebilir.” Ben de tam bu noktada yürüyerek kendime baktım. Kendimle kalmanın ağrısı da sancısı da sanrısı da bu şekikde baş edilebilir hale geldi. Her yürüyüş sonrası durup kendime şunu söylüyorum “ben sahiden iyiyim.” Kendimizin hem öznesi hem de nesnesi olmak böyle bir şey galiba.

Yürümek Şarkıların Etkisiyle Süzülmeye Dönüşüyor

Yürüme eylemi bazı şarkıların etkisiyle süzülme eylemine dönüşebiliyor. Yukarıda bahsettiğim o dönem bazı şarkıları tekrar tekrar dinledim ve o şarkıların etkisiyle yürümek benim için süzülmeye, süzülmekten havada asılı kalmaya en sonunda da esrimek haline dönüşüyordu. Tam da bundan dolayı bazı şarkılar hem aklıma hem de ayaklarıma dolandı. Bu şarkılardan ilki Mabel Matiz’in Karakol adlı şarkısıydı. Şarkı klibinden dolayı oldukça fazla eleştiri almış ve RTÜK klibin ulusal kanallarda yayınlanmamasına dair ciddi bir lobi çalışması içine girmişti. Matiz, şarkının duyurusunu yaparken enfes bir söz ile yapmıştı bunu: “Göğsümden söküldü ‘Karakol’. Benden çıktı artık sizindir. “ Son zamanlarda kaç kere dinlediğimi bilmediğim bu şarkı insanın içinde sağlam bir yer ediniyor. Sanatçının göğsünden sökülen şarkı onu dinleyenin göğsüne yapışıyor.Bir diğer şarkı Blanco White’ın 2017 yılında yayınladığı Colder Heavens şarkısı. Şarkı kendini kaybetmeye, kendinden geçmeye ve kendini tekrar aramanın yollarına dair fazlaca yardımcı his verdi bana. Sonuncu olarak instagram sayfamda paylaştığım bir bulut hikayesinde arkadaşlarımdan istediğim içinden bulut geçen şarkı önerilerine cevap olarak gelen şarkıların da adını geçireyim. Chris Isaak’ın Blue Spanish Sky ve Mehmet Güreli’nin Kimse Bilmez şarkıları. İkisi de birbirinden nefis yürüme eşlikçisi şarkılar.

Sinemaya Tek Başına Gidenler

Yürüme yollarımın üzerine denk gelen sinema salonlarının benim için her zaman cezbedici bir yanı olmuştur. Biraz yürüyeyim diye çıkıyorum eve dönemiyorum. Elvis’i izlemek istemem de bu şekilde oldu. Filme benden başkası bilet almamıştı. Kimse gelip biletimi kontrol dahi etmedi. Gelip kapımı kapatmadılar. Ara oldu, ışıkları ve kapıları açan olmadı. Sinemaya tek başına giden insan fikri her zaman hoşuma gitmiştir. Bunu bir yalnız olma ve kalmayı seven insan emaresi olarak görmenizi istemem. İlk gençlik ve ergenlik yaşlarımdayken Düzce’de yaşadığım dönemlerde orada tek bir sinema salonu vardı. Çoğu film, gişe yapabilecek bazı filmler dışında sinemamıza her yerde dolaştıktan birkaç ay sonra gelebiliyordu. Üç film geliyordu ve neredeyse bir aya yakın sinemamızda kalıyorlardı. Ben aynı hafta sonu Cuma, Cumartesi ve Pazar günü salonların büyüğünden başlayarak küçüğe doğru hepsini sırayla izliyordum. Çoğunda tek başına oluyordum. Ve ardından makinist dairesine geçip kullanılmayan afişleri 2 ya da 3 liraya satın alıp çıkıyordum salondan. O gün ve gece tek başıma sinemada olduğum her zaman sinemanın bana ait olduğunu düşünmek hissi nefis geliyordu bana.

Konuşmak Tehlikeliyse Şarkı Söyle!

