Türk’ün Klasik Batı Müziğiyle İmtihanı
18. yüzyılda başlayan Sanayi Devrimi’yle birlikte kartların yeniden dağıtıldığı dünyada, 19. asır, batılı olmayan toplumların gerçekçi ve nesnel bir özeleştiriden ziyade teknolojik ve askerî açılardan yetersizlik hissine kapılarak, Batının aynasında ve onun sunduğu kavramlarla varoluş biçimlerini sorguladıkları dönem olmuştur. Özünde siyasi tercihlere dayanan ve aynı düzlemde çözülmesi gereken meseleleri bütüne teşmil ederek, geri kalmışlığının faturasını sosyo-kültürel unsurlara kesen yaklaşım, yetersizliğin kaynağını da yine burada aramıştır. Nitekim Batının öne sürdüğü kültürel hegemonyanın adeta vücut bulduğu sanat alanları bu doğrultuda tasarlanmış; müzik de dayatılan değerlerin propagandasının yapıldığı etkili bir temsil aracı olarak vitrindeki yerini almıştır.
Önceki yüzyıllarda diplomatik ilişkiler vesilesiyle münferit durumlarda karşılaşılan çoksesli klasik Batı müziğiyle “ötekiler”in, yani Avrupalı olmayan toplumların tanışması esas olarak 19. asırda olmuştur. Türkiye için de durum aynıdır; Osmanlı’da devletin siyasi tercihleri sonucunda ülke sınırları içine giren, uzun bir süre yalnızca saray ve yakın çevresinde ilgi gören klasik Batı müziği, ideolojik eksene yerleştirilerek sistematik hâle getirilen batılılaşma hareketinin parçası olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında nispeten daha geniş bir çevreye ulaşmıştır. Bunda şüphesiz konservatuvarların ve orkestraların kurulmasının, müzik eğitiminin bu minvalde düzenlenerek çeşitli yatırımlarla desteklenmesinin payı büyüktür. Ne var ki doğduğu topraklarda sınıf temelli bir hiyerarşi içinde gelişen bu müziğin, ideolojik bir yönelimin odağına yerleştirilerek kültürel yaşamda süratle dolaşıma sokulması, kaçınılmaz olarak belirli bir zümreyle özdeşleştirilmesine neden olmuştur. Onu icra edenler ve dinleyenler için yapılan “elitist” yakıştırmasının altında da büyük ölçüde bu yatmaktadır.
Yaşadığımız coğrafyada yaklaşık iki asırdır bir yeri olan; bunun son yüz yılında da bu yerini kısmen pekiştiren klasik Batı müziği, Batının gelişmişliğinin müzikteki temsili olarak görülerek “ileri” olduğu kabul edilen bir tekniğe indirgenmiş; beslendiği toplumsal ve kültürel dinamikler görmezden gelinerek topyekûn bir müzik geleneği olarak kavranmak yerine “salt müzik” olarak ithâl edilmiştir. İlki 1936 yılında kurulan ve yıllarca teknik yeterliliğe odaklanılan Batı müziği konservatuvarlarının çalgı bölümlerinden, çalgısını belli düzeyde çalan fakat icra ettiği müziğin tarihinden, kültürel arka planından ve kuramsal çerçevesinden habersiz; çoksesli müziğin temel ilkelerinin teknik ve düşünsel boyutu üzerine hiç kafa yormamış; hızla değişen dünyada yaptığı müziğin neye karşılık geldiğine dair en ufak bir fikri olmayan sayısız müzisyen yetişmiş olması bu anlayışın sonuçlarından biridir.
Geçtiğimiz yüzyılda dev bir endüstri hâline gelip farklı öğelerden beslenen geniş bir kültürel arka plana kavuşan müzik, kültürel hegemonyaya daha rahat tutunabileceği elverişli bir zemin sağlamıştır. Diğer türlere kıyasla dünya pazarında kendine çok küçük bir yer bulsa da sektörün kanatları altına giren klasik Batı müziği, küreselleşmeyle ivme kazanan kültür emperyalizminin başlıca araçlarından biri olmuştur. Nitekim antolojiler başta olmak üzere bilimsel niteliğe sahip çoğu kaynakta klasik Batı müziği (Western classical music) olarak geçmesine rağmen, giderek klasik müzik (classical music) şeklinde anılmaya başlaması ve bu ismin dünyaca kabul görmesi, kültür emperyalizminin ne denli güçlü olduğunun en açık göstergesidir. Türkiye gibi iki köklü, yaşayan ve baskın müzik geleneğine sahip bir ülkede bile bugün klasik müzik adının tamamen kanıksanması; hatta onlarca yıldır yürütülen bir organizasyonun “müzik festivali” adıyla yapılıp klasik Batı müziği üzerine kurulu olması, Türkiye’deki müzik algısını yansıtan çarpıcı örnekler arasındadır.
Hasılı, Osmanlı’dan itibaren giderek tırmanan bir meşruiyet krizinin eşlik ettiği klasik Batı müziği, ait olmadığı bir iklimde yetişebilmesi için gereken asgari koşullar sağlansa da sağlıklı biçimde yeşerip toprağa tutunabilmesi için gereken samimi ilgi ve tutarlı yaklaşımdan mahrum bırakılmıştır. Kendi ideolojileri doğrultusunda ondan medet uman; bağlamlarından kopartarak onu sadece bir müzik tekniği mesabesine indiren bürokratlardan statü kaygısıyla gittiği konserin başında öksürük krizine tutulup yarısında uyuyan “seçkin zümre”nin mensuplarına uzanan bir asırlık zaman diliminde, bu müziği yüzlerce yıllık demlenmişliğiyle kavrayıp anlam dünyasına nüfuz edebilen, profesyoneller de dahil pek az kişi olmuştur.
Günümüzde toplumun büyük bölümünün “bizden olmayanlar” gözüyle bakarak “Müslüman mahallesinin salyangozcuları” olarak etiketlediği kesimin uğraştığını ve bu topraklarda asla yeri olmadığını düşündüğü klasik Batı müziğinin, her şeyden evvel üzerine yapıştırılan ezberlerden arınarak süratle bu olumsuz imajdan kurtulması gerekiyor. Bunun için de önce bugüne kadarki yanlışların/hataların kabul edilmesi; köhnemiş zihniyetin eğitimden ve bütün ilgili kurumlardan bir an önce elini çekmesi; en önemlisi de herhangi bir ideolojiye veya siyasi görüşe yaslanmak yerine yaptığı işlerle ve fikirleriyle var olmayı seçmiş, müziğin nereye gittiğini okuyabilen açık görüşlü gençlerin temsil ettiği, liyakate dayalı bir anlayışın gelişip egemen olması gerekiyor.
Aksi hâlde geride bıraktığımız iki asırlık süreçte birtakım kazanımlar sağlanmışsa da büyük ölçüde Türk’ün klasik Batı müziğiyle imtihanı şeklinde seyreden bu ilişki, çok da uzak olmayan bir gelecekte sönümlenip Türkiye’nin müzik tarihindeki hoş ama hazin bir öykü olmaktan öteye gidemeyecektir.