Şahsi Bir David Lynch Vedası
16 Aralık 2022’de, senin sözlerinle “eğer inanabilirsek yine bir Cuma günü”nde, o son hava durumu videonu paylaşıp da o videoları yapmayı bıraktığında, kendimi ölüm haberine hazırlamaya başlamıştım. Ki daha o zamanlar hastalığından haberdar değildik. Belki sen bile değildin. Hatta, David Lynch: The Art Life belgeselindeydi sanırım, ara sıra sigara içip düşünmenin öyle sanıldığı kadar bir zararı olmadığını söylemiştin. Kahven, sigaran, ritüelin senin için vazgeçilmezdi. Sonra geçen aylarda amfizem teşhisini açıkladın. Buna rağmen eminim kimse bu kadar hızlı gitmeni beklemiyordu. Kimse bu hastalığın senin gibi birini yenebileceğini herhalde düşünmemişti. Hazırlıksız yakalandık. Ölüm haberine hazırlanmaya başladığımı söylemiştim ilk cümlemde. Yalandı. Böyle bir şeye hazırlanmak, böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek yaşamın kendisine karşı bir saygısızlık olurdu. Bu yüzden senin gibi büyük dönüştürücülerin ölümü her zaman ani olmak zorundadır.
Zizek hemen arkandan bir yazı yazmış. Ölüm haberinden yalnızca bir gün sonra. Şaşırmadım. Aklıyla hareket ediyor çünkü. Duygularının bir önemi yok onun için. O sana karşı bir şey hissetmiyor. Onun aklı, senin hayatın boyunca yaptığın şeyin ilginçliğine bir açıklama getirmek istiyor. Seni anlamak, tanımlamak, sınıflandırmak ve anlatmak yoluyla seni aklının kontrolü altına almak istiyor.

Yazıyı uzun süre beklettim, yeni okudum. Yine daldan dala atlamış ama sonunda anlamlı bir şeyler söylemeyi unutmamış. Diyor ki, sen gündelik yaşamda olan biteni kendi ‘fantazmatik’ filtrenden geçirip sunuyormuşsun. Bu yüzden anlaşılmazmışsın. Yaptığın şey yalnızca sana ait oluyor böylece. Gündelik yaşamın en ince ayrıntıları zihninden geçip tikelleşmiş oluyor. Çok mantıklı. Sonra bu düşüncesini kanıtlamak için Blue Velvet’tan örnek veriyor. Denis Hopper ile Isabella Rossellini’nin, belki de ikisinin de kariyerlerinin o en tuhaf sahnesinden bahsediyor. Hopper’ın karakterinin cinselliğini yaşarken oksijen maskesinden hızlı ve derin nefesler alması, senin seks sırasındaki derin ve hızlı nefes alışlara metaforik bir bakışınmış. İnsanın seks sırasında girdiği o tuhaf duruma sen böyle cinsellikten iğrenen freudyen bir bakış getirmişsin. Öyle diyor.

Bu yazılanları okumak zihnime biraz haz verse de, senin hakkında yazılan bu türden şeylere nasıl baktığını bildiğim için gülesim de geliyor. Yaptığına, varoluşuna açıklamalar getirmeye çalışanlara içten içe acıdığını düşünüyorum. Açıklamaların nafile olduğunu söyleşilerinde de defalarca gösterdin. Güldün ve güldürdün. Yine de yaptığın her şeye yeni bir açıklama getirmeye çalıştılar. Bundan kaçamayacağını bir noktada anlamışsındır herhalde. Zizek’e sinir olduğumu belli etmiş olsam da ben bile sana bunları yazarken kendimde benzer bir eğilim görüyorum. Yazdıklarım eninde sonunda sana bir anlam yüklemeye çalışma girişimleri olarak havada asılı kalabilir. Ama olsun, en azından deniyorum. Sana kelimenin tarihsel anlamıyla ‘aklımla’ değil, hislerimle ve sezgilerimle yaklaşmayı deniyorum. Hayatın boyunca yaptığın gibi.

Sende bir örüntü görmüştüm zamanında. Bir şeyleri yapma biçiminin gölgede bıraktığı içeriksel bir örüntü. Seninle ilgili es geçilen şeylerden biri sanki kafana taktığın meselelerdi. Üzerine eğildiğin konularındı. Filmlerinin çoğunda ve tabii Twin Peaks’te de, bir şer odağı vardı. Bu şer odağı da çoğunlukla genç kızları ve erkekleri etkisi ve kontrolü altına alıp çeşitli yollarla istismar ederdi. Büyük birilerinin, kendilerinden daha küçük başkalarının üzerindeki tahakkümünü gösterdin çoğu zaman. Tekniğini bir yana bırakırsak, hakim temalarından biri buydu sanki ve beni seninle ilgili en çok cezbeden şeylerden biri de buydu. Bu ‘diğerlerinden daha büyük biri’ filmografinde zaman zaman bir kült, tek başına bir adam, bir çete ya da doğaüstü bir varlık olabilirdi, ne olduğunun pek bir önemi yoktu senin için. Sanki dünyadaki kötülüğe, onun köklerine ve tekniğinin tuhaflığıyla öne çıkardığın korkunçluğuna, ‘eerie’liğine yani esrarengizliğine, tüyler ürperticiliğine takmıştın. Kötülük karşısında sanki sen de dehşete düşüyordun. Onun dünyadaki varlığına bir türlü alışamamıştın. Duyarsızlaşmayı reddetmiştin.

Filmlerini izlerken sürekli diken üstünde olmamız gibi sen de dünyadaki o kötülüğe karşı sanki diken üstündeydin. İçinde bir yerlerde o otoriteye, istismarcıya, gücünü pis yollarla elde edip pis yollarla kullananlara karşı hem bir korku, hem de bir acıma duygusu vardı. Özellikle Twin Peaks’in son sezonunda, yaptığın son büyük projede, o kasabaya kötü ruhlar iyice sirayet etmişti. Sanki havaya ve toprağa enjekte olmuştu kötülük. Kimsenin birbirine saygısı yoktu. Herkes herkesten çekiniyor, korkuyor ve biraz da nefret ediyordu. Dünyada olan biteni, büyük gerçekliği mercek altına alarak öylesine yakından ve biraz da abartarak gösterdin ki sana sürrealist dedik. Karamsar, kötümser dedik. Şimdi düşününce, bunların senin kötümser biri olduğunu göstermediğini görüyorum. Hatta iyimser bile olduğunu düşünmeye başlayabilirim.
Haneke bir söyleşisinde, eğer çoğu yapımcı ve yönetmen gibi davranıp toplumun estetiğine uygun ve onu sömüren türden filmler yapsaydı onun karamsar olduğunu ortaya atabileceğimizi söylemişti. Filmlerinin soğukluğunun, yüklülüğünün ve karanlığının aslında insanlığa duyduğu bir umuttan kaynaklandığını da eklemişti. Didaktik olmadan; bir yanlış olarak gerçekleşmekte olanı gösteriyor o. Bunu anlayıp kendisine tutulan aynaya bakacak insanlar bulacağını biliyor. Sen de buna benzer bir durumdaydın benim için. Sinemalarınız görünüşte taban tabana zıt olsa da bence ortak noktanız buydu. İnsanlığa karşı hala umut dolu olduğunuz için insanın karanlığını kendisine ve kendinize defalarca gösterdiniz.
Haneke demişken aklıma geldi. Epey keskin şekilde ayrıldığınız noktalardan biri belki de müzikti. Daha geniş biçimde ifade edeyim: Seni diğer tüm yönetmenlerden ayıran en önemli şeylerden biri Ses’in sinemada en az Görüntü kadar önemli olduğu vurgundu. Benim için ses her zaman görüntüden önce gelmiştir. Sesin hızı ışık hızından izafi olarak daha hızlıdır zihnimde. Konuşmamı, diğer insanlarla iletişimimi, dış dünyaya kendini birincil açıklama yolumu belki de hayatımın sonuna kadar sarsan şey bir sesti çünkü. Çocukluğumda, o an yanında bulunduğum camiiden gelen ezanın ilk kelimeleri. O ilk çığırış. Yazmaya başlamamı sağlayan şey belki de oydu. Beni dehşete düşüren bir ses. Artık bir kekemeydim. Kendimi oral yolla ifade edemediğim için de herhalde yazıya yöneldim. Filmlerini ilk izleyişimde sağ orta parmağım sağ kulağımdaydı hep. Ansızın belirebilecek o endüstriyel kabusvari seslerinden kendimi korumak için böyle bir teknik geliştirdim seni izleyerek. Böyle böyle, korku filmlerinde de kulaklarımı kapattığımı fark ettim, gözlerimi değil. Yani hayata karşı asıl duyarlı duyumun işitmek olduğunu biraz da seninle fark ettim.

Lost Highway’in o Bowie’li girişi ve sonu, sinema tarihinin müzik ve görüntünün en uyumlu ve etkileyici şekilde kullanıldığı anlarıydı benim için. Rammstein’in ansızın parladığı o sahnede yerimden sıçramış ve bundan büyük bir zevk almıştım. Mulholland Drive’daki Silencio sahnesinde o müziğin etkisiyle filmin gizeminin içine iyice dalmıştım. Twin Peaks belki de Angelo Badalamenti’nin senin eşliğinde bestelediği o müzikler olmadan televizyon tarihinin en acayip işlerinden biri yine olabilirdi, ama bu kadar akılda kalıcı ve sürükleyici olamayabilirdi. Sesi, müziği kullanış şeklinin etkileyiciliği beni sana en çok bağlayan şeylerden biri oldu yani. Ve o caz. Muzur sahnelerine eşlik eden o acayip swing… Sapıtmaya başlayacağını o muzur, hafif tempolu swing sahneye girdiğinde anlamaya başlamıştım filmografinde ilerledikçe.
Senin dostluklarına ne kadar sadık biri olduğunu görmek de bir insan olarak David Lynch hayranlığımı iyice arttırmıştı. Kurduğun o müthiş üretim çetesinin, ya da diyelim cemiyetinin içine aldığın biri bir daha senin peşini bırakmadı, sen de onların peşini bırakmadın. Angelo Badalamenti, Julee Cruise, Laura Dern, Kyle MacLachlan, Jack Nance, Laura Harring, Naomi Watts ve daha nice ismi belki de dünyaya sen kazandırdın. Ve tüm bu insanlarla ölüme kadar samimi kaldın. Hava durumu videolarını yapmayı bırakmadan dört gün önce yayınladığın videonda, Badalamenti’nin ölümü üzerine “today, no music” dedin. Julee Cruise’u da yakın zamanda kaybetmiştik. Dream pop denen, filmlerinin görüntü kısmına müthiş bir uyumla eşlik eden müzik türünü üçünüz birlikte yarattınız. Sizinle birlikte onu da kaybettik.
Senin yaptığın belki de asıl şey insanı tribe sokmaktı. Tribe sokan sanattı senin yaptığın. Gerçekliğin son derece mikro ve klişe parçacıklarını alıp onları gerçekliğin en üst katına çıkarıyordun. Sıradanlığın olabilecek en gerçeküstü şekilde estetize edilmiş versiyonuydu sunduğun. Klişelerin bu kadar tersi istikamette kullanılabileceğini bize gösterdin. Birbirine zıt şeylerin birbiriyle bu kadar iç içe geçebileceğini. Ses, görüntü ve bunların birleşimiyle açıklanamaz duygulanımlar yaratma sanatçısıydın sen. Bize tüm bunları bünyesinde toplayabilen güzel bir terim de bıraktın: Lynchian. Sürrealist, tesadüfi, kabusvari ve ironik bir Kafkaesklik.
Yasını, çektiğin her şeyi üst üste günlerce eve kapanıp izleyerek tutmak isterdim. Ama çalışmam gerektiği için bunu yapamıyorum. Henüz bir öğrenciyken ve boş zamanım şimdikinden çok daha fazla varken Twin Peaks’in son sezonunu iki günde bitirmiştim. Her dakikasında bu kadar çok etkilendiğim herhangi bir şeyle daha önce hiç karşılaşmadığımı ve büyük ihtimalle bir daha hiçbir zaman da karşılaşamayacağımı keşke bilmeseydim. Gündelik yaşamlarımızda gördüğümüz gerçekliğin altında yatan gerçeküstülüğü bize gösterdiğin için sana minnettarım. Gerçekten iyi bir insan olduğun gerçeğini sarsacak hiçbir haberle, görüntüyle, açıklamayla karşı karşıya kalmadığımız için. Kendinden sonrakiler için çabasızca, hiç böyle bir derdin olmamasına rağmen bir rol model olduğun için. İnsanlığa nihilist olmayan bir eskapistlik imkanının da mümkün olduğunu gösterdiğin için. Yaşamdaki her ihtimalin yalnızca birer ihtimal oldukları için geçerli olabileceğini öğrettiğin için. Şahsına münhasırlığın en üst düzey bir örneği olduğun, insan olmanın nasıl da akla hayale gelmeyecek bir tuhaflık ve lütuf ve lanet ve kaçınılmazlık olduğunu kanıtladığın, tuhaflığın sınırlarını zorlayarak normalin esnemesine bir odun da sen attığın için… Bunların sonu gelmez.
Los Angeles’taki yangınlar hastalığını iyice ilerletmiş. Sunset Bulvarı’ndaki evini terk etmek zorunda kalmışsın. Odanın bir ucundan diğer ucuna yürürken ek oksijene ihtiyacın olduğunu, evinden artık çıkmamaya başlayacağını ve bütün üretimini evinde yapmaya devam edebileceğini açıkladıktan kısa süre sonra. Ailen süreci gizli tutuyor. Yaşadıklarının detayını bilemiyoruz. Ama evinden uzakta ölüyorsun. Hollywood’dan uzakta. Ölene kadar terk etmeyeceğini söylediğin yeri terk etmek zorunda kaldıktan günler sonra ölüm haberini alıyoruz. Ben iş çıkışı, güzel bir ortamda, canlı bir caz müziği eşliğinde sarhoş olmaya yaklaşırken Dark Blue Notes grubuna Mine’den mesajlar geliyor. Haberi ondan aldım. Gece bitti. Eve geldim. Soyunup yatağa uzandım. Hayatımı düşündüm. Seni düşündüm. Tek yapmak istediğim çektiğin her şeyi üst üste izlemekti. Ama sonraki gün uyanıp işe gidecektim. Başka yolu yoktu yaşamamın. Tek istediğim seni izlemekti. Ama yapamayacaktım. Bu dünyadan ve bütün o yalan yanlış gerçekliğinden kaçmak istedim. Gerekliliklerden. Zincirlerimi kıramayacağım. Biliyorum. Zincirlerim yasıma bile engel oluyor.
Ağlamaya başladım.
■ Mert Çakırcalı’nın Dark Blue Notes’daki diğer yazıları
■ Dark Blue Notes”da Portreler