Elvis filmine dönelim. Romeo + Juliet, Moulin Rouge, Australia, The Great Gatsby gibi filmlerin yönetmeni Baz Luhrmann, kamerasını ve bakışını bu kez Rock ‘N’ Roll müziğin kralı Elvis Presley’nin hayatına çeviriyor. Elvis Presley’in hayatının bilinmeyenlerinin gözler önüne serildiği filmde Presley’in hayat yolculuğu, onu henüz kimse tanımazken keşfeden ve müzik yolculuğunda yanında yer alan esrarengiz menajeri Albay Tom Parker’ın anlatımı ile şekilleniyor. Albay Tom Parker ‘ın hastane görüntüleriye başlayan film, kısa süreli cutlar ,kamera hareketleri ve ses tasarımıyla bir insanın zihinsel bulanıklığına giriş yapmamızı sağlar. Kabuslarında gördüğü yaşanmışlıkları, gerçekliği inkar eden Parker, anlatımıyla bizi hikayenin başlangıç noktasına doğru götürür. Birinin efsanesini yaratmak onu aslında öldürmek midir arafında gezinen film, Elvis’in göz açıp kapanıncaya kadar yaşanan ve biten kariyerine odaklanırken Elvis’in yalnız kaybolmuş halini müziklerindeki ritm ve hareketlilik ve tempoyla anlatır. Bu noktada bir eleştiri yapmak isterim. Bazı noktalarda tempo bana o kadar fazla geldi ki yaşatmak istediği dram es geçilmiş gibi düşündüm.

Elvis’in kırık, dökük , çökük hikayesi binbir türlü zorluk barındırıyor aslında. Sahne üzerinde yaptığı hareketlerden dolayı hapse atılmak istenmesi ve bu hareketleri tekrar ederse kariyerinin tamamen biteceğine dair uyarılar alması, uzaklara gönderilmesi onu pes ettirmemiş. Elvis, her yasaktan sonra kuvvvetli bir geri dönüş sağlamış. Ve her seferinde bu şarkıları ve müziğiyle yapmış. Çünkü hayatı boyunca hep şuna inanmış : “Konuşmak tehlikeliyse şarkı söyle.”

Kennedy vurulduktan sonra protest şarkısı If I Can Dream ile söylemek istediklerini dile getirmiş. Hareketlerinin yasaklanması ve tüm seyircilerin eski Elvis’i görmek istemelerinin karşısında tek bir söz söylemeden sahneye çıkar. Ve ne söyleyeceğini soran herkese “Bilmiyorum, hissedeceğim” der. Trouble şarkısını söylemeye başlar. “Bela arıyorsanız doğru yerdesiniz” mesajını şarkısının sözleriyle kendisini yasaklamaya ve hareketlerinin önüne geçmeye çalışanlara verir. Elvis şarkılarını bazen bir tür meydan okuma, bazen bir yardım çağrısı bazen de her şeyin tadını çıkarmanın ifadesi olarak kullanır. İlk kaydettiği That’s All Right Mama şarkısını hiç unutmaz mesela. Yanında taşıdığı, içinde büyüttüğü müzik tutkusunu nereden aldığını hep hayatının bir yerinde tutar. Sahne dışında bir hayalete dönüşen Elvis, hep eve uçmak ister. Yani kendince olabildiği yere, sahnenin üzerine ve onu ayakta tutan seyircisinin önünde olmanın peşindedir.

Seyircisinden aldığı ilgiye bağımlı olan biriydi Elvis. Bunun yerini hiçbir şeyin sevgisi alamadı. Elvis, karşısında duran insanlardan gördüğü ilgi ve aldığı sevgiyi ne yapacağını ve onu nereye koyacağını çoğu zaman bilemez haldeydi. Tanımlayamadığı bu hislerden hiç vazgeçmedi. Son nefeste söylediği o şarkı mesela… Unchained Melody. Herkes hatırlıyordur, biliyordur. Kendince ait olduğun yerde kendinden geçmenin ifadesini tüm iliklerinde hisseder. Son olarak şarkı söylemenin kendinde bıraktığı ve bir hayat gayesinin özeti olan Elvis’in sözleriyle yazımı bitirmek isterim.

When I was a child, ladies and gentlemen, I was a dreamer.
I read comic books, and I was the hero of the comic book. I saw movies, and I
Was the hero in the movie.So every dream I ever dreamed has come true a hundred
Times. These gentlemen over there, these are the type who care, are dedicated.
You realize if it´s not possible that they might be building the kingdom,
It´s not far-fetched from reality. I´d like to say that I learned
Very early in life that:
'Without a song the day would never end
Without a song a man ain´t got a friend
Without a song the road would never bend
Without a song...'
So I keep singing a song.
Good night.

Enes Kudu

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve TV bölümü mezunu. Onbironsekiz adlı bir podcast platformunda programcılık ve editörlük yaptı. Bir konser salonunda "Program Koordinatörü" olarak görev yapıyor. "Zamanlama Gerektiren Filmler" adlı instagram, blog ve youtube sayfasında içerikler üretmeye devam ediyor.

Enes Kudu 'in 28 yazısı var ve artmaya devam ediyor.. Enes Kudu ait tüm yazıları gör

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